9 Ağustos 2024 Cuma

Tırmık, 2021

PDF:
 https://drive.google.com/file/d/1tKic_r3AM4k1QaZpgyYYbiLvJrRd8bml/view?usp=drivesdk

                          


1. BÖLÜM
…………….
Karanlık, tehlikelerle doludur ya da biz hiçbir şey göremediğimiz için öyle zannederiz. Ankara’da karlı bir akşamda hava erkenden kararmıştı. Korkuyordum ama çıkıp sokak hayvanlarını beslemek zorundaydım. Dışarıya çıktığımı gören komşu seslendi: “Gülgün Hanım, bu havada çıkmayın bari. Zaten her akşam besliyorsunuz hayvanları.” “Olmaz, asıl soğuk havalarda beslemek lazım. Bu soğukta dışarıda yaşayan hayvanları aç bırakmak olmaz.”
Üst üste iki kazak, iki bere, atkı, eldiven ve mont giymiştim. Karların içinde güçlükle adım atabiliyordum. Ortalıkta hiç kimse yoktu, köpeklerin de hiçbiri görünmüyordu.
– Neredesiniz zibidiler! Sizin için bu saatte sıcak evimizden çıktık!
Nasıl olsa kimse duymuyor diyerek bağırıyor, kendi kendime eğleniyordum:
– Karaa! Sarııı! Hadi gelin acıkmadınız mı köpekgiller! Hepiniz davetlisiniz.
O civarda her akşam birçok köpeği besliyordum ancak bu akşam hiçbiri ortalıkta yoktu. Birden boğuk bir ses duyuldu: “İmdat!”
O yöne doğru yürüdüm. Uzakta, bir evin arkasında hareket eden karaltılar vardı. Karanlıkta, sessizce karların içinde ilerledikçe hareketlerini daha net görmeye başladım. Bir adam yerde yatan birisinin üzerine eğilmiş, hızla tekme ve bıçak darbeleri vuruyordu. O kadar seri, o kadar hınçla vuruyordu ki sanki birkaç saniye içinde hayatı boyunca biriktirdiği öfkeyi boşaltmıştı.
Sadece filmlerde gördüğüm bir vahşete tanık olmanın şokuyla duraklamıştım. Şimdi aramızda yüz metre mesafe vardı. Karanlıktı ama beyaz karların üzerinde karaltıların hareketlerini çok net görmüştüm.
-Hey, ne yapıyorsun? Bırak, bırak onu, bırak!
Adam yerdeki karaltıyı bıçaklamayı bıraktı, doğruldu, etrafına baktı ve benim orada dehşetten donakalmış bir hâlde durmakta olduğumu gördü. Hızla bana doğru yürümeye başladı. Ne dönüp kaçabildim ne bağırabildim. Korkmuş bir tavşan gibi kıpırdamadan duruyor, ona bakıyordum.
Adam yaklaştıkça siyah deri ceketini, hâlâ elinde tutmakta olduğu kanlı bıçağını, çirkin kapkara yüzünü görebiliyordum. Ufak tefek, sıska, biçimsiz bir tipti. Bir kurukafa gibi dazlaktı, gözleri çukura kaçmış, sırıtan ağzında dişleri görünüyordu. Olayı gördüğümü anlamıştı, beni de birkaç bıçak darbesiyle öldüreceği kesindi. Bir eksik, bir fazla onun için fark etmezdi. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Karda zaten güçlükle yürümüştüm, buzlu noktalarda kayıp düşüyordum, kaçmak imkânsızdı. Bir adım bile atamadım.
Kurukafa, karların içinden hışımla ilerleyerek yaklaşıyordu. Elindeki bıçağı bana doğrultmuştu. Bu; bizim mutfak bıçaklarımıza hiç benzemeyen, kalın ahşap kabzalı, ucu kıvrık, kocaman bir bıçaktı. Aramızda birkaç adım kalmıştı ki birden karanlıkların içinden şimşek hızıyla koşarak gelen bir köpek sürüsü belirdi. Kocaman Kangal, Akbaş kırmaları; siyah, sarı, kahverengi, beyaz sokak köpekleri düzenli bir ordu gibi yan yana dizilmiş, karları tozutarak ve büyük bir gürültüyle havlayarak bir anda adamın etrafını çevirdiler. Bunlar benim yıllardır her akşam beslediğim köpeklerdi. Kurukafa neye uğradığını şaşırmıştı. Bıçağı işe yaramıyordu çünkü köpekler ellerine, kollarına yapışmış, onu hareket ettirmiyorlardı. Köpek sürüsünün ortasında güçlükle ilerleyerek kaçmaya çalışıyordu. Köpekler havlayarak, hırlayarak; paçalarından, ceketinden çekiştirerek adamı uzaklara götürdüler, görünmez oldular.
Elimdeki ağır köpek maması paketini yere bırakmak o zaman aklıma geldi. Yerde yatmakta olan karaltıya koştum, eğilip baktım: Genç bir kızdı. Çantası, kitapları etrafa saçılmıştı, karnını tutarak kıvranıyor, ayağa kalkmaya çalışıyordu.
-Kalkma, kalkma, yatman gerekir! Kan kaybetmemek için yat!
“Acil durumlarda ilk yapman gereken şey ambulans çağırmaktır” sözleri beynimde yankılandı. Hemen telefonumu çıkarıp ambulans çağırdım. Kız panik içindeydi. Sakinleştirmek için, “Bak kızım, ben doktorum. Şimdi ben ne dersem onu yapacaksın.” dedim.
Aslında ne yapacağımı bilmiyordum. Doktor olmasına doktordum ama tıp doktoru değil. Siyaset Bilimi doktorası yapmıştım. Neye yarar? Neyse, burada siyaset bilimi konusundaki düşüncelerimi ifade etmeyeceğim. Aklıma sadece iki kelime geliyordu: tampon, turnike.
Kız korkuyla “Ölecek miyim?” dedi. “Annem duymasın, çok üzülür.”
Üst üste giydiğim kazaklardan birini çıkarıp kızın eline verdim:
– Bunu karnına bastır, tampon yapalım, kanı durduralım. İyice bastır. Başka nerede kanama var?
– Bacağımda.
Boynumdaki uzun atkıyı çıkardım, yaranın yerini görmeye çalıştım. Kasığına çok yakındı. Yaranın hemen üzerinden atkıyı bacağına dolayıp sıktım, bağladım. Bu arada karnına bastırdığı kazak kandan kıpkırmızı olmuştu. İkinci kazağımı da çıkardım: “Bunu da basalım.”
Montumu kızın üzerine örttüm. Kim bilir kaç bıçak yarası vardı. Dakikalar geçiyor, ambulans gelmiyordu.
– Kimdi o herif, tanıyor musun?
– Tanımıyorum. Peşime takıldı, “Arkadaş olabilir miyiz?” dedi. “Hayır, defol!” dedim, yürüdüm.
Buz gibi soğuk havada kızın incecik giyinmesi dikkatimi çekmişti. Üzerinde sadece bir kot pantolon ve ceket vardı fakat ayaklarında özenle örülmüş kalın çoraplar vardı. Kitaplarından hukuk öğrencisi olduğu anlaşılıyordu.
– Adın ne?
– Ceren.
Kızına yavru ceylan adını koyan, ayakları üşümesin diye çoraplar örüp gönderen anne, bu olaya kim bilir ne kadar üzülecekti. Bilirsiniz; birisinin sizin için özenle ördüğü çoraplar, kazaklar, hazır alabileceğiniz en pahalı giysilerden daha değerlidir.
Nihayet ambulans göründü. Kalkıp ellerimi, kollarımı salladım. Kalabalık bir sağlık ekibi koşarak geldi, ustalıkla ilk müdahaleyi yaptılar. Çok rahatlamıştım. Kenarda duruyor, onları izliyordum. “Bu ne vahşet, bugünkü beşinci bıçaklama vakası!” diyorlardı. Bir doktor, “Kim bağlamış bu atkıyı bacağına?” diye bağırdı. Eyvah, yanlış bir şey mi yapmıştım? Korkuyla “Ben.” diye kekeledim.
“İyi yapmışsınız, hayatını kurtarmışsınız, bağlamasaydınız kan kaybından ölebilirdi.”
Bu sözlerin ardından ambulansın kapısı kapandı, ambulans hızla hareket etti, gözden kayboldu. Çok sarsılmıştım, eve girip olanları eşime anlattıktan sonra aklıma polisi aramak geldi. Sonraki günlerde olay, basında ve televizyonda haber oldu. Ceren uzun süre hastanede tedavi gördü. Polis Kurukafa’nın peşine düşmüş onu arıyordu.
Günlerce bu olayın etkisinden kurtulamadım. Evimize bu kadar yakın bir yerde Kurukafa gibi cani ruhlu birinin bulunması çok tehlikeliydi. Üstelik olaya tanık olduğum için beni yok etmek istemişti. Oysa yeni evimizde ne kadar rahat ve huzurlu bir yaşantımız vardı.
Yıllarca süren sıkıntılardan sonra nihayet her şey istediğim gibi olmuştu. Artık bahçeli bir evimiz vardı. Bunun anlam ve önemini ancak hayvan sahibi olanlar bilir. Taşındığımız gün; Ayı, Arte ve Mia bahçede keşfe çıkıp her yeri kokladıktan sonra bütün köpekler gibi yoldan gelip geçenlere havlamaya başlamışlardı. Hele Ayı, kalın sesiyle en yüksek perdeden gümbür gümbür havlıyor, yeri göğü inletiyordu. Ayı’nın her şeye havlaması kendi ürkekliğinden kaynaklanıyordu. Zavallıyı daha el kadar bebekken kulakları kesilmiş olarak bulmuştuk. Şimdi artık muhteşem yelesi ve kocaman cüssesi ile son derece ürkütücü bir görünüşü olmasına rağmen hâlâ içindeki korkulardan kurtulamamıştı.
İlk gün, havlamalar üzerine yan bahçede komşu görünmüştü. Çatık kaşlı, sert görünüşlü bir kadındı. “Eyvah, eyvah!” dedim içimden, “Şimdi kavga çıkacak, belki karakola bile gideriz. Aşı karnelerini hazırlayayım bari…”
Kadın gülümseyerek “Hoş geldiniz, eviniz hayırlı uğurlu olsun. Köpekleriniz de ne kadar güzel!” dedi. Herhâlde kibar bir insan olduğunu göstermek için şikâyet etmeden önce konuya yumuşak bir giriş yapıyordu.
“Ben de hayvan severim ama…” diye devam etti. İşte hayvan sevmeyenlerin ezelî ve ebedî girizgâhı: “Ama…” diyorsa arkasından mutlaka şikâyetler, sitemler, tehditler, hakaretler gelecektir. Neyse ki arka bahçeye sakladığımız on bir yavru köpeği görmemişti. Gardımı alıp cümlenin devamını bekledim.
“…ama maalesef bizim köpeğimiz yok çünkü eşim istemiyor. O arkadaki yavrulardan birini bizim bahçeye alıp biraz sevebilir miyim? Sabah arka tarafta yürüyüş yaparken gördüm.”
Şaşkınlıkla “Öyle mi? He he he. Biz onlara yuva arıyoruz.” diyebildim. Arşivlerde görüleceği gibi son yirmi yılımız hayvanlar yüzünden komşularla kavga etmekle geçmişti. Sadık okuyucum (Umarım en az bir tane vardır.) başımıza gelen tüm felâketlere şahittir. O yıllarda durumumuzu şöyle anlatmıştım:
“Üç kocaman köpek ve otuz kediyle ev aramak nasıl bir şey biliyor musunuz? Usta bir yazar olmadığım için içinde bulunduğumuz durumu anlatacak sözcükler bulamıyorum. Yaşar Kemal olsa, bizim hâlimizi şöyle anlatırdı:
“Gülgün gözünü kocaman açmış, Yılmaz’ın yüzüne dikmişti. Yılmaz’ın yüzüne dayanılmaz bir acı çökmüş gibiydi. Yüzü kırış kırış olmuş, gerilmişti. Bir yanağı kıpırdar, oynar gibiydi. Hasta yüzleri gibi, yüzünden yalım fışkırıyordu. Gözleri kısılmış, ta uzaklara bakıyordu. Avurdu avurduna geçmişti. Ayaklarını topraktan kaldırmadan sürüyor, gittikçe de yavaşlıyordu.”
Nazım Hikmet olsa o da şöyle yazardı:
“Ve Tunalar,
Bizim Tunalar
Sofralarında yerleri kedi ve köpeklerinden sonra gelen Tunalar
Kocaman gözleri ve küçük çeneleri
Ağır yükleri
Ve kedileri
Ve köpekleriyle
Ha bire oradan oraya taşındılar
Ve taşındılar
Ve taşındılar
Ve taşındılar…”
Yıllarca böyle sıkıntı çektikten sonra insan rahata kavuşsa da kolay kolay inanamıyor. Fakat şimdi gerçekten her şey bir rüya gibi güzeldi. Komşular şirin yavruların hepsine yuva bulana kadar onları bol bol sevdiler. Bu sitede hemen herkesin kedisi, köpeği vardı. Sitede bulunan on iki sahipsiz köpeğin aşılarını yönetim yaptırmış, herkes sabah akşam besliyordu. Bizim köpekler de yeni bahçelerini çok sevmiş, her normal köpeğin yaptığı gibi toprağı kazıp tüneller açmışlardı. Bu, onlar için çok eğlenceli ve faydalı bir hobiydi. Her biri kendisine bir çukur açıyor, içine girip keyifle yatıyordu. Nihayet huzurlu bir yaşantımız olacağını düşünmeye başlamıştım ki bir alt sokaktaki eve yeni kiracılar taşındı.
Saçaroğlu ailesi çok çocuklu, çok gürültülü ve çok kavgacı bir aileydi. Baba Cabbar Saçaroğlu kaba saba bir adamdı, iri yapısı bir gorili andırıyordu. Adamın av tüfeği ve av malzemeleri dükkânı varmış, bu da zalim karakterini gösteriyordu. Üstelik gizli gizli cins köpekler üretip satıyormuş. Daha ilk günden park yeri yüzünden komşusuyla kavga etmiş, bir yumrukla adamcağızı hastanelik etmişti.
Cabbar’ın karısı ondan da korkunçtu, dev anası gibi kocaman, şirret bir kadındı. Mahallenin köpekleri onu görünce kaçıp saklanıyorlardı. O da bütün komşularla kavgalıydı. Sonsuz miktarda çocuk yapmışlardı. Her yaşta, her boyda, kızlı erkekli bir sürü çocuk sürekli devridaim hâlinde eve girip çıktıkları için hiç kimse kaç çocuk olduğunu bilmiyordu. Her gün vukuatlarını duyuyorduk. Çok yaramaz çocuklardı fakat hiç kimse bu belalı insanlara bulaşmak istemiyordu. Herkes onlardan uzak durmaya çalışıyor, uzaktan görse yolunu değiştiriyor, kaçıyordu. Sitede hiç kimse onlarla görüşmüyordu. Ta ki bir gün onların bahçesinden yükselen acı köpek feryatları duyulana kadar.
Köpeğin sesini ilk duyan, hemen onların yanında oturan Hülya Hanım’dı. Bahçe duvarının üzerinden görebildiği kadarıyla adam zincirle beyaz bir köpeği fena hâlde dövüyordu. Sonra diğer komşular da hayvanın tüm sokakta yankılanan canhıraş çığlıklarını duymaya başladılar. Buna yürek dayanmazdı, hepsi toplanıp kapıyı çalmışlar fakat adam son derece ters bir tavırla “Köpek benim, istediğimi yaparım, istediğiniz yere şikâyet edin!” diyerek kapıyı kapatmış.
Ben de olanları duyar duymaz köpeğin durumunu görmek için koştum. Niyetim polise haber vermekti. Köpek evin arka tarafında, bahçenin kuytu bir köşesinde zincirle bir kazığa bağlanmıştı. Sığınacağı bir kulübe, bir ağaç altı bile yoktu. Yan yatırılmış eski bir masanın arkasından çıkıp bana hırladığında büyük bir üzüntüyle bir Dogo olduğunu gördüm. Dogo Argentino cinsi köpekler, güçlü çene yapılarından dolayı yasaklı ırk ilan edilmiştir, eğer polis el koyarsa belediye barınağında küçük bir hücreye hapsedilir ve ölene kadar orada kapalı tutulur. Oradan çıkarmak, sahiplenmek yasaktır. Üretmek, satmak da yasaktır.
Hayvanın yüzünde, zayıf bedeninde; çizikler, yaralar, kan izleri vardı. Çok bitkin ve bezgin görünüyordu. Muhtemelen defalarca doğurtup yavrularını satmışlardı. Ne yapıp edip onu bu cehennemden kurtarmalıydım. Bir süre her gün yiyecek verip bana alışmasını sağladıktan sonra almaya karar verdim. Geceleri el ayak çekildikten sonra gizlice gidip bahçe duvarının üzerindeki parmaklıkların arasından Dogo’ya güzel yiyecekler veriyordum. Zavallı hayvan beni artık tanıyor, geldiğimi görünce yüzü gülüyordu. Olağanüstü bir iştahla ve sevinçle çok miktarda yemek yiyordu. Hiç saldırgan değildi; aksine çok uysal, boynu bükük, sessiz bir hayvandı. Çok açlık ve eziyet çekmişti.
Gündüzleri de komşularla konuşuyor, ayaküstü bu belalı ailenin dedikodusunu yapıyorduk. Kimisi bunların gürültüsünden, kimisi pisliğinden şikâyetçiydi. En ağır sözleri ben söylüyordum: “Bir hayvana eziyet etmek ancak en şerefsiz, en aşağılık, en adi insanların yapabileceği bir şeydir.” Sözlerim şirret kadının kulağına gitmiş olmalı ki bir gün komşularla bizim bahçe kapısının önünde konuşurken alt sokaktan çıkageldi. Dev anasının öfke ve hışımla iki yana sallanarak geldiğini gören komşular, birer bahane uydurarak sıvıştılar. Tek başıma kalmıştım. Kadın çok sinirliydi ve sinirli olunca gözüme daha da iri görünüyordu. Yaklaştı, ellerini beline dayayıp “Bana bak, bana Manisalı Mercan derler.” dedi. “Biz Manisa’da adamı tersyüz eder ipe sereriz!”
Gülmenin sırası değildi ama bu komik sözler karşısında kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım: “Ee, ne olmuş? Ben de Gölcüklü Gülgün’üm. Gölcük’te adama ne yaparlar, biliyor musunuz?”
Bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum, altta kalmamak için öylesine laf olsun diye söylemiştim. Kadının yüzünde şaşkın ve endişeli bir ifade belirdi. Vakit kazanmak için tekrar sordum:
“Tahmin edin bakalım, Gölcük’te adama ne yaparlar? Evet, son kararınız?”
Bir yandan da renkli ve yaratıcı bir cevap bulmaya çalışıyordum fakat buna gerek kalmadan kadın arkasını dönüp koşar adımlarla kaçmaya başladı. Vay canına Sayın Okuyucum, Gölcük sözü bu kadını ne kadar korkutmuştu! Bunun nedeni ne olabilirdi? Belki de kadın benim korkusuzca gülerek meydan okumamdan etkilenmişti. Evet, evet. GG, Gölcüklü Gülgün; bir halk kahramanı, bir efsane olacaktı! Bu hayallere dalmış olarak eve girmek için arkama dönmüştüm ki korkuyla irkilip bir metre havaya zıpladım. Hemen arkamda dev köpek Ayı, bütün heybeti ve ihtişamıyla durmakta, yalnız köpeğinizin yüzünde görebileceğiniz “Hele sahibime bir dokun bak ne oluyor?” ifadesiyle beni korumaktaydı…
Ertesi gün alışveriş için çıktığımda iki sokak ötemizde bulunan çocuk parkında anormal bir kalabalık olduğunu fark ettim. Komşular, site yöneticileri, çocuklar toplanmış; oraya buraya koşup duruyorlardı. Merakla çocuklardan birine ne olduğunu sordum. “Yerin altında kedi var.” dedi. Kalabalığın arasına girdim, olayı anlamaya çalışıyordum. Yüz metre ötede bir çocuk “Burada, burada!” diye bağırıyor, birkaç saniye sonra daha ötede başka bir çocuk “Hayır, burada!” diye haykırıyordu. Yere çömelip kulağımı toprağa dayadım. O çok iyi bildiğim yavru kedi sesini duyar duymaz gülümsedim: “Miyaa! Miyaa!” deyişinden daha altı haftalık bir yavru olduğu anlaşılıyordu. Yavru kedi yerin altındaki dehlizlerden bir oraya bir buraya koşuyor, bir yandan da sürekli miyavlayarak yardım istiyordu. Fakat hiç kimse çıkış yolunu bulamıyordu. Kimisi itfaiyeyi çağırıyor, kimisi her yeri kazalım diyordu. Site yöneticileri yerin altındaki su ve doğalgaz borularına zarar vermemek için kazıya karşı çıkıyordu. Zaten bir yeri kazsanız kedi aşağıda yüz metre öteye kaçıyordu.
“Hep o çocukların işi.” dedi Hülya Hanım. “Yavru kedileri annelerinden ayırıp ellerinde gezdiriyorlardı. Kaç kere söyledim rahat bırakın şu yavruları diye.” Küçük bir kız bu sözleri doğruladı, “Dün Arda buradaydı, elinde siyah beyaz bir kedi yavrusu vardı. Kuyuya atmış.”
O sırada Goril Adam Cabbar geldi, merakla sordu: “Ne yapıyonuz hepiniz toplanmış?”
Herkes Cabbar’ın oğluna kızgındı, öfkeyle çıkıştılar:
“Kedi kalmış içeride. Senin oğlun yapmış bak. Öğretsene çocuklarına, hayvanlarla uğraşmasınlar.”
“Kedi mi? Siz kafayı mı yediniz? Koskoca adamlar kedi peşinde koşuyor! Ha ha ha!”
Şimdi yavru kedinin sesi tam da adamın ayaklarının altından geliyordu, o acı “Miyaa! Miyaa!” feryatlarını duyan herkesin içi parçalanıyordu fakat adam gülüyordu: “Yahu, Yemen’de çocuklar açlıktan ölüyor, kedi peşinde koşacağınıza onlara yardım edin.”
Bu sözler üzerine artık dayanamadım, “Yemen’de çocuklar açlıktan ölüyorsa niye onar tane çocuk yapıyorlar? Dünyanın en yüksek doğurganlık oranı Yemen’de!” diye patladım. “Hem siz neden düzgün çocuklar yetiştirmiyorsunuz? Oğlunuz yavru kedilere eziyet ediyor! Yazık değil mi, zavallı hayvanı kuyuya atmış!”
Adam bu sefer “Kediyle köpekle kafanızı bozmuşsunuz, Arakan’da Müslümanlar öldürülüyor.” dedi. Ben de bağırdım: “Daha kendi mahallenizdeki kedi yavrusunu korumayı bilmiyorsunuz, Arakan’ı kurtarmaya kalkışıyorsunuz.”
Bu sözlerim üzerine adam bana pis pis baktı, “Sen Müslüman değil misin? Filistin’de, Suriye’de, dünyanın her yerinde Müslümanlar zulüm görüyor.” dedi. Ben de “Dışişleri Bakanlığına ve Birleşmiş Milletlere başvurabilirsiniz. Benim şu andaki insani görevim bu kedi yavrusunu kurtarmaktır.” deyince herkes başını salladı.
Hülya Hanım da merhametsiz adama “Asıl sen Müslüman değilsin, o zavallı köpeği bahçende bağlamış dövüyorsun!” diye çıkışınca bu kadar insanla baş edemeyeceğini anlayan Cabbar homurdanarak uzaklaştı.
Yavru kedinin çıkarılması için çabalayan insanlar artık umutsuzluğa kapılmıştı. Birkaç noktada toprağı kazıp delikler açmışlar, belki yavru gelir diye kedi maması koymuşlardı. Fakat belli ki site binalarının altında yüzlerce metre uzunluğunda dehlizler, tüneller vardı ve yavru içeride kaybolup kalmıştı. Herkes çok üzgündü. Çocuklar ağlıyordu.
Aklıma gelen fikri açıkladım: Kedi sesi dinletelim, belki yavru kedi sese gelir. Herkes telefonlarından kedi videoları buldu, yerde açılan deliklerden miyavlama sesleri dinletildi. Bu da işe yaramadı. Artık hepimiz tek bir umuda sarılmıştık: Yavru kendi çabasıyla yolunu bulacak, nasıl girdiyse oradan öyle çıkacaktı. Hepimiz işlerimizi yapmak için evimize gitmek zorundaydık. Yardım isteyen bir hayvanı kurtaramamak dünyadaki en acı veren durumlardan biridir. Keşke bizim bahçede tüneller kazan köpeklerimiz gelip burayı kazsalar, diye düşünerek aklımda bu fikri geliştirmeye başlamıştım.
Oradan ayrılırken yönetici ile konuşmakta olan Cabbar’ın sözleri kulağıma çalındı: “Hanım çocukları alıp memlekete gitti, tadilata başlayabiliriz.” Bunu duyar duymaz Dogo’yu o gece kurtarmaya karar verdim. Geç saatte, herkes uyurken gidecektim. Bu herif horul horul uyurken beni ruhu bile duymazdı.
Dogo ile dostluğu ilerletmiş olmamıza rağmen günlerdir bahçeye girip zincirini çözüp köpeği kurtarmak için uygun fırsatı bulamamıştım. Çoluk çocukla dolu kalabalık evde hep birileri kapıda, pencerede oluyordu. Manisalı Mercan’ın evde olmaması tahmin edilebileceği gibi büyük bir avantajdı. Beklediğim fırsat ayağıma gelmişti.
Gece saat 12’yi geçer geçmez yola çıktım. Yanıma yiyecek dolu kocaman bir poşet almıştım, zavallı köpek her zaman açtı. Ortalık çok sessizdi, bahçe duvarının üzerinden atlayıp içeriye girmek zor olmadı. Köpeğin zinciri bir kazığa bağlıydı, oradan çözüp köpeği kucaklayıp bahçe duvarından öbür tarafa indirecek, sonra da kendim dışarıya atlayacaktım. Fakat zinciri çözmeye çalışırken devrik masanın arkasında kaldığı için daha önce dışarıdan göremediğim köşede bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Dikkatle baktım. Yedi tane, evet, tam yedi tane beyaz minyatür Dogo; alt alta, üst üste bir tepecik oluşturmuş, mızıldanıyorlardı. Henüz gözleri açılmamıştı. Sesleri yerin altında kalan yavru kedinin sesine benziyordu, bir an üzüntüyle o kediciği düşündüm. Fakat kaybedecek vaktim yoktu, bu yavruları da zalim adamın elinden kurtarmalıydım. Belli ki bunları satacaktı, kimisi dövüşmeye zorlanacak, kimisi üretim için kullanılacaktı.
Yedi cüceleri güzelce yanımdaki poşete yerleştirmiştim ki birden yukarıdan gelen bir sesle irkildim. Cabbar tam başımın üzerindeki pencereyi açmıştı. Elimde yavru köpek dolu poşetle donup kalmıştım, korkudan başımı kaldırıp bakamıyordum. O sırada içeriden bir kadın sesi duyuldu: “Minik kuşum, biraz buz getirir misin? Burası çok sıcak…” Bu, Manisalı Mercan’ın sesi değildi. Adamın ayak sesleri pencereden uzaklaştı, “Tabii sevgilim.” dedi. Sonra, “Ah Müjgân, bir bilsen neler çekiyorum o kadının elinden, keşke hiç gelmese.” dediğini duydum.
Demek karısı ve çocukları memlekete gidince adam eve sevgilisini getirmişti. Bu izbandut herife “Minik kuşum!” diyebilen midesiz kadını merak etmiştim doğrusu. Onu göremedim ama bu bilgi çok işime yarayacaktı. Heh heh! Eğer ileride bu köpek üzerinde hak iddia ederse, kendisine Müjgân’ı tanıdığımı, gerekirse Mercan’la tanıştırabileceğimi söyleyecektim. Televizyon dizilerindeki gibi pis pis sırıtmaya çalıştım ama beceremedim. Neyse, yavruları poşetle bahçe duvarının öbür yanına sarkıttım. “Yaşa Müjgân, biraz daha oyala şu herifi.” diye düşünerek Anne Dogo’yu kaldırıp dışarıya, yavrularının yanına indirdim. Zincirin ucunu elimden bırakmıyordum. Kendim de bahçeden dışarıya atladıktan sonra rahat bir nefes aldım. Bir elimde yavru dolu poşet, diğer elimde sıkı sıkı tuttuğum zinciriyle Dogo ile beraber eve doğru yürümeye başladık. Dogo onları kurtardığımı anlamıştı, büyük bir sevinçle yanımda âdeta uçarak yürüyor, arada bir başını kaldırıp gülerek yüzüme bakıyordu. Köpekler de güler, hem de içtenlikle.
Yolun yarısına gelmiştik. Dogo aniden durdu, kulaklarını dikti, havayı koklamaya başladı. Bir ses duymuştu, nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Sonra şimşek gibi fırladı, sokağın sonuna kadar koşup karanlıkta gözden kayboldu. Zincirin ucunu ne kadar sıkı tutsam da o güçlü köpeği zapt etmem imkânsızdı, beni birkaç metre sürüklemişti, sonunda elimi koparacak korkusuyla zinciri bırakmıştım.
Buna anlam veremiyordum. Bir anne köpek, yavrularını bırakıp gitmez ki. Çok önemli bir nedeni olmalıydı. Sakın Cabbar’ın evine geri dönmesin? Ama hayır, ters yöne doğru gitmişti. Karanlıkta biraz da korkarak bir süre peşinden yürüdüm. Kaç dakika geçti bilmiyorum, elimde yavru köpeklerle dolu poşetle ne yapacağımı bilmeden öylece yürüyordum. Eve gidemezdim çünkü Dogo bizim evin yolunu bilmiyordu, ben olmadan bulamazdı.
Ya kaybolup giderse? Ya tekrar kötü insanların eline düşerse? Düşüncelere dalmış, yolun ortasında kalmıştım. Neden sonra, uzaktan bir toz bulutu kalktı, bana doğru koşan köpeği gördüm. Ağzında bir şey vardı, dörtnala bir at gibi koşuyordu. Hızla yaklaştı ve hâlâ “Miyaa! Miyaa!” diye bağırmakta olan siyah beyaz kedi yavrusunu özenle ayaklarımın önüne bıraktı. Sonra başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve güldü.
2. BÖLÜM
……………….
Adım Tırmık. Kediyim. İyi insanlara mırlar, kötü insanlara hırlarım. Canımı acıtanı tırmalarım. Annemiz bize böyle öğretti.
Beş kardeştik, hepimiz annemiz gibi siyah beyazdık. Annemiz bizi boş bir inşaatta dünyaya getirdi ve ilk eğitimimizi orada verdi: Kulağımızın ucundan kuyruğumuzun en son tüyüne kadar her yerimizi yalayıp temizlemeyi, tuvaletimizin üzerini örtmeyi ve en önemlisi zorda kalınca ısrarla miyavlamayı öğrendik. “İstediğinizi elde edene kadar hiç durmadan miyavlayın.” derdi annemiz.
O çok görmüş geçirmiş bir kediydi. Yaşadığı tecrübelerden sonra bilge ve olgun bir eğitimci olmuştu. Bir aylık olduğumuz zaman temel eğitimimiz tamamlanmıştı. Beni ve dört kardeşimi karşısına alıp ortaöğrenim derslerimize başladı: “Yavrularım, iyi insanlarla kötü insanları ayırt etmeyi öğrenmelisiniz. İyi insanların sizi sevmesine izin verin. Birisinin kötü olduğunu hissederseniz hırlayın. Size kötülük yapanları ise derhâl tırmalayın.”
Peki; kimin iyi, kimin kötü olduğunu nasıl anlayacaktık? Kardeşlerimle birlikte merakla sorardık: “Nereden bileceğiz insanların iyi mi, kötü mü olduğunu?” Yüksek sesle miyavlayarak şamata yapar, annemizin sevgisinin verdiği güvenle şımarırdık. Birbirimizle boğuşur, güreşirdik. Sonra annemiz bağırıp bizi susturur, “Çok kolay.” derdi. “Hayvanlara iyi davranan insanlar iyi insanlardır. Hayvanlara kötü davranan birisi iyi bir insan olamaz. Ayrıca iyiler iyilerle beraber olur, kötüler kötülerle beraber olur. Bu böyledir ve bütün kediler bunu bilir.”
Şimdi düşünüyorum da, hayatımızın o ilk haftalarında ne kadar huzurlu ve mutluymuşuz. Annemizin koynunda yani dünyanın en güvenli, en güzel ve sıcak yerinde; dertsiz, tasasız uyur, keyifle oyunlar oynardık. Her birimiz kendi kuyruğunu yakalamak için döner dururdu. Bazen beşimiz birden büyük bir daire çizerek birbirimizi kovalardık.
Heyecanla büyümeyi bekliyorduk. Bu arada annemiz her gün bizi eğitmeye devam ediyordu. Yiyecek bulmayı, kendimizi tehlikelerden korumayı, birbirimizle boğuşarak dövüşmeyi öğreniyorduk. İki aylık olunca annemiz bizi yuvamızdan dışarıya çıkaracak, bize çevreyi gösterecekti. “Dışarısı çok tehlikeli. Önce ben size göstereyim sonra siz ileride tek başınıza gezersiniz.” diyordu. Ama ben çok sabırsızdım. Henüz bir buçuk aylık olduğum hâlde dışarıya çıkmak, dünyayı keşfetmek istiyordum. Zeki yavrular meraklı olur, her şeyi görmek ve öğrenmek isterler. Çok zeki olduğumu söylemiş miydim?
Bir gün annemiz yiyecek aramaya gittiğinde, kardeşlerim uykuya daldıktan sonra sessizce yuvamızdan çıktım ve yavaş yavaş uzaklaştım. Yemyeşil çimenlerin arasında yaşayan böcekler, karıncalar, uçan arılar, kuşlar ve kelebekler çok hoşuma gitmişti. Annemin bütün uyarılarını unutmuş, korkusuzca karşıma çıkan her şeyi inceliyordum. Bir pati ona, bir pati buna derken iyice uzaklaşmış ve yolumu kaybetmiştim. Zekiydim ama akıllı değildim. Şaşkın şaşkın gezinirken bir grup çocuk beni gördü. Çocuklardan biri çok yaramazdı, kuyruğumdan tuttuğu gibi beni havada çevirmeye başladı. Çok çaresizdim, ne hırlayabildim ne de tırmalayabildim. Çocuk bütün gücü ile beni havada çeviriyordu, en sonunda fırlatıp atacaktı fakat bir başka çocuk “Dur!” dedi. “Köpeklerin önüne atıp parçalatalım!” Ama beni sımsıkı tutan çocuk bunu kabul etmedi, “Olmaz, kaçar.” dedi. “Kuyuya atalım!”
Başım beladaydı. Ne yaptıysam çocuğun elinden kurtulamadım. Tırnaklarım, dişlerim henüz çok küçüktü. Beni uzak bir yere götürüp derin bir kuyuya attılar. Aşağısı çok karanlık ve soğuktu. Kuyunun dibinde su vardı fakat kenarlardaki çıkıntılara tutunarak biraz yükseğe tırmanabilmiştim. Yukarıdan çocuklar eğilmiş kuyunun içine bakıyor, gülüyorlardı. Can havliyle kuyudan çıkacak bir yer ararken taşların arasındaki deliği gördüm ve oraya girdim. Uzun bir tünele girmiştim, koştum, koştum. Yerin altında saatlerce dolandım. Tünel bir oraya bir buraya dönüyor, hiç bitmiyordu. Annemin sözleri aklımdaydı: “Zor durumda kalırsanız hiç durmadan miyavlayın. Birisi duyana kadar saatlerce miyavlayın, yardım isteyin. En sonunda birisi mutlaka yardıma gelecektir.”
Saatler geçti. Çok korkmuştum, çok da acıkmıştım. Bütün gücümle miyavlıyordum. Arada bir yukarıdan sesler geliyordu fakat çıkmak imkânsızdı. Yoruldukça uyuyup kalıyor sonra uyanıp tekrar miyavlamaya devam ediyordum. En sonunda birisinin üzerimdeki toprağı kazdığını duydum. “Nihayet annem geldi.” diye düşündüm ama açılan delikten annem değil, kocaman bir burun uzandı. Güçlü bir çene beni ensemden yakaladı ve çıkardı. Kâbus bitmişti. Dogo annem beni kurtarmıştı. Fakat o tünelde korkudan dokuz canımdan biri gitmişti.
Yeni evimde bir kadın, bir adam ve kediler vardı. Bahçede köpekler de vardı, neyse ki bizi titizlikle köpeklerden ayrı tutuyorlardı. Kadının adı Gügü ya da Gugi gibi bir şeydi. Bana çok iyi davranıyordu. Günde beş kere güzel mamalar veriyor, tatlı sözler söylüyordu. Beni aynı annemin sevdiği gibi seviyordu. Çok sevimli olduğumu söylemiş miydim? İlk günler mesafeli davrandım ama üçüncü gün çenemin altını kaşıyınca mırlayarak beni kucağına almasına izin verdim. Sonra omzuna çıkıp oturarak onu onurlandırdım.
Gügü akşamları elinde kitapları, defter ve kalemi ile oturur; uzun uzun bir şeyler yazardı. Ben de başının üzerine çıkıp oturmayı severdim. Gügü yürürken arkasından omuzlarına atlar, kafasına sarılır, onu şaşırtırdım. O da beni omuzlarında gezdirirdi. Diğer kediler benimle pek ilgilenmiyordu. Birçok oyuncağım vardı: toplar, yumaklar, oyuncak fareler… Ama ben en çok kırmızı pelerinli ayıcığı seviyordum. Gündüzleri onunla boğuşuyor, geceleri ona sarılıp yatıyordum. Ayıcık; annemin, kardeşlerimin yerini almıştı.
En sevdiğim oyun, insanların arkasından sırtına atlayıp başının üzerine çıkmaktı. Gügü de bundan çok hoşlanır, eve gelen herkese bu numaramızı gösterirdi. Benden başka hiçbir kedi bu hareketi yapamıyordu.
Çok rahat ve mutlu bir yaşantım vardı fakat gözüm hep dışarıdaydı. Çok merak ediyordum, dışarıda neler vardı? İki, iki buçuk ay sonra bir gün kapının açıldığını gördüm ve hiç düşünmeden fırladım. Çok gözü kara olduğumu söylemiş miydim?
Bahçede bir süre gezinip eğlendikten sonra duvardan atlayıp sokağa çıktım. Köşedeki çöp bidonundan çeşitli cazip kokular geliyordu. Hemen içine atladım ve birbirinden ilginç nesneleri tek tek koklayıp incelemeye başladım. Yemek artıkları, ayakkabılar, kutular, poşetler, binbir türlü ambalaj kâğıtlarının arasında kendimi kaybetmiştim. Derken büyük bir gürültüyle bidon havaya kalktı ve kendimi çöplerle birlikte bir kamyonun içinde buldum. Kaçmak imkânsızdı, kapak kapanmıştı.
Kamyon uzun süre yol aldıktan sonra nihayet durdu, kapak açıldı. Hemen dışarıya atladım. Geldiğimiz yer uçsuz bucaksız çöp yığınları ile dolu, ıssız, dağlık bir araziydi. Kamyon çöpleri boşaltıp gitmişti. Çöp yığınları arasında ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde kalakalmıştım. Korkuyla sığınacak bir yer aradım. Yırtık pırtık bir kanepenin arkasında bir delik bulup içine girdim. Burası benim sığınağım olacaktı.
Bir süre sonra başımı uzatıp dışarıya baktım. Tonlarca çöp arasında hiçbir canlı görünmüyordu. Acaba yiyecek bir şeyler bulabilecek miydim? Çöplerin içinde çokça kâğıt, plastik, metal, cam, kumaş gibi maddeler vardı. Fakat yiyebileceğim hiçbir şey yoktu. “İnsan uygarlığı” denen şeyi orada tanıdım. Ne kadar çok gereksiz eşyaları vardı: Atılmış giysiler, mobilyalar, yiyecek artıkları, binlerce boş şişe, kutular, poşetler, dört bir yanda sonsuza dek uzanan çöp yığınları vardı.
Saatler geçti. Sadece boş bir yoğurt kabının dibini yalamıştım. Su da bulamamıştım. Yorulunca eski kanepenin içine girip büzüldüm.
Sabah gün ağarınca çıkıp yola koyuldum. Evime geri dönmeye karar vermiştim. Kamyonun geldiği yolları bilmiyordum ama ne olursa olsun evimi bulacaktım. Gügü’yü özlemiştim. Şimdi evdeki kedilere ne güzel yemekler veriyordur, hepsini ayrı ayrı seviyordur.
Fakat çöplerin arasında ne kadar ilerlesem de bir yere varamıyordum. Ne bir damla su ne de yiyecek vardı. Bütün gün aç susuz, güneşin altında, çöplerin arasında dolaştım. Arada bir kamyonlar yeni çöpler getirip boşaltıyorlardı. Boş bir konserve kutusu bulmuş, yalıyordum ki çöplerin altından, derinlerden bir viyaklama sesi geldi. Bunun yavru köpek sesi olduğunu anlamıştım çünkü Gügü’nün kurtardığı Dogo’nun yavruları da aynı böyle ses çıkarıyorlardı. Patilerimle eşeleyerek çöplerin altında kımıldayan beyaz bir poşete ulaştım. Tırnaklarımla naylon poşeti yırtmak hiç zor olmadı. İçinde altı tane yeni doğmuş, daha gözleri açılmamış köpek yavrusu vardı. Benim dokunduğumu hissedince hepsi birden yüksek sesle bağırmaya başladılar. Şaşkın şaşkın onlara bakarken arkamdan yaklaşmakta olan ayak sesleri duydum. Dönüp baktığımda dokuz on tane irili ufaklı köpeğin hızla koşarak geldiğini gördüm. Yavruların viyaklamasını duymuşlardı. Şimşek gibi fırladım, koşarak bulabildiğim en güvenli yere girdim. Boş bir kutunun kenarında bulunan küçük bir yırtıktan içeriye girmiştim. Buraya köpek giremezdi.
Köpekler yavruların yanına ulaştığında büyük bir kavga çıktı. Kıyamet kopmuş gibiydi, hepsi birbirine girmişti. Sarı, iri cüsseli bir dişi köpek hepsine karşı duruyor, onları yavruların yanına yaklaştırmıyordu. deta aslan kesilmişti. Birkaç dakika içinde köpeklerin hepsi kan revan içinde kalmış, bazıları kavgayı terk etmişti. Dişi köpek hırlayarak, dişlerini göstererek kalanları da uzaklaştırdı. Hepsini kovduktan sonra yavruların yanına uzandı, tek tek her birini yaladı ve emzirmeye başladı. Yavrular rahatlamış, ağlamaları bitmişti.
Bütün olanları kutunun içinden izlemiştim. Bu köpek bana hem kendi annemi hem de beni yerin altından kurtaran Dogo annemi hatırlatmıştı. İyi huylu bir köpek olduğunu hissetmiştim. Kutudan çıktım, yavaş yavaş yavruları emzirmekte olan anne köpeğe doğru ilerledim. Güvenli bir mesafede durarak hafifçe miyavladım. Köpek çok şaşırmıştı, “Hey, sen burada ne arıyorsun? Burada kedi olmaz!” dedi. “Yolunu mu şaşırdın? Git buradan, çöplükte köpekler seni yaşatmaz.”
“Evden kaçmıştım, bir çöp kamyonu beni çöplerle birlikte buraya getirdi.”
“Evine dön, burada ölürsün. Yiyecek yok, su yok. İnsanlar buraya köpekleri ölsünler diye atar.”
“Eve dönmek istiyorum ama yolu bulamıyorum.”
“Çöplüğü geçip otoyola çıkman gerekiyor, sonra da şehre ulaşmak için birkaç gün yürüyeceksin.”
“Çöplük hiç bitmiyor ki! Yürüyorum, yürüyorum, dönüp hep aynı yere geliyorum.”
“Sana yolu gösterecek birini bulalım. O zamana kadar benim yanımda kal, seni korurum.”
Anne köpek bana karşı çok sevecen davranıyordu. Terbiyeli, nazik, iyi huylu bir ev köpeğine benziyordu.
Merakla “Sen buraya nasıl geldin?” diye sordum.
“Benim de senin gibi güzel bir yuvam vardı. Küçük bir yavru iken beni bir dükkândan satın aldılar, adımı Şanslı koydular. Evde senin gibi bir kedi arkadaşım da vardı. Birkaç yıl sonra başka bir eve taşınırken ikimizi birden barınağa verdiler. Barınakta yüzlerce köpek vardı. Geçen ay yavrularım oldu fakat hepsi hastalıktan öldüler. Geçen hafta belediye hepimizi getirip bu çöplüğe attı.”
“Adın Şanslı ama hiç de şanslı değilsin!”
“Belli olmaz, bir gün şansım döner belki.”
“Bir gün şansın dönse bile bu kadar acı çektikten sonra neye yarar? Hiçbirimiz bunları hak etmiyoruz.”
“Çektiğimiz acılar birer derstir, bizi bilgeleştirir. Açlığı, susuzluğu, ölüm korkusunu öğreniriz; sonra başkalarına anlatırız. Böylece herkes birbirinin dertlerini anlamaya başlar.”
Şanslı, aslında çok güzel bir köpekti. Çöplükte o da erimiş, zayıflamıştı. Bir zamanlar parlak altın rengi olan tüyleri solmuş, kirlenmişti. Derisinin altında bütün kemikleri görünüyordu. Ufacık bir yiyecek kırıntısı bulsa sevinçle yüzü gülüyordu, o zaman daha da güzel görünüyordu. Açlıktan bitik durumdaydı ama yavruları görünce kendi yavrularını hatırlamış, dayanamamış, emzirmeye başlamıştı. Sonraki günlerde onunla çok dertleştik. Kendisini terk eden insanlara kızgın ya da kırgın değildi, “Elbet bir sebebi vardır.” diye düşünüyordu. “Herkes koşulları ve bilgisi izin verdiği ölçüde hareket edebilir.” diyordu.
Beni şehre götürebilecek tek kişi oydu fakat yavruları bırakıp oradan ayrılması imkânsızdı. Birlikte yiyecek ararken bazen yağlı bir ambalaj kâğıdı, bazen dibinde biraz yiyecek kalmış konserve kutuları bulup yalıyorduk. “Dikkatli ol sakın başını konserve kutusunun içine sokma.” diyordu. Birkaç köpeğin başına bidon ya da kavanoz geçmiş hâlde ölmüş olduğunu görmüştük. Belediye araçları sık sık köpek getiriyordu. Çöplüğe atılan köpekler zamanla açlıktan eriyor, birer cenaze gibi sessiz, ağır adımlarla dolaşarak umutsuzca bir damla su, bir lokma yiyecek arıyorlardı. Ölüm ile yaşam arasında gidip geldikleri bu korkunç süreç aylarca sürüyordu. Çöplerin arasında yüzlerce köpek cesedi görmüştük. Bazen aralarında bir kâğıt parçası yüzünden bile kavga çıkabiliyor, güçlüler zayıfları öldürüyor, sonra da cesetleri yiyorlardı. Şanslı bana, “Güçlü olmalısın. Bu vahşet ortamında ancak güçlüler hayatta kalabilir.” diyordu.
Günler geçtikçe çöplüğün kokusuna, pisliğine alışmıştım. Güzel parlak tüylerim solmuş, yapış yapış olmuştu. Bu sefalet ortamına giren her hayvan hastalanıyordu, beni ise Gügü’nün yaptırmış olduğu aşılar hastalıklardan koruyor, ense damlası pireleri uzak tutuyordu. Birkaç defa çöplükten çıkıp kaçmaya çalıştıysam da köpek sürülerini görünce vazgeçip Şanslı’nın yanına dönmüştüm. Neden bazı köpekler kedilere dostça davranır da bazıları saldırır? Bu soruma Şanslı şöyle cevap vermişti: “Sanırım saldırganlık içgüdüsünü bastıran bir şey var ama ne olduğunu bilmiyorum. Belki terbiye, belki evcilleşme ya da uygarlaşma sayesinde ilkel şiddet dürtülerini bastırıyor hatta unutuyoruz. Ama bazı köpekler bunu yapamıyor. Hep bir şeylerden korkuyorlar, o yüzden saldırgan oluyorlar. Bunu kendilerini korumak için yapıyorlar. Başlarına kötü bir şey gelmişse herkesten kötülük bekliyorlar.”
Çöplükten kaçma planımı ertelemiştim. Yavrular biraz büyüyünce Şanslı, onları bırakıp beni şehre götürebilirdi. Bir ay böyle geçti. Çok zayıflamıştım, bir yandan da yaşım icabı büyüyordum. Henüz sadece beş aylıktım fakat çöplükte tanık olduğum acılar ve korkunç ölümler beni ruhen yaşlandırmıştı. İnsanların çöpe atmış olduğu eşyaları karıştırdıkça onlar hakkında bilgi ve fikir sahibi olmuştum. Bir poşetin içinden parçalanmış tavşan, kedi, köpek, fare cesetleri çıkmıştı. Şanslı bunların deney hayvanları olduğunu söyledi. “Nasıl yani? Deney hayvanı diye bir hayvan türü mü var?” “Öyle bir şey yok tabii, bu insanların uydurduğu bir tanımlama. Onlar hayvanları işlerine geldiği gibi kullanabilmek için deney hayvanı, yük hayvanı, besi hayvanı, kürk hayvanı gibi isimler uydururlar.”
Dokuz canımdan ikincisini bu çöplükte kaybetmiştim. Defalarca ölümün kıyısından dönmüştüm. Susuzluk açlıktan da beterdi. Günlerce susuz kalıp kavrulduktan sonra yağmur yağarsa çöplükteki boş kaplara su doluyor, biz de kana kana içiyorduk. Sonra çamur ve pislikler birbirine karışıyor, kuruyordu.
Yalnız kendi açlığım ve sefaletim değil, gördüğüm diğer hayvanların perişan hâlleri de canımı acıtıyordu. Süslü küçük köpekler fazla dayanamıyor, çabuk ölüyorlardı. Güçlü kuvvetli, dayanıklı köpekler çok uzun süre açlıkla mücadele ediyor, daha çok acı çekiyorlardı. Yaşadığım ve tanık olduğum her acı deneyim beni daha bilge, daha güçlü ve donanımlı bir hâle getiriyordu. Büyüyordum. Daha bir ay önce dertsiz tasasız oyunlar oynayan bir kedi yavrusu idim. Şimdi ise bambaşka biri olmuştum. Çöplerin arasında bulduğum eski bir oyuncak ayı bana yuvamı, sarılıp yattığım ayıcığı hatırlatmış, içimde fırtınalar koparmıştı.
Gördüklerimin içinde en kötüsü ölmek üzere olan bir yaşlı Kangal köpeği idi. Şanslı ile birlikte onu gördüğümüzde bir çöp tepesinin üzerine yığılmış kalmış bir kemik yığınından ibaretti. Şanslı, ağzında bir yoğurt kabı taşıyordu, yavrulara götürecekti. Kangal’ın yanına yaklaşıp yoğurt kabını onun önüne bıraktı. Yaşlı Kangal başını güçlükle kaldırıp kabın dibindeki ekşimiş, küflenmiş yoğurdu bir kez yaladı, tekrar yattı. Yüzünde minnet dolu bir ifade vardı.
“Bu kedinin burada ne işi var?” dedi başını kaldırmadan. “Çöplükte kedi yaşayamaz. Ben bile dayanamadım. Dağ gibi köpektim, şampiyonlar şampiyonuydum, birkaç ayda eridim.”
“Şampiyon mu? Peki, buraya nasıl düştün?” diye merakla sordum.
“Sahibim beni getirip attı. Artık yaşlanmıştım, işe yaramıyordum.”
“Sahibin ne kadar kötüymüş! Gügü asla böyle bir şey yapmazdı!” diye bağırdım. Belediyelerin çöplüğe köpek attığını çok görmüştük ama sahibi tarafından çöpe atılan bir köpeği, hem de Kangal gibi değerli bir köpeği ilk defa görüyorduk.
Yaşlı Kangal ölmek üzereydi. Son bir gayretle, “Korkma ufaklık. Dünyada her kötü insana karşılık bir iyi insan vardır.” dedi. Sonra sustu. Bu sözleri hiç unutmadım. Gerçekten de sanki onu doğrulamak istercesine ertesi gün çöplüğe iyi insanlar geldi. Bir grup hayvansever belediyelerin buraya köpekleri attığını duymuş, kurtarmaya gelmişti. Bir anda çöplüğe arabalar doldu, köpekler kucaklandı, merhametli insanların gözyaşları ve çığlıkları arasında arabalara konuldu. Şanslı ve yavruları itina ile taşınarak bir hayvanseverin evine götürülmek üzere arabaya bindirildi. Bir süre uzaktan izledikten sonra bunların iyi insanlar olduklarından emin olmuştum. Saklandığım yerden çıkarak miyavladım. “Aaa, kedi de varmış!” diye bağırarak beni de kucakladılar. Hepimiz arabalarla yola koyulduk. Kurtulduğumuzu düşünüyorduk fakat çöplükten çok daha korkunç bir cehenneme, barınağa götürüldüğümüzü nereden bilebilirdik?










3. BÖLÜM
………………
“Ne? Köpekleri çöplükten alıp barınağa mı götürmüşler? Aptal mı bunlar?” diye bağırdım.
Telefonun öbür ucunda Gülbin’in sesi de benim gibi öfke doluydu:
“Bunlar bilinçsiz, bilgisiz hayvanseverler. Belediye barınaklarının ne kadar kötü olduğundan haberleri yok. Her gün bas bas bağırıyoruz ama anlamıyorlar. Barınağın içine bakmamışlar bile. Hayvanları kapıdan işçilere vermişler. İnsan bir başını uzatır, içeriye bakar.”
Gülbin en yakın arkadaşımdı. Birlikte sokaklardan pek çok kedi ve köpek kurtarmış, tedavi ettirip yuva bulmuştuk. Herkes bizi kardeş sanıyordu. Aynı yaşta, aynı boyda, aynı yapıdaydık. Saç rengimiz bile aynıydı. Ama daha önemlisi fikirlerimiz, düşünce tarzımız aynı idi. “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.” sözünün canlı simgesiydik.
“Belediye bir süre sonra hepsini yine bir çöplüğe veya dağ başına atar. Bu arada bizim Tırmık’ı hâlâ bulamadık. Bir aydır her gün çıkıp arıyorum.”
“İlan verdin mi?”
“Evet. Ayrıca çevredeki bütün duraklara, ağaçlara kayıp ilanı astım.”
“Fotoğrafı var mıydı?”
“Tabii, oyuncak ayısı ile birlikte bir fotoğrafı vardı, ilanlara o fotoğrafı koydum. O ayıyı çok severdi.”
“İlanlardan yüz tane de ben alayım, bizim mahallede her yere asayım. Bir kedinin nereye gideceği belli olmaz. Belki bir gören olmuştur. Bir ara uğrar alırım.”
Her yerde Tırmık’ı arıyordum. Çevredeki sokaklarda, bahçelerde, bodrumların pencerelerinde, balkonlarda. Sokaklarda çok kedi vardı, bazıları yanıma geliyor, mama yiyor, ayaklarıma sürünüyor; bazıları korkuyla kaçıp kayboluyordu. Her gün biraz daha büyük bir daire çizerek çevreyi tarıyordum.
O gün evden iyice uzaklaşmıştım. Yine dikkatle bahçeleri, apartmanların balkonlarını, bodrum pencerelerini tarıyor, bir yandan da “Tırmıık, pisi pisi!” diye bağırıyordum. Hafif bir miyavlama duydum, dönüp baktım. İyi ki de dönüp bakmışım: Arkamdan beyaz bir araba hızla üzerime doğru geliyordu. Kendimi can havliyle kenara atarak son anda kurtuldum. Araba hızla uzaklaşırken plakasında AZ harflerini görebildim.
Bu olaya o anda bir anlam verememiştim ama o akşam Gülbin saldırıya uğrayınca her şey anlaşıldı. Gülbin ilanları almak için bizim eve geldiği sırada pencerede onu bekliyordum. Arabasından inip bahçe kapısına doğru yürüdü. Akşam karanlığında Gülbin’in arkasından hızla koşarak yaklaşan karaltıyı görür görmez çığlığı bastım: “Arkana bak!”
Karaltının siluetini, dazlak kafasını, elinde havaya kaldırdığı bıçağın parıltısını hemen tanımıştım. Kurukafa beni ortadan kaldırmaya çalışıyordu, evimin önünde bekliyordu ve Gülbin bana çok benzediği için onu ben zannetmişti. Ama bilmediği bir şey vardı: Gülbin siyah kuşaklı bir karate ustasıydı. Yıllarca yakın dövüş sanatını öğrenmek için çalışmıştı. Arkasından yaklaşan adamın bıçağı tutan elini yakalayıp kolunu burarak, aynı anda karnına okkalı bir tekme atarak sersemletmişti. Böyle bir şeyi hiç beklemeyen Kurukafa dengesini kaybederek düşmüş, şaşkınlıkla ona bakarken Gülbin hızla bahçe kapısından içeri girmiş ve asma kilidi kilitlemişti. Onun yerinde ben olsaydım çoktan ölmüştüm.
Polisi aradıktan kısa bir süre sonra geldiler ama Kurukafa çoktan karanlığa karışıp kaybolmuştu. Polis Kurukafa’yı iyi tanıyordu. Dazlak Kâmil lakaplı bu tehlikeli adam birçok yaralama, gasp, köpek dövüştürme gibi suçlar işlemiş bir sabıkalıydı. İzini kaybettirmeyi çok iyi bildiği için yıllardır yakalanamıyordu. Ceren’i hastanede yatarken yine bıçakla öldürmeye çalışmış fakat görenler olunca kaçmış. Beni de yok edene kadar uğraşacaktı.
Bir gün Facebook’ta köpek dövüştüren cani ruhlu insanların fotoğraflarına bakarken Cabbar’la birlikte bu adamı gördüm. Altında “Bir dost ziyareti” yazıyordu. Bu ilkel ve vahşi insanların dost olması şaşırtıcı değildi. Yine tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Bu evrensel bir gerçek olmalı, her dilde buna benzer sözler vardır: “Birds of a feather flock together”, “Qui se ressemble s’assemble”… Eminim ki Çincede de böyle bir atasözü vardır, bütün Çinliler birbirine benziyor ve hepsi bir arada yaşıyorlar.
Sonraki günlerde Tırmık’ı aramaya çıktığımda çok dikkatli davranıyor, tenha yerlerde dolaşmamaya çalışıyordum. İçimde hep takip ediliyor gibi bir his vardı. Günler geçtikçe umudumu kaybetmiyor, aksine daha da azimle aramaya devam ediyordum. Şehrin her semtine kayıp ilanlarını asmıştık. Binlerce fotokopi bastırmıştım. Duraklarda, ağaçlarda, duvarlarda Tırmık’ın oyuncak ayıcık ile birlikte çekilmiş fotoğrafı asılıydı. Altında “Bulana para ödülü verilecektir.” yazıyordu.
Birkaç kişi arayıp “Kedinizi gördüm.” dediyse de gördükleri Tırmık değil, ona çok benzeyen siyah beyaz kedilerdi. Nihayet bir gün bir adam aradı. “Kediniz burada, gelin alın.” dedi. Çok emin bir sesle konuşuyordu. “Akasya Alışveriş Merkezinin otoparkında, en alt katta. Bizden kaçıyor, yakalayamadık.”
Taksi şoförüne “Akasya Alışveriş Merkezi” deyince biraz şaşırmış göründü ama bir şey demeden hareket etti. Oraya vardığımızda elimde kedi taşıma çantası ile indim. Bu alışveriş merkezi inşaat hâlindeydi, henüz hiçbir mağaza açılmamıştı. Boş inşaatta in cin top oynuyordu. Merdivenlerden üç katlı otoparkın en alt katına inerken hem heyecanlı hem de korkuluydum. Tırmık’a kavuşmanın sevinci ıssız ve karanlık otoparkta tek başıma olmamın korkusunu bastırıyordu. En alt katta artık sevinçle “Tırmıık, ben geldim, neredesin? Gel kızım.” diye bağırmaya başlamıştım. Belli ki o da korkmuştu, sütunlardan birinin arkasında saklanıyordu. Büyük otoparkın içinde ilerlerken tek tek bütün sütunların arkasına bakıyordum. Tırmık yoktu, hiçbir şey yoktu. Yalnız en sondaki sütunun arkasında hareket eden bir karaltı gördüm ve o anda yine Kurukafa ile karşı karşıya olduğumu anladım. Nasıl bu kadar aptal olabilmiştim? Alçak herif en hassas yanımı kullanarak beni tuzağa düşürmüştü. Burada yapayalnızdım, kaçsam da kurtulamazdım. Aynı Ceren’in bıçaklandığı akşam korkudan donup kaldığım gibi dehşet içinde kalakaldım. Karaltı hafifçe hareket etti, nefesimi tuttum, gözlerimi kapadım, “Artık sonum geldi.” diye düşünüyordum ki arkamdan bir ses duyuldu: “Abla, paranın üzerini fazla vermişim, bir bakar mısın?”
Karaltı geri çekildi, yok oldu. Taksi şoförüne o an duyduğum minnetle üzerimdeki bütün parayı vermeyi düşünerek geri dönüp bütün hızımla koştum, merdivenlerden çıkıp taksiye bindim. Bundan sonra çok daha dikkatli ve tedbirli davrandım. Haftalar boyunca sokak sokak dolaşıp aramaya devam ettim ama Tırmık hiçbir yerde yoktu. Belki de bir gün kendisi eve dönecekti.






4. BÖLÜM
……………….
Evime kavuşma hayallerim yıkılmıştı çünkü bizi getirdikleri yerden kaçmak imkânsızdı. Köpekleri ayrı bir bölüme koymuşlardı, beni ise kedilerin bulunduğu bir odaya attılar. Bir anda kendimi irili ufaklı elli tane kedinin ortasında bulmuştum. Bazıları bana hiç aldırmadı, bazıları ise hırladılar ve uzaktan beni incelemeye başladılar. Çöplükte yaşadığım açlık susuzluk ve sefalet günlerinden sonra iyice zayıf düşmüştüm fakat barınaktaki kediler benden çok daha kötü görünüyordu. Hepsi de çok zayıf, pis ve hastalıklıydı. Adı barınak olmasına rağmen burası aslında bir ölüm çukuruydu. Burada yalnız açlık ve susuzluk değil, pislik ve hastalıklar da vardı. Beton yerler kedilerin kanlı, ishalli dışkılarıyla kaplıydı. Yer yer göller hâlinde, yer yer kurumuş idrar, ortalığa kesif bir koku saçıyordu. Gözlerimiz, boğazımız bu asitli havadan dolayı yanıyordu.
Çok acıkmıştım. İlk günler bize yemek verecekler diye umutla bekledim. Öyle ya, burası barınak olduğuna göre hayvanları beslemeleri gerekirdi. Fakat zamanla anladım ki burada yapılan şey hayvanları aç ve susuz bırakarak öldürmekti. O zaman kediler kendi ecelleriyle ölmüş gibi görünüyordu. İşçiler her gün dışarıdan birkaç yeni kedi getiriyorlar, odada ölen kedileri siyah poşetlere koyup götürüyorlardı.
Kedileri yokluğa hapsederek ölmelerini bekliyorlardı. En çok ölenler yavru kedilerdi. Hiç temizlenmeyen döşemenin üzerine ölümcül bulaşıcı virüsler yerleşmişti. Yerlerde hasta kedilerin sapsarı kusmukları vardı. Minicik sevimli yavrular hastalığı kapınca birkaç gün içinde hızla eriyip kıvranarak can veriyordu. Çevremde can çekişen kedileri gördükçe içim ürperiyordu. Gügü’nün yaptırdığı aşılar beni hastalıklardan koruyordu ama nereye kadar koruyacaktı?
Günlerce aç bekledikten sonra bir gün bir işçi kötü kokulu bir bulamaç getirdi, orta yere döktü. Diğeri kapıdan baktı, “Yemek pisliklerle karıştı.” dedi. İşçi hiç oralı olmadı. “Onlar hayvan” deyip kapıyı kapattı, gitti. Bütün kediler bir şey yiyebilmek umuduyla bulamacın etrafına üşüştüler. Hatta en zayıf ve çelimsiz olanlar bile artık açlıktan her şeyi göze alıp büyük kedilerin yanında yerlerini aldılar. Ben de onlardan cesaret alarak bir kenara iliştim. Birçok bozulmuş yemek artığı karıştırılmış ve daha önce çöplükte bile görmediğim türden iğrenç bir bulamaç hâline gelmişti. İçinde sigara izmaritleri, kürdanlar ve peçeteler de vardı. Kedilerin ne kadar temiz ve titiz hayvanlar olduğunu bilirsiniz ama orada hepimiz hayatta kalabilmek için kendimizi zorlayarak o pis karışımı yedik. Çok hızlı yiyenler kustu ama hemen kustuklarını yediler. Sonra yine açlık günleri başladı.
Barınakta köpekler de vardı. Onları göremiyorduk ama acı acı inlemelerini, ulumalarını duyuyorduk. Canhıraş feryatlardan, barınak işçilerinin sık sık onları dövdüklerini anlıyorduk. Bazen gece geç saatlerde aniden bir köpeğin acı çığlıkları duyuluyor, bütün kediler kulaklarımızı dikip dehşetten donakalmış bir şekilde dinliyorduk. Bir süre sonra ses kesiliyordu. Her gün çok sayıda yavru köpeğin viyaklamaları duyuluyordu. Muhtemelen onlar da yavru kediler gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanarak bağıra bağıra can veriyorlardı. Sık sık köpeklerin arasında kavga çıktığını, büyük köpeklerin küçükleri parçalayıp yediğini çığlıklardan anlıyorduk.
Böylece bir ay geçmişti. Arada bir önümüze atılan bozuk yemek artıkları ve haftada bir doldurulan yosunlu su kabı ile idare ediyorduk. Barınağa getirilen kediler arasında birçok kazalı kedi vardı. Kiminin bacakları, kiminin beli kırılmıştı. Bunlara hiçbir tedavi yapılmıyor, öylece bir köşede ölmeye terk ediliyorlardı. Oysa Gügü’nün beni aşı için götürdüğü veteriner hekim böyle yaralı kedileri güzelce tedavi edip iyileştiriyordu. Belediye barınağında veteriner hekim olması gerekmez miydi? Bir gün muhteşem güzellikte bir kediyi getirip yarı baygın hâlde bir köşeye attılar. Bir süre sonra kendine geldi, ayağa kalkmaya çalıştı. Arka bacağı kırılmış, sallanıyordu. Bacağındaki yarayı yalayarak temizlemeye çalışıyordu fakat birkaç gün içinde yarası kurtlandı. Odamız pislikten dolayı sinek doluydu. Sinekler açık yaralara yumurtalarını bırakıyor, daha sonra kurtlar yaranın içine doğru ilerleyerek hayvanı içeriden yiyorlardı. O güzelim kedinin yavaş yavaş acılar içinde ölüme yaklaştığını görmek benim için çok sarsıcı bir deneyim oldu. Artık kötümser, şüpheci ve güvensiz bir kedi olmuştum.
Sevilmeye alışmış bir kedi için bu vahşet ortamında yaşamaya çalışmak çok zordu. İnsan toplumunun en gaddar, en acımasız bireylerini hayvan barınaklarında çalıştırıyorlardı. Barınak işçileri bizi aç ve susuz bırakmakla kalmıyor, sık sık kocaman çizmeleriyle bize tekme atıyorlardı. İçlerinde en gaddar olanı Ayı Musa dedikleri iri yarı bir herifti. Bir keresinde bu adamın ayağına dolandığım için beni ensemden tuttu, kaldırdı ve “Geber!” diye bağırarak duvara fırlattı. Sonra arkasını dönüp yere yemek artıkları dökmeye başladı. Çok kızmıştım. Adamın arkasından omuzlarına atladığım gibi tırnaklarımı kafasının iki yanına saplayıp bir güzel çizdim. Adam beni tutup atmak istese de elleri kafasının arkasına yetişmiyordu. Yüzünü, ellerini, kafasının her yerini hırsla tırmaladım. Bize yaptıklarının acısını çıkarana kadar durmadım. Her yeri kan içinde kalmıştı. O kadar canı acımıştı ki kendisini dışarıya zor attı, birkaç gün barınağa gelmedi.
Bir gün aniden kapı açıldı ve çok sayıda işçi içeriye daldı. Ellerinde kovalar, bezler, süpürgeler vardı. Önce hızla yerde yatan ölü kedileri siyah poşetlere doldurdular, henüz ölmemiş fakat can çekişmekte olan birkaç yavruyu da poşete atıp bağladılar. Sonra yerleri temizlemeye başladılar. Bütün kediler duvarların dibine sinmiş, korkuyla bu telaşlı temizliği izliyorlardı.
Kapı tekrar açıldı, içeriye bir kadın girdi:
“Hayrola, siz temizlik yapmayı bilir miydiniz? Başımıza taş yağacak!” diyerek gülmeye başladı.
“Seçim var, seçim. Haberin yok mu?”
“Seçime daha bir hafta var.”
“Yarın belediye başkanı seçim için burada reklam filmi çektirecekmiş. Barınağın hem temiz hem de bakımlı görünmesi gerekiyor. Zayıf, hasta hayvanlar çöplüğe götürülecek. Burada yalnız iyi durumda olanlar kalacak.”
O gün temizlik akşama kadar sürdü. İşçiler aylarca birikmiş pislikleri temizlerken bir yandan da küfürler ediyor, öfkeyle söyleniyorlardı. Hayvan pisliği temizlemek gururlarına dokunuyordu çünkü kendilerinin hayvanlardan çok üstün olduklarını düşünüyorlardı. Kırık dökük yerlerin tamirini de yaptılar. Ve bahçeye bakan kapıyı ilk defa açtılar. O kapı şimdiye kadar hep kilitli kalmıştı. Meğer kedilerin çıkması için küçük bir bahçe varmış! Tel örgü ile çevrilmiş bu bahçede kedilerin tuvalet için ihtiyaç duyduğu toprak vardı. Neden bugüne kadar açmamışlardı?
Kedilerin yarısı kafeslere konulup bir kamyonetle götürüldü. Şimdi odada yirmi kedi kalmıştı. Yeni kaplara su koydular, ilk defa kana kana temiz su içtik. Kuru mama getirdiler, aylardır görmediğim kedi mamasını çılgınlar gibi yerken içime yuva hasreti bütün ağırlığıyla çöktü. Tadı, kokusu, kedilerin yerken çıkardığı kıtır kıtır sesler, bana bir an için evimi hatırlatmıştı. Ne yapıp edip buradan çıkmalı, evime dönmeliydim.
O gece kaçmak için bir yol aradım fakat bulamadım ama kendime saklanacak güvenli bir yer buldum: Tamirat yapan işçiler acele ve telaşla yerdeki fayansların bir kısmını yapıştırmadan köşede bırakıp gitmişlerdi. Yerin altında bir kedinin rahatlıkla yatıp uyuyabileceği genişlikte bir delik vardı. Orada kıvrılıp uyudum.
Ertesi sabah belediye işçileri yine geldiler, her yeri renkli bayraklarla, afişlerle süslediler. Bütün kedilerin boyunlarına kırmızı kurdele bağladılar. Beni görmemişlerdi çünkü yeni saklanma yerimden dışarıya hiç çıkmıyordum. Bu korkunç işkence ve ölüm çukurunun reklamında konu mankeni olmaya hiç niyetim yoktu.
Çok geçmeden kalabalık bir grup geldi, kameralar hazırlandı ve belediye başkanı kedi bölümünün önüne geçip konuşmaya başladı. Ben içeride saklandığım delikten dinliyordum:
“Değerli vatandaşlarım! Biz hayvanları kendi evlatlarımız gibi severiz, onlara gözümüz gibi bakarız. Bu sessiz kullar bize emanet. Gördüğünüz gibi hayvanların burada her türlü tedavileri, bakımları yapılıyor. Gayet güzel besleniyorlar.”
Bu sözleri duyunca şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.
“Değerli vatandaşlarım! Sosyal medyada belediyemizi karalamak için bize komplo kuruyorlar, ‘Barınaklar kötü!’ diye duyar kasıyorlar. Değerli vatandaşlarım, sokak hayvanlarına dokunanlar, bizi karşılarında bulacaktır!”
Belediye başkanı barınağı öve öve bitiremedi, her cümlesi de orada bulunan insanlar tarafından alkışlandı. Her geçen gün insanları daha iyi tanıyor, onlara duyduğum sevgi ve güveni kaybediyordum.
Sonraki günlerde yine eskisi gibi bizleri açlığa, susuzluğa mahkûm ettiler. İçerisi hiç temizlenmediği için hızla pislik doldu. Her gün kaçma planları yapıyordum. Buradan çıkmanın tek yolu kapı açıldığı anda koşup kendimi dışarıya atmaktı. Eskiden hiç düşünmeden her açık kapıdan dışarıya fırlayan bir kedi yavrusuydum. Şimdi ise gördüğüm kötülükler karşısında cesaretim törpülenmişti. O eski atak, gözü kara kedi yavrusu değildim. Bir keresinde içeriye giren işçinin ayaklarının yanından geçerek çıkmaya çalıştım fakat öyle kuvvetli bir tekme yedim ki günlerce karnım ağrıdı.
Barınakta öğrendiğim korkunç bir gerçek daha vardı: Bazı hayvanları seçip deney laboratuvarlarına gönderiyorlardı. Deneyin anlamını tam olarak bilmesem de çok korkunç bir şey olduğunu seziyordum. Barınak işçileri bir gün ellerinde kafeslerle geldiler. Saklandığım delikten konuşmalarını duyabiliyordum:
“Deney çok kötü abi, üç kuruş para için yapma, yazıktır.”
“Nasıl olsa ölecekler, burada da kalsa deneye de gitse hepsi ölecek.”
“Ama deneylerde çok işkence ediyorlar, kesip biçiyorlar, yakıyorlar…”
“Amaan sen de, hayvan bunlar yahu! Hem bir işe yaramış olurlar. Bilime, insanlığa faydaları olur.”
Ve on tane kediyi kafeslere koyup götürdüler. Kedileri kesip biçmenin insanlığa ne faydası olabilirdi? Olsa bile böyle bir eziyeti ne hakla yapıyorlardı?
Günler geçtikçe umutsuzluğa kapılıyordum. Kapı arada bir açılsa da kapanana kadar yetişip çıkamıyordum. Her gün dışarıdan yeni kediler getiriyorlar, içeride ölenleri toplayıp atıyorlardı. Yine hastalıklar yüzünden birçok yavru ölüyor, yine kırıkları olan yaralılar günlerce ölümü bekleyip sessizce can veriyorlardı. Ben ne zaman ölecektim? Henüz altı aylıktım ama bu cehennemde yaşama isteğimi kaybetmiştim. Bazen hayvanseverler ziyarete geliyordu, bütün gücümle miyavlıyordum, “Beni buradan çıkarın!” diye yalvarıyordum ama gülüp geçiyorlardı. Çoğu cins kedi arıyordu, burnu basık veya kulağı kırık olmalıymış. İnsanlar ne tuhaf…
Diğer kediler de hayata küsmüştü. Buradan hiçbir zaman kurtulamayacağımızı anlamış ve kabullenmiştik. Herkesten uzak bir yerde kimsesiz, çaresiz kalmıştık. Umutsuzluk içinde dehşet ve korkuyu yaşıyorduk. Bir mucize olup da kurtulsak bile bütün olanları, eziyetleri, acı çığlıkları unutabilecek miydik? En sonunda artık bütün umudumu kestim ve deliğimden hiç çıkmamaya karar verdim. Günlerce o küçücük delikte kıvrılıp yattım, uyudum uyandım, gelen giden olduysa da hiç ilgilenmedim. Kimse de benim orada olduğumu bilmiyordu.
Sonra onu gördüm. Çok güzel bir erkek kediydi. O gün sokaktan toplanıp barınağa getirilen kedilerin arasındaydı. Henüz bir yaşındaydı. Göğsü, patileri beyaz; sırtı tekir çizgiliydi, yeşil gözleri, pespembe burnu vardı. Hiç de korkmuş görünmüyordu, sakindi, güçlüydü, cesurdu. Sokaklarda büyümüş olmalı ki ince ve zayıftı ama buna rağmen çok güzel bir kediydi. Onu ilk gördüğümde beğenmiş ve içimden ona gizlice Toraman adını koymuştum. Artık onu görebilmek için deliğimden çıkıyordum.
Bir gün etrafımı erkek kedilerin çevirdiğini ve gözlerini dikip bana baktıklarını gördüm. Bir tanesi hareket edecek olsa diğerleri ona saldırıyor, boğaz boğaza kapışıyorlardı. Bir süre birbirleriyle hırlaşıp dalaştıktan sonra iri yarı, bıçkın bir Sarman bana saldırdı. Dişlerini enseme geçirmişti. Ne yaptıysam bu ağır, güçlü kediden kurtulamıyordum, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. O zaman Toraman uçarak Sarman’ın üzerine atladı ve aralarında kıyasıya bir boğuşma başladı. Uzun süren kanlı mücadeleden sonra ikisi de yorgun, bitkin ayrı köşelere gittiler. Toraman beni kurtarmıştı.
Sonraki günlerde “Tırmık ile Toraman’ın aşkı” barınak kedileri arasında bir efsane oldu. Evet, biz o barınakta sefalet ve yokluk içinde büyük bir aşk yaşadık. Toraman hep yanımda duruyor, diğer erkek kedileri yanıma yaklaştırmıyordu. Sakin, sessiz ama korumacı bir kediydi. Onun varlığı sayesinde biraz teselli bulmuştum, artık kendimi daha güçlü hissediyordum. Şimdi günler daha kolay geçiyordu.
Birkaç hafta sonra karnımın büyüdüğünü fark ettim. Yavrularımız olacaktı. Büyük bir korkuya kapılmıştım. Bu barınakta, bu ölüm hücresinde yavrularımı dünyaya getirmek büyük bir felaket olurdu. Çevremdeki yavruların hastalıklara yenik düştüğünü, minicik bedenlerinin titreyerek eriyip gittiğini defalarca görmüştüm. Hasta olmasalar bile yavrularım burada aç susuz bırakılacak, her gün tekmelenecek, en sonunda acılar içinde öleceklerdi. Ben dokuz canımdan üçüncüsünü burada kaybetmiştim.
İnsanlardan uzak bir yere gitmeliydim. Artık iyi insan, kötü insan ayırımı yapmaya çalışmak bana anlamsız geliyordu. Bütün insanların içinde kötülük olduğunu düşünmeye başlamıştım, en iyilerinin bile. Öyle olmasa böyle bir barınağın var olmasına izin verirler miydi? Belki Gügü bile beni unutmuştu, belki hiç aramıyordu. Yavrularımı bulabildiğim en güvenli yerde dünyaya getirecektim: insan olmayan bir yerde. Şimdi bu barınak cehenneminden kurtulmak yalnız bir arzu değil, bir zorunluluk hâline gelmişti. Karnım daha fazla büyümeden buradan çıkmalıydım. Her gün köşeyi bucağı dolanıyor, tel örgülerin altını kazıyor, didik didik çıkış yolu arıyordum.
Bir gün küçük siyah bir kedi kapının hemen yanında oturuyordu. İşçi kapıyı araladığı anda dışarıya fırladı. Kedi çıktığında işçi daha içeriye girmemişti bile. Kedicik kurtulmuştu, özgürlüğüne kavuşmuştu. Ama yalnız kendisini değil, nasıl çıkabileceğimi göstererek beni de kurtarmıştı. Artık ne yapacağımı biliyordum: Kapının hemen yanında bekleyecektim, açıldığı anda hiç düşünmeden dışarıya fırlayacaktım. Bugüne kadar hep odanın kapıya en uzak köşesinde beklemekle hata etmiştim, ben koşup yetişene kadar kapı kapanmış oluyordu. Artık sürekli kapının yanında oturup sabırla bekliyordum.
Gerçekten de bu yöntem işe yaradı. Ertesi gün kapıya yaklaşan ayak seslerini duyduğum anda ayağa kalktım, çıkmaya hazırlandım. Kapı henüz çok az aralanmıştı ki hiç düşünmeden fırladım, işçinin bacaklarının arasından şimşek hızıyla geçip koştum, koştum. Önüme çıkan tel örgülere, duvarlara tırmanıp üzerlerinden atlıyor, o cehennemden mümkün olduğunca uzaklaşabilmek için nereye gittiğimi bilmeden olanca hızımla koşuyordum. Dakikalar sonra ağaçlık bir bölgeye varmıştım. Kocaman bir çınar ağacına tırmandım, yükseklerde kalın dalların üzerinde durup etrafa bakındım. Barınaktan çok uzaklardaydım, artık barınaktaki köpeklerin sesleri duyulmuyordu. Özgürdüm. Ağaçlar, çimenler, toprak, güneş, hepsi benimdi. İstediğim yere gidebilir, istediğim her şeyi yapabilirdim. Kurtulduğuma inanamıyordum. O kadar şaşkındım ki henüz sevinemiyordum. Çevrede bir tehlike var mı diye saatlerce korkuyla çevreyi kolaçan ettim. Sonra gecenin sessizliğinde iyice güvende olduğumu hissederek ağacın kollarında uykuya daldım. Bir daha hiç kimse beni bir barınağa götüremezdi.
















5. BÖLÜM
………………..
Ankara’daki bütün barınaklara gidip Tırmık’ı aramıştım. Fotoğrafını göstererek barınak görevlilerine soruyordum fakat hiç kimse görmemişti. Bu arada barınaklarda hayvanların çok kötü koşullarda tutulduğunu; hastalık, pislik, açlık ve susuzluktan öldüklerini görüyorduk. Belediyeler; sokaklardan topladıkları kedi ve köpekleri kısırlaştırmıyor, tedavi etmiyor, çöplüklere, ormanlara, ıssız dağlara atarak ölüme terk ediyorlardı. Hayvanseverler, gönüllüler, dernekler sürekli sosyal medyada yurdun dört bir yanından barınak fotoğrafları yayınlıyor, belediye vahşetlerini duyuruyorlardı. Tırmık’ı işte böyle bir sosyal medya fotoğrafında gördüm. Bir ilçe barınağında pis ve karanlık bir odanın köşesinde oturuyordu. O kadar zayıflamış, o kadar mahzun ve küskün görünüyordu ki içim parçalandı. Diğer kediler de çok hasta ve bitik durumdaydı. Hiç vakit kaybetmeden bütün arkadaşlarımı da çağırıp barınağa gittim. Kedi bölümüne girip bakabilmek için barınak görevlisine yalvardım, fotoğrafı gösterdim. Karşısında kalabalık bir grup hayvanseveri gören adamın bizden çekindiği belli oluyordu. Arkadaşlarla birlikte “Kediye ne yaptınız, öldürdünüz mü yoksa?” diye ısrarla sorduk. Önce konuşmak istemedi fakat oradan ayrılmayacağımızı anlayınca isteksiz bir tavırla “O kedi buradaydı ama kaçtı.” dedi.
“Nasıl kaçtı?”
“Bizim Ayı Musa kapıyı açtığı anda dışarıya fırlamış. Gidiş o gidiş.”
Ah, bu tam da Tırmık’ın yapacağı bir hareketti. Evde de hangi odanın kapısını açsam hemen fırlardı.
Adam devam etti:
“O kedi daha önce Ayı Musa’nın arkasından omzuna atlayıp kafasını tırmalamıştı. Yüzünü kafasını parçalamış, adam kanlar içinde kalmıştı.”
“Duydunuz mu? Bu o! Tırmık benim de arkamdan omzuma atlar kafama sarılırdı.” diye bağırdım.
Ama benim kafamı tırmalamazdı. Kim bilir bu Ayı Musa ona nasıl bir kötülük yapmıştı ki o da böyle bir karşılık vermişti. “Ayı Musa hangisi, gösterir misiniz?” dedim görevliye. İleride köpek kafeslerinin önünde duran iri yarı, zebani görünüşlü bir işçiyi gösterdi. Nedense bir an için bu adamı Cabbar’a benzetmiştim.
Daha sonra o pisliğin içinde bulunan hasta, zayıf, bakımsız kedilerin hepsini ikişer üçer sahiplenerek barınaktan çıkardık. Hasta ve yaralılar tedaviye götürüldü. Ben de iki hasta kediyi veterinerimizin kliniğine, bir erkek tekir kediyi de eve aldım. Pek güzel, toraman bir şeydi: Beyaz patileri, beyaz göğsü, pembe burnu, yeşil gözleri vardı. Çok zayıftı ama rahat ev ortamında iyi beslenince birkaç günde toparlandı.
Kurukafa’nın Ceren’i bıçakladığı günün üzerinden aylar geçmişti. Kapı çaldı, bir paket geldi. Üzerine bir zarf içinde not iliştirilmişti:
“Değerli hanımefendi,
Ben Ceren’in annesiyim. Ceren iyileşti. Kızımın hayatını kurtardığınız için size nasıl teşekkür edebilirim? Ne yapsam az gelir ama maddi imkânım yok. O gece iki kazağınızı çıkarıp kızımın yaralarına basmışsınız. O yüzden size iki tane kazak ördüm, umarım beğenirsiniz, güle güle giyin. Teşekkür ederiz.”
Pakette biri tozpembe, biri su yeşili iki tane muhteşem kazak vardı! 
Tırmık’ın kaçtığı barınak bizim evden çok uzakta, başka bir ilçedeydi, şehir dışında ıssız bir yerdeydi. Şimdi Tırmık Ankara’nın her yerinde olabilirdi. Artık çıkıp sokaklarda aramak bir işe yaramayacaktı. Her yere ilanlar asarak, sosyal medyaya kayıp ilanları vererek onu bulmaya çalışacaktım. Fotoğraflı, ödüllü kayıp ilanından yüzlerce kopya basarak bütün arkadaşlara dağıttım. Ankara’nın her mahallesine kısa zamanda ilanlar asılmıştı. Sosyal medyada sürekli kayıp ilanını yayınlıyordum.
Zaten Kurukafa’nın korkusundan evden çıkmak istemiyordum. Yalnız o değil, her yerde şiddet, kavga, dövüş, kabalık ve saldırganlık vardı. Telefonda Gülbin’le sık sık duyduğumuz olayları birbirimize anlatıyorduk. Gülbin, zaman içinde gelişip daha iyi, hatta kusursuz varlıklar olacağımıza inandığı için hayal kırıklığına uğramıştı:
“Hep cinayet, hep şiddet, kavga dövüş. Her gün aynı şeyler… Sanki hâlâ Taş Devri’ndeyiz, hiç ilerleme yok.”
“İlerleme mi? Yani bugünün dünden daha iyi mi olması gerekiyordu?”
“Elbette. İnsanlık her çağda biraz daha uygar, biraz daha bilgili olmadı mı? Karanlık ilkel çağlardan aydınlık çağlara doğru gidiyoruz.”
“Hiç de değil, hiçbir yere gitmiyoruz. Hep aynı madde milyonlarca yıldır dönüşüp dolaşıp değişik biçimlerde doğuyor, hepsi bu.”
“Nasıl yani?”
“Evrim teorisini düşün.” dedim. “Beş milyar yıl önce güneş oluşuyor, yerküre Güneş’ten koptuktan sonra döne döne soğumaya başlıyor, buharlaşan sular çukurlarda birikiyor. İlk canlılar bu sularda oluşuyor. Üç buçuk milyar yıl önce tek hücreliler varken, sonra bunlar sürüngenlere, kemirgenlere, memelilere dönüşüyor. Evrimle birlikte binlerce değişik canlı türü oluşuyor. Bunların hepsi birbirini yiyor. Hepsi birbirinin içinden çıkıyor, birbirinin toprağı ile besleniyor. Zaten hepsi özünde aynı maddeden çıkmış.”
Gülbin yine hayal kırıklığı içinde sordu:
“Yani dünyada yeni hiçbir şey yok mu?”
“Yok, milyonlarca yıldır hep aynı madde dönüşüp duruyor. Toprak, su, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar hepsi aynı karbon temelli maddenin değişik biçimlerde oluşumları…”
“Boşuna dememişler topraktan geldik toprağa gidiyoruz diye. Ama gidiş nereye doğru? Evrilmek demek zamanla daha iyi, daha mükemmel olmak demek değil mi? Nereye gidiyoruz?”
“Hiçbir yere. Aslında hiçbir şey değişmiyor, sadece dönüşüp duruyor.”
Ben böyle konuşunca Gülbin,
“Nasıl olur?” dedi. “Evrim insanı geliştirmiyor mu? Daha ileri bir düzeye getirmiyor mu?”
“Hayır. Evrim sadece değişen koşullara adapte olmak demek. Uyum sağlamak, araziye uymak… Daha iyiye gitmekle falan ilgisi yok.”
“Vay vay vay!”
“Evet, vay ki ne vay! Seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama hiçbir şey düzelmeyecek. Her zaman şiddet, savaş, vahşet oldu ve olacak. Yalnız güçlü olanlar, değişen koşullara uyabilenler hayatta kalacak, uyamayanlar yok olup gidecek.”
Gülbin, “O hâlde ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!” diyerek güldü.
“Evet, bütün canlılar için hayatın tek amacı var: Hayatta kalabilmek, yok olmamak. Her canlı diğer canlıları yiyerek hayatta kalabildiği için sistem acımasızlık üzerine kurulu. Besin zinciri çok zalim. “
Gülbin, “Evet ama biz o zincirin dışına çıktık. Hayvanları yemiyoruz.”
“Ama bizim gibi vegan olanlar henüz çok az.” dedim.
“İnsan, ‘Her şey insan için.’ diyerek diğer tüm canlılara eziyet ediyor. Yaşamından şiddeti tamamen çıkaramıyor. Ayakkabıları, çantaları, rujları, sofralarında tabakları şiddet ve eziyetle dolu. Günümüz insanı da mağara insanı kadar vahşi ama vahşetlerini değişik şekillerde uyguluyor.”
“Konuşmaya daldık, yine işler kaldı. Bu arada Tırmık’tan haber var mı?”
”Yok, ilanları her yere asmaya devam ediyorum. Şimdi Tırmık sekiz aylık olmuş, büyümüştür. Kim bilir belki yavruları bile olmuştur.”
6. BÖLÜM
………………
Yavrularımı bir ahırda dünyaya getirdim. Üç tane dünya güzeli yavrum olmuştu: iki kız, bir oğlan. Narin ve Süslü benim gibi siyah maskeli, beyaz patiliydi. Oğlum Topaç ise Toraman’ın tıpatıp aynısıydı. Aynı babası gibi patileri ve göğsü beyaz, sırtı tekir çizgili, gözleri yeşil, burnu pespembeydi. Yavrularımla gurur duyuyor, onları saatlerce yalıyor, temizliyor, emziriyordum. Kendim henüz sekiz aylık bir yavruydum ama anne olmuştum.
Barınaktan kaçtıktan sonra birkaç gün güvenli bir yer aramış, en sonunda bu ahırın bir köşesinde saman yığınlarının arkasında yavrularımı dünyaya getirmeye karar vermiştim. Ahırda bir inek ve çok sayıda koyun vardı. Bunların sahibi olan Seyfi, her gün ahırdan çıkarıp otlatmaya götürüyor, akşam geri getiriyordu. Hayvanlara çok kötü davranıyordu, elinde her zaman bir sopa vardı. Hem hayvanları hem de karısını, çocuklarını her gün dövüyordu. Geçimini hayvanlardan sağlıyordu, hayvanlar sayesinde ailesini doyuruyordu fakat buna rağmen hayvanlara zulmediyordu. Çocukları onu hiç sevmiyor, bir an önce bu evden ayrılıp kurtulmak istiyorlardı. Oğluna, “Benim babam da böyle yapıyordu, babamın babası da. Sen de aynı böyle yapacaksın.” diyordu. Fakat oğlan hayvancılıkla uğraşmak istemiyordu, okuyup büyük bir şehirde çalışmak istiyordu.
Kızı Funda ise sessiz, yumuşak başlı bir kızdı. Ahırda saklandığımı bir tek o görmüş, bana gizlice yiyecek getirmişti. Yavrularımı görünce çok sevmişti. Bizi babasının gaddarlığından korumak için saman balyaları getirip önümüzde yüksek bir duvar oluşturdu. Babasından çok korktuğu belliydi.
Tesadüfe bakın ki aynı gün ahırdaki inek de yavruladı. O da benim gibi yavrusuna düşkündü, yavrusunu sürekli yalıyor, emziriyor, yanından hiç ayırmıyordu. Minik buzağı çok sevimliydi, pespembe burnu, kocaman kahverengi gözleri vardı. Funda onu da çok sevmişti. Birkaç gün sonra Seyfi hızla ahıra daldı, “Kasap süt danası istiyor, getir şunu arabaya!” dedi. Kızın yüzü bembeyaz oldu, titreyen bir sesle “Ama ben onu seviyorum” diyebildi. Herif, “Hadi, hadi! Hem severik hem keserik!” diye bağırdı. Kız kıpırdamadı ve babasından yine dayak yedi.
Buzağı mezbahaya gönderildikten sonra inek çok ağladı ama kimse duymadı. Günlerce sabahlara kadar yavrusunu aradı, bağırdı. İnsanlar bu zavallı hayvanlara bunu neden yapıyorlardı? Biz kediler etçil hayvanlarız, yapımız böyle ama insanlar bizim gibi değil ki. Bizim gibi yırtıcı dişleri, pençeleri yok; keskin burunları, gözleri, kulakları yok! Uçan sineği havada yakalarım ben. Avcı olduklarını iddia eden insanlar da var ama onlar ellerinde silah olmadan hiçbir şey yapamazlar. Eliyle geyik yakalasın, avcı olduğuna inanayım.
Hem ben bile arada bir sebze yerim. Gügü’nün yaptığı fasulyeyi, mercimek köftesini nasıl severdim. Ah Gügü, ayrı kalınca küçük ayrıntılar bile özleniyor. O zaman yemediğim küçük küçük doğranmış havuçları, patatesleri bile arıyorum şimdi.
O günden sonra Funda daha sessiz oldu. Hep düşünceliydi. Belki de benim barınaktan kaçmak istediğim gibi o da buradan kaçıp kurtulmak için planlar yapıyordu. Yüzünde hep üzgün bir ifadeyle ahıra geliyor, bana yemek veriyor, yavrularımı alıp öpüp koklayarak seviyordu. Koyunlar, kuzular korkudan titreyerek kamyona tıkıştırılıp mezbahaya gönderiliyordu. Bir gün Seyfi ve oğlu bir koyunu kesmek üzere ön ayaklarından tutup kaldırdılar, sürükleyerek dışarıya götürdüler. Zavallı koyun korkudan bayılmış gibiydi. Başı yana düşmüş, çaresizlik içinde kendini bırakmıştı. Funda bunları izledikçe daha da çok üzülüyordu. Her akşam evlerinden gelen feryatlara bakılırsa Seyfi, karısını da dövüyordu. Sıska bir köpeği de ahırın önüne zincirle bağlamış, hırsızlara karşı bekçilik yaptırıyordu fakat ona da tekme tokat her gün zulmediyordu. En sonunda köpek dayanamayıp öldü, Seyfi hemen onun yerine yeni bir köpek yavrusu bulup bağladı.
Hayvanlardan faydalanmayı biliyordu ama onlara iyi davranmayı bilmiyordu. Bütün bunlar kızı babasına düşman etmişti. Bu kaba, cahil ve gaddar adam ne yazık ki onun babasıydı.
Yavrularım on beş günlük olunca gözleri açılmıştı. Parlak koyu mavi gözleri ile o kadar güzel oldular ki anlatmaya kelimeler yetmez. Bakmaya doyamıyor, kollarımla, patilerimle sımsıkı sarılıyordum. O gün Seyfi ahıra geldiğinde doğru bizim bulunduğumuz köşeye gelip önümüzdeki saman balyalarını kaldırdı. Üç yavrum ve ben aniden ortada kalmıştık. Gaddar herif çok sinirlendi, küfürler ederek bir poşet bulup hızla üç yavrumu poşete koydu. Ne yaptıysam da engel olamadım. Hızla ahırdan çıkıp dereye doğru yürümeye başladı. Peşinden koştum, bir yandan da avazım çıktığı kadar bağırarak miyavlıyordum. Herif benim feryatlarıma hiç aldırmadan yürüyordu. Dereye yaklaştığı sırada arkasından omzuna atlayıp kafasını tırmalamaya başladım. Kulaklarını, kafasını, ensesini bütün gücümle çizip kanattım fakat boşuna… Herif, içinde yavrularım olan poşeti fırlatıp dereye atmıştı. İçinde üç tane yavru olan naylon poşet suyun üzerinde yüzüyordu. Hemen suya atladım, yavrularımı kurtarmak için canımı dişime takıp yüzmeye çalıştım. Herif dönüp gitmişti.
Yüzmek her kedinin harcı değildir. Bazı kediler iyi yüzer ama ben onlardan değildim. Suya batıyor, çırpındıkça su yutuyordum. Poşet akıntıya kapılmış, hızla benden uzaklaşıyordu. Hayatımın en umutsuz anıydı, yavrularım gözümün önünde ölüme gidiyordu ve ben onları kurtaramayacaktım. Anne inek de yavrusu mezbahaya götürülürken böyle hissetmişti. Bata çıka suyla mücadele etmekten yorulmuş, boğulmak üzereyken bir el beni yakalayıp derenin kenarına, toprağın üstüne attı. Funda yardıma gelmişti. Suyun üzerinde hızla uzaklaşan poşete koşup yetişerek elindeki sopayla durdurdu, kıyıya çekti. Kurtulmuştuk. Ama dokuz canımdan dördüncüsünü o derede kaybetmiştim.
Funda yavrularımı poşetten çıkarıp yanıma koydu. Sakinleşmemi bekledi. Hep ağlıyordu, zavallı kızın ağlaması bile sessizdi. Babasının gaddarlığı karşısında çaresizdi, her gün çok sevdiği hayvanlara eziyet edildiğini görmek onu çok üzüyordu. Ama bizi kurtarmıştı, üç yavrum da iyi durumda idi. Eminim ki benden sonra birçok hayvanı daha kurtarmıştır. Bir süre yavrularımı ve kendi üzerimi yaladım. Sonra Funda “Size güvenli bir yer bulmalıyız” diyerek yavrularımı eline aldı, ben de omzuna atladım, yola koyulduk.
Köyden epey uzakta ağaçlık bir bölgeye varmıştık. Funda bizi mümkün olduğunca uzak ve güvenli bir yere bırakmak için ormanın içine doğru ilerledi. En sonunda uygun bir ağaç kovuğu buldu, yavrularımı özenle içine yerleştirdi. Ben de hemen girip onların yanına yattım, sarıldım. Funda son defa başımı okşadı, “İyi şanslar…” dedi. “Bir gün ben de kaçıp kurtulacağım.” Ağlayarak koştu, gitti. Şimdi artık ormanda yaşayacaktık. İnsanlardan uzak, yabani hayvanlarla birlikte orman kanununun hüküm sürdüğü vahşi doğada...
















7. BÖLÜM
……………..
Orman kanunu, yalnız ormanda değil her yerde hüküm sürüyordu: Hukuk düzeni bulmayı umduğunuz yerlerde bile güçlüler güçsüzleri eziyordu. Siyasette, ekonomide, sosyal hayatta kabalık, zorbalık, saldırganlık artmıştı. Sanki uygarlıkla bastırmaya çalıştığımız içimizdeki vahşi yaratık hortlamış, binlerce yıl önceki ilkel hâlimize geri dönmüştük. Ailede, okulda, sokakta, her yerde şiddet vardı. Ailede şiddet gören çocuklar aynı şekilde kendilerinden daha güçsüz olan hayvanlara eziyet ediyorlardı. Büyüyünce de kişilik bozukluğu devam ediyor, hiçbir empati ya da merhamet duygusu olmadan kendilerinden daha güçsüz olan insan ya da hayvan, kimi bulurlarsa onlara eziyet ediyorlardı.
Haberi Gülbin verdi: Gizlice köpek dövüştüren bir grubu sosyal medyada ifşa etmişler. Bir dükkânın arkasındaki boş avluda gece geç saatlerde köpek dövüşü yaptırıyorlarmış. Köpekleri kızıştırmak için önce önlerine bir kedi yavrusu atıp parçalatıyorlarmış. Sonra köpekler kan revan içinde ölümüne boğuşuyor, bahsi kazananlar paralarını alıp gidiyorlarmış.
Araştırıp haberi buldum. Birisi gizlice köpek dövüşünü kaydetmişti. Köpekler kıyasıya boğuşuyor, çevreye kanlar saçılıyor, bir grup serseri bunu zevkle seyrediyordu. Aralarında çocuklar bile vardı. O kanlı ve korkunç sahneleri izlemeye yürek dayanmaz. Tam videoyu kapatacağım sırada Saçaroğlu Av Malzemeleri yazısı gözüme çarptı. Burası Cabbar Saçaroğlu’nun dükkânıydı!
Cabbar’ın evinin bahçesinden kurtardığım Dogo’yu ve yedi yavrusunu güvenli yuvalara vermiştik. Demek kurtarmasaydım onların akıbeti de böyle bir dövüşte can vermek olacaktı.
Cabbar, polise ihbar edilmişti. Büyük bir grup hayvansever de o gün dükkânın önünde bu cani ruhlu insanları protesto etmek için toplanacaktı. Vakit kaybetmeden yola çıktım. Çok erken gitmişim, dükkâna vardığımda henüz bizimkilerden hiç kimse yoktu. O sırada dükkânın önünde duran beyaz bir arabanın hızla uzaklaştığını gördüm. Arabanın plakasını görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım: AZ. Bu, beni ezmeye çalışan arabaydı.
Dükkânın kapısı açıktı, içeride kimse yoktu. Girip merakla etrafa bakındım: Silahlar, tüfekler, kurusıkı tabancalar, havalı tüfekler, av bıçakları… Kurukafa’nın Ceren’i yaraladığı akşam elinde gördüğüm bıçağın aynısından vardı. Meğer av bıçağı imiş. Dükkânda bulunan binbir çeşit silah ve av malzemeleri avcılıktan kâr sağlayan çok büyük bir endüstri bulunduğunu, insanlığın kolay kolay bu vahşeti terk etmeyeceğini gösteriyordu.
Dükkânda sessizce etrafa bakınırken en arkada bir taşıma kafesinin içinde sekiz on tane minicik kedi yavrusu gördüm. Korkudan büzülmüş, birbirine sarılmış hâlde kocaman açılmış gözlerle bana bakıyorlardı. “Nereden bulmuş bu kadar çok yavruyu?” diye düşünürken dükkânın dibinde bir kapı gördüm. Kapıyı aralayıp baktım, arkada geniş bir avlu görünüyordu. İlk gözüme çarpan şey dövüşme alanında parçalanmış bir kedi yavrusu oldu. Yerler kan lekeleri ile kaplıydı. İki iri yarı adam telaşla temizlik yapmaya çalışıyordu. Bunlardan biri Cabbar, diğeri Ayı Musa idi. Demek bunlar arkadaşmış! Birbirlerine ne kadar benziyorlardı. Cabbar, polis gelmeden aceleyle yerleri silmeye çalışıyor, Ayı Musa elindeki çuvala yerlerdeki parçalanmış cesetleri atıyordu. O zaman anladım ki bu herif barınaktan kedi getiriyor, bunun için Cabbar’dan para alıyordu. Yerde bulunan bir demir kapağı kaldırıp çuvalı içine attı, sonra kapatıp üzerine ağır bir kutu yerleştirdi. Kedi kafesini alıp hızla dükkândan çıktım. Dışarıda protesto için gelenlerin arasına katıldım. Yalnız hayvanseverler değil, yoldan geçen meraklı insanlar da kalabalığa katılıyordu. Çok geçmeden polis ekipleri de geldi. İçeride arama ve inceleme yaptılar. Ayı Musa’nın sakladığı çuvalı da bulmuşlardı, birçok eşya ile birlikte onu da götürdüler.
Polis, Cabbar’ı ve Ayı Musa’yı dükkândan çıkarıp gözaltına almak üzere ekip otosuna götürürken Cabbar beni gördü. Göz göze geldik. Belki bahçesindeki zavallı köpeği benim aldığımı da tahmin etmişti. O da Kurukafa gibi bana düşmandı.
Eve döndüğümde bahçede hasta bir güvercin buldum. Yerde yatıyordu, hiç kıpırdamıyordu, boynu ters çevrilmiş gibi arkaya doğru dönmüştü. Yalnız gözlerini açıp kapatıyordu. Sanki birisi kuşun başını çevirerek koparmaya çalışmış gibiydi ama veteriner hekim bunun bir güvercin hastalığı olduğunu söyledi.
Güvercinin boynunda çok güzel koyu yeşil bir renk vardı, adını Yeşim koydum. İlaçları, vitamini, kuş yemi alındı ve uzun tedavi süreci başladı. Evde kedilerin bulunmadığı bir odaya kuşu yerleştirdim ve beslemeye çalıştım. Hiçbir şey yemiyordu, ilk günler gagasından içeriye sadece hafif şekerli ve vitaminli su damlatabiliyordum. Başını öne çevirmiyordu. Öleceğinden emindim ama günlerce damla damla beslendikten sonra kuş hareketlendi, başını düzeltti ve yemeye başladı. Fakat hiç uçamıyordu, odanın içinde yerde yürüyordu. Uçamayan bir kuş! Doğa ne kadar zalim. Bu durumda dışarıda kalsa başka hayvanlara yem olacaktı. Herkesin birbirini yemesi üzerine kurulu bir düzende merhamet, sevgi, empati gibi duygulara yer yoktu.












8. BÖLÜM
……………….
Ormanda bütün diğer hayvanlar gibi ben de yiyeceğimi bulmak zorundaydım. Ev kedisi olduğum günlerde önüme hazır mamalar gelirdi, şimdi ise karnımı doyurmak için bütün hünerlerimi kullanmam gerekiyordu. İlk günlerde yavrularımı yalnız bırakmamak için ağaç kovuğundan dışarıya pek çıkmadım. Sürekli yavrularımı emziriyor, arada bir çıkıp fazla uzaklaşmadan otların arasında bulduğum börtü böcekle karnımı doyuruyordum.
İki hafta böyle geçti. Yavrularım bir aylık olmuştu. Sığındığımız ağaç kovuğunun güvenli bir yuva olduğunu sanıyordum ama bir gün içeriye sivri bir burun uzandı. Bu aç bir tilkiydi, korkunç gözleri ateş saçıyordu, bir anda Narin’i dişlerinin arasına aldı. Tırnaklarımla yüzüne yapıştım, bütün gücümle burnunu ısırdım, çizdim, tırmaladım, onunla korkusuzca mücadele ettim, fakat boşuna. Tilki Narin’imi kaptı, koşarak uzaklaştı. O mücadelede dokuz canımdan beşincisini kaybetmiştim.
Daha güvenli bir yer bulmalıydım. Başka hayvanların ulaşamayacağı yüksek ağaç dallarında gezerek kalan iki yavrumu saklayabileceğim bir delik aradım. Büyük bir ağacın üst kısmında dalların arasında terk edilmiş bir kuş yuvası buldum. Burası hem yerden epey yüksekte hem de yapraklar ve dallarla üzeri örtülüp gizlenmiş bir sığınaktı. Topaç’ı ve Süslü’yü birer birer ağzımda taşıyarak yeni yuvamıza yerleştirdim. Yine de içim rahat değildi, her an bir tehlike bekliyordum. Ormanda bilmediğim, tanımadığım binbir çeşit hayvan vardı, hep tetikteydim. Binlerce yıl önceki vahşi kedi atalarımdan kalma içgüdülerim bana yardımcı oluyordu. Kulaklarım en uzaktaki sesleri duyabiliyor, burnum yaklaşan değişik hayvanların kokusunu alıyordu. Donanımlıydım ama yuvadan yavrumu alıp giden bir kartal karşısında ne yapabilirdim?
Ertesi gün yiyecek bulmak için ağaçtan aşağıya inmiştim. Çok uzaklaşmamıştım, yavrularımın korkuyla bağrıştıklarını duyunca hemen tekrar ağaca tırmandım. Kocaman siyah bir kartal Süslü’yü kaptığı gibi yükselmiş, uçarak göklerde gözden kaybolmuştu.
Doğa, benim yavrularımı korumak için neler yaptığımdan habersiz, acımasız, umut kırıcı ve vahşiydi. Madem yavrularımı öldürecekti, neden doğmalarına izin vermişti? Lanet olası besin zinciri! Neden bir canlının yaşaması için bir başka canlının ölmesi gerekiyordu? Zavallı yavrularım dehşet ve acılar içinde yabani hayvanlara yem olmuştu.
Artık tek amacım kalan yavrum Topaç’ı korumaktı. Derhâl oradan uzaklaştık. Onu ağzımda taşıyarak yeni bir yuva aradım. En sonunda sık çalılıkların, alçak dalların örtmüş olduğu bir yeraltı sığınağı buldum. Burası belki de bir tavşan ya da köstebek yuvasıydı. Topaç henüz bir aylık saf ve bilgisiz bir yavruydu, onu koruyabilmek için hiç yanından ayrılmıyordum. Yiyecek bulmak için çıktığımda fazla uzaklaşmıyor, hemen yuvaya dönüyordum.
Ormanda bazen kendilerine “avcı” adını veren kıt zekâlı adamlara rastlıyordum. Bunlar her gün mezbahalarda kesilen milyonlarca hayvanı yedikleri hâlde hâlâ ellerinde tüfeklerle ormana gidip yırtıcı hayvanlar gibi avlanmaya çalışıyorlardı. Mesele şu ki, gerçekten avcı olan yırtıcı hayvanların tüfeğe ihtiyacı yoktur, onlar doğal içgüdüleri ve yapıları sayesinde avlanırlar. Bu aptalların ne yırtıcı dişleri ne de pençeleri vardı, bir hayvan kadar hızlı ve çevik değillerdi. Gözleri, kulakları, burunları hayvanlar kadar iyi duyu almıyordu. Ellerindeki tüfekler olmasa hiçbir şey değillerdi. Belki de hiçbir şey olamamanın öfkesiyle başka canlıları öldürüyorlardı. Kıpırdayan her şeye ateş ediyor, sık sık birbirlerini vuruyorlardı.
Bir gün yiyecek aramaya çıktığımda yakından gelen bir tüfek sesi duydum. Sonra bir vahşi hayvanın çığlığı duyuldu. Hayvan yüksek sesle ağlamaya başladı. Çok merak etmiştim, ağaçtan ağaca geçerek olay yerine yaklaştım. Ağacın üstünde yaprakların arasına saklanarak aşağıda olanları izlemeye başladım. İki tane iri yarı adam ellerinde tüfeklerle bir yaban domuzunun yanında duruyordu. Bunlardan biri barınaktan çok iyi tanıdığım Ayı Musa idi. Diğerini tanımıyordum ama o da aynı Ayı Musa’ya benziyordu. Ayı Musa, “Aslan Cabbar, çok iyi atıştı. Hadi bitir şunun işini!” diyerek güldü.
Yerde bir yaban domuzu yatıyor, inliyor, ağlıyordu. Omuzundan vurulmuştu. Biraz ötede çalıların arasında 7-8 tane küçücük yavrusu korku içinde annelerini izliyorlardı.
Cabbar, “Olmaz, biraz eğlenelim.” dedi. Acı çekmesini izleyerek zaferinin tadını çıkaracaktı. Yüzünden çok zevk aldığı anlaşılıyordu, çok mutluydu. Bu zavallı hayvanı vurmakla hayattaki bütün başarısızlıklarının, yetersizliklerinin acısını çıkarmış gibiydi. “Fotoğraf çekelim, sonra köpeklere parçalatırız.”
Anne domuz hiç durmadan ağlıyor, bağırıyordu. Yattığı yerde doğrulup yavrularının yanına yaklaşmaya çalıştı, başaramadı. Pozlar verildi, fotoğraflar çekildi. Cabbar, zaferini kutlamaya doymuyordu. Küçük domuz yavrularından birini ensesinden yakaladı, “Bunları da birer birer…” diyordu ki yavru domuz tiz sesiyle çığlıklar atmaya başladı. O anda ağaçtan adamın tepesine atladım ve kafasını, yüzünü, gözünü, kulaklarını tırmalamaya başladım. Küçücük yavrunun dehşet çığlığı, içimdeki vahşi hayvanı tetiklemişti. Benim yavrularım da ölüme giderken böyle bağırmıştı. Artık ben de vahşi bir hayvan olmuştum. Cabbar neye uğradığını şaşırmış, elindeki yavruyu yere atmıştı. Kafasını, alnını, hatta gözlerini çok fena yaralamıştım. Tepesindeki yırtıcı hayvanı göremiyor, elleriyle yüzünü korumaya çalışıyordu.
Ayı Musa, “Cabbar, bu o kedi!” dedi. “Barınakta bana da böyle saldırmıştı.”
Cabbar yere çökmüş, dizlerinin üzerinde duruyor, elindeki tüfekle rastgele etrafa ateş ediyordu. Ben kafasının üzerinde olduğum için beni vuramıyordu fakat sağa sola ateş ederek benden kurtulmaya çalışıyordu. Birden Ayı Musa yere devrildi.
Bu arada anne domuz sürünerek çalıların arasına, yavrularının yanına gitmişti. İçimdeki bütün öfkeyi, hıncı ve nefreti boşalttıktan sonra herifin kafasını bırakıp ağaca atladım. Anne domuz şimdi topallayarak yürüyor, yavruları ile birlikte oradan uzaklaşıyordu. Cabbar ise yüzündeki kanları elleriyle silmeye çalışarak yerde yatan Ayı Musa’nın başında duruyordu.
Benim yüzümden arkadaşını vurmuştu. Çok iyi etmişim. Zulüm cezasız kalmamalıdır.
İnsanların adalet sistemi bu zalim adama hiçbir ceza vermeyecekti. Hatta yaban domuzu öldürdü diye çoğu bunu alkışlayacaktı. Ama hayvanlar âleminde adalet hızlı işler, bir kediyi incitirseniz derhâl karşılığını alırsınız.
Bir ay Topaç’ı büyütmeye ve korumaya çalışarak geçti. Çok zorlanıyordum. Topaç iki aylık olmuştu ama çok saftı. Babası Toraman gibi cesur ve ataktı, hiç düşünmeden kendisini tehlikelere atacaktı. Ben belki kendimi ormandaki vahşi hayvanlardan kurtarabilirdim ama ya Topaç? Sonunda tilkilere, kurtlara yem olacaktı. Onu başına gelebilecek felaketlerden korumalıydım. Ama ya ben ölürsem o tek başına ne yapardı? Vahşi doğa bize göre değildi, hele küçük bir kedi yavrusu için çok tehlikeliydi. Şehre gitmeliydik.
Evcilleştirilmiş hayvanlar, ormanda yaşayamaz. Onlar vahşi doğa ile insan uygarlığı arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştır. Eskiden kalma içgüdüleri insanlar tarafından törpülenmiş, insanlara hizmet edecek şekilde terbiye edilmiş, doğada kendilerini koruyamayacak hâle getirilmişlerdir.
Uygarlık denilen şey, insanların doğadaki bütün canlıları ve kaynakları kendi çıkarları için kullanmasından ibarettir. Pek az insan diğer canlıların haklarına saygı gösterir. İnsanlar binlerce yıl kedileri kemirgenlere karşı kullanmışlar, bu arada kedileri çok güzel oldukları için sevmişler, evlerine alıp sahiplenmişler. Bunu anlayabiliyorum tabii çünkü dünyada en güzel varlıklar kedilerdir. Ama keşke bizi evcilleştirmeselerdi, doğal yaşam ortamımızda rahat bıraksalardı. Şimdi artık bize ihtiyaçları kalmadığı için evlerinden atıyorlar ve tekrar yabani atalarımız gibi doğada yaşamamızı bekliyorlar ama olmuyor, yapamıyoruz. Minicik Topaç’ın güzelliğine, masumiyetine baktım ve onu derhâl bu vahşi ormandan çıkarıp güvenli bir yere götürmeye karar verdim. Uzaktan ışıkları görülen şehre, Ankara’ya doğru yola çıktık.


9. BÖLÜM
………………
Uzaktan bakıldığında bir şehrin ışıkları ne güzel görünür. Yollar, köprüler, kavşaklar, binalar, parklar insanların; doğanın güçlüklerini alt edip kendilerine rahat bir yaşam alanı inşa ettiklerini, uygarlaştıklarını gösterir. Fakat bir toplumun gerçek uygarlık düzeyi insan davranışlarını gözlemleyerek anlaşılır. İnsanlar birbirlerine ve başka canlılara nasıl davranıyorlar? Uygarlığın ve insaniyetin tek ölçüsü budur.
O gün alışveriş merkezi yine her zamanki gibi kalabalıktı. Bir çay içip dinlenmek için boş bir masa bulup oturmuştum. Herkes elinde telefonlarla kendini göstermeye çalışıyor, sosyal medyada beğeni toplamak için yedikleri yemeğin, satın aldıkları eşyaların fotoğraflarını çekip yayınlıyorlardı. Beğenilmek, toplum tarafından kabul görmek, ilk çağlardan beri insanlar için önemli bir güvence olmuştur çünkü ilkel kabilelerde bireyler birbirlerine yardım ederek, dayanışarak hayatta kalabilmişlerdir. Bir mağaraya yabancı bir insan girse mağara sakinleri onun dış görünüşüne, tipine bakıp dost mu, düşman mı karar veriyorlardı. Yabancı kendilerinden farklı değilse beğenip aralarına kabul ediyorlar ve ömür boyu yaşam güvencesi sağlıyorlardı. Fakat beğenilmeyen ve dışlanan bir insanın o çağda tek başına hayatta kalması çok zordu. Toplum tarafından kabul edilme ve beğenilme arzusu o zamanlardan günümüze kadar devam etmişti. İnsanlar giyim ve kozmetik mağazalarını tıklım tıklım dolduruyor, çalışıp kazandıkları parayı günün modası ne ise ona uyabilmek için harcıyorlardı.
Birden küçük bir çocuğun sesi kalabalığın gürültüsünü bastırdı: “Anne bak ayı, anne bak ayı!” Bir an sessizlik oldu, herkes çocuğun gösterdiği yöne baktı ve gülmeye başladı. Uzun boylu, iri yapılı bir kadın kalın, uzun kahverengi bir kürk manto giymiş, çocuk onu arkadan görünce ayı zannetmişti. Gerçekten de ayıya benziyordu, insanlar biraz da çocuğun doğru tespitine gülmüşlerdi.
Kadın hiç aldırış etmedi. Yanında ona benzeyen bir başka kadın ve iki küçük kız vardı. Ben bu kadınları bir yerlerden tanıyordum ama nereden, bir türlü çıkaramıyordum. Yanımdaki masaya oturdular. Aramızdaki çiçeklikte bulunan yapay bir ağacın dalları birbirimizi görmemizi engelliyordu fakat yüksek sesle konuşmalarını duyuyordum.
“Mercan geç kaldı, burada oturup bekleyelim bari.” dedi ayıya benzeyen kadın. Çok sıcak olmasına rağmen kürkünü çıkarmıyordu. “Çok üşüyorum, kürk giymezsem ısınamıyorum.” diyordu. Günün çocuk modasına uygun giydirilmiş iki küçük kız, kendilerine alınmış olan popüler oyuncaklarla oynuyorlardı. O sırada masaların arasında dolaşmakta olan tekir kediyi görünce kızlardan biri bağırdı: “Islatayım mı şunu?” Elinde su şişesi vardı.
Bu sözleri duyunca, bir anlık şaşkınlıktan sonra bu kadınların kim olduğunu hatırladım. Sadık okuyucum arşivlerden hatırlayacaktır, yirmi yıl önce yan bahçede komşunun kızları Gudubet ve Kazulet (Bu isimleri ben takmıştım.) ellerinde hortumla benim bahçemdeki kedileri görünce “Islatayım mı şunu?” diyerek gülerlerdi. Yirmi yıl geçse de beni çok şaşırtan bu sözleri unutmamıştım çünkü bir genç kız kedi gördü mü sever, ıslatmaz. Ama işte Gudubet ve Kazulet böyle idi ve kızları da aynen onlara benzemişti. Dalların arasından dikkatle baktım: Evet, kürklü olan kadın Gudubet’ti. Diğeri de rüküş giyimine ve saçlarını sarıya boyamasına rağmen hâlâ çok çirkin görünen Kazulet’ti. Annelerine çok benzeyen iki küçük kız oyuncakları paylaşamamış, kavga etmeye başlamışlardı. Onlara da Haset ve Hamaset isimlerini koydum.
Birkaç dakika sonra tanıdık bir yüz onlara katıldı: Manisalı Mercan. O da yanında üç çocukla gelmişti, çocuklar gürültü yapınca birer tokat atıp onları susturuyordu. Bu kadınların arkadaş olmalarına hiç şaşırmamıştım; tencere yine yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Yüksek sesle bağıra bağıra konuşmaları duyuluyordu:
“Seninki yine gözaltına alınmış, ne oldu tutuklandı mı?”
“Yok, canım. Para cezası ödeyecek sadece. Köpek dövüştürdü diye kim hapse girmiş? Köpekler zaten hep dövüşür, n’olacak? Ayı Musa’yı öldürdü ama o da av kazasıydı. Ormanda yırtıcı bir hayvan; üzerine atlayınca ateş etmiş, yanlışlıkla Ayı Musa’yı vurmuş. Ona da hiç üzülmedim doğrusu, çok kötü bir insandı. Neyse, mesele nedir? Anlatın bakalım.”
Hararetle konuşmaya başladılar: Gudubet’in kocası onu Marine adlı bir kadınla aldatıyormuş. Ne saçma, Marine diye isim olur mu? Gudubet, kocasının cebinde bir not bulmuş, getirmişti. Kazulet notu aldı; ağır ağır, güçlükle okumaya başladı:
“Sevgilim, saat 3’te her zamanki yerde,
Marina.”
“Marina değil, Marine” diye atıldı Gudubet.
Anlaşılan el yazısı bozuk biriydi. Üç kadın da notun altındaki ismi okuyamıyor, biri Marisa diyor, diğeri Mariya diyordu.
Manisalı Mercan, arkadaşının aldatılmasına çok kızmıştı. Hiddetten köpürüyor, adama küfürler ediyordu:
“Ben senin yerinde olsam o herife yapacağımı bilirdim. Cabbar beni aldatırsa dünyayı ona dar ederim.”
“Ne yaparsın?” diye merakla sordu iki kadın.
Manisalı Mercan bir otorite olarak kendisine fikrinin sorulmasından çok hoşlanmıştı. Kendini kaptırıp coşkuyla anlatmaya başladı:
“Önce iyi bir dayak. Kemiklerini kırarım. Ciğerini söker ona yediririm. Ayak parmaklarını teker teker kırar, piyano gibi çalarım. Kulaklarını koparıp ezer, hamur yaparım. Parçalarını tek tek mandalla ipe asarım.”
“Sonra?”
“Sonra hayatını, işini, her şeyini mahvederim. Mahkemede onun hayatı boyunca işlediği bütün suçları sayar dökerim. O hayvanseverler Cabbar’ı köpek dövüştürmekten hapsettireceklerini sanıyorlar. Bilseler onun daha ne suçları var… Dükkânın hesap defterlerini, vergi kaçakçılığını, sattığı ruhsatsız silahları, kaçak avcılığını, yasak hayvan ticaretini, kumarını, köpek dövüşlerini, hırsızlıklarını… Hepsini anlatır, hapse attırırım. Ama bitmedi.”
“Yaa. Sonra?”
“Ömür boyu nafaka alırım. Yedi tane çocuğun geçimini karşılayacak. Tabii benim de.”
Manisalı Mercan’ın yüzünde büyük zafer kazanmış bir devlet adamının gururlu ve mutlu ifadesi vardı. Bu sözlerinden çok zevk aldığı belliydi. O zaman anladım ki Cabbar gibi kötü bir insana hukuk yoluyla, yasalarla ceza vermeye çalışmak yerine karısının adaletine teslim etmek daha doğru olacaktı. Cabbar, Müjgân ile birlikte olduğu bir gün karısı tarafından yakalanmalıydı.
Çocuklar kavga ettikçe anneleri onları daha fazla dövüyordu. Alışveriş merkezinde bulunan insanlar rahatsız olmaya başlamıştı. Mercan’ın oğlu Gudubet’in kızının saçını çekip bir de tekme atınca kız çığlık attı. Mercan kalktı, “Ben sana demedim mi küçüklere vurmayacaksın!” diye bağırarak çocuğun yüzüne iki tokat attı. Bu çocuk Arda idi, aylar önce yavru kediyi kuyuya atan Arda. Bunların elinden kurtardığım Dogo, yavru kediyi yerin altından çıkarıp bana getirmişti. Ah Tırmık, şimdi neredesin? Her yer tehlikelerle dolu! Küçük çocuklar bile senin karşında birer canavar.
Zaten Cabbar ve Mercan gibi insanların yetiştirdiği çocuklardan ne beklenir? Yedi tane çocukları vardı. Cabbar yaptığı kötülükler için cezalandırılsa bile neye yarardı? Arkasından yedi tane küçük Cabbar geliyordu. Dayakla, azarla, aşağılamayla büyütülmüş, ruhsal gelişimini tamamlayamamış yarım insanlar. Bunlar hayvanlara eziyet ederek kendi değerlerini ispat etmeye çalışan çocuklardı. Aileleri onlara değer vermemişti, onlar da kendilerinden daha güçsüz olanlar üzerinde kaba kuvvet kullanarak kendilerini güçlü ve değerli hissediyorlardı.
Eve dönüp günlük işleri yapmaya devam ettim.
Hasta güvercin Yeşim artık iyileşmişti. Odanın içinde kanatlarını çırpıyor, uçma denemeleri yapıyordu. Önceleri fazla uçamayıp düşüyordu fakat birkaç gün içinde kuvvetini toplayıp gayet iyi uçmaya başladı. Acaba dışarıda yaşayabilir miydi? Başına bir şey gelir korkusuyla bir süre daha evde tutmayı düşünüyordum fakat sürekli kanatlarını çırpıyor; odanın içinde değil, sınırsız göklerde uçmak istiyordu. Hangisi gerçek sevgi, bilen var mı? Sevdiğine bir şey olmasın diye hapsedip korumak mı, özgür bırakmak mı kendi mutluluğunu yaşasın diye? En doğrusu kendi kanatlarıyla uçabilene kadar korumak, sonra bırakmaktı. Balkonda bir deneme yapmaya karar verdim. Kafesin kapısını açtım, çıkmasını bekledim. Bir ay boyunca kapalı yerde yaşamış olan kuş, ürkek adımlarla yürüyerek kafesten çıktı, balkonun kenarlarında dolaşmaya başladı. Durup uzun uzun etrafı seyretti. Sonra birden havalandı, uçtu, yandaki evin çatısına kondu. Orada bir süre durup son defa bana baktı, sonra tekrar havalandı, yükseklerde küçük bir nokta olana kadar hızla yükseldi, gözden kayboldu. Sevinç ve hüzün bir arada yaşanabilir mi? Evet, Yeşim’in iyileşmesi, uçabilmesi çok güzel bir şeydi ama ayrılıp gitmesi de bir o kadar üzmüştü.














10. BÖLÜM
………………..
Şehre girdiğimiz gün sevinç ve hüznü bir arada yaşadım. Topaç’la birlikte birkaç gün yürüdükten sonra şehre varmıştık. Bir parkta köpek saldırısına uğradık. Daha doğrusu bir grup çocuk, köpekleri bize saldırttı. İkimiz de ağaca çıkmıştık fakat çocuklar ellerinde sopalarla bizi aşağıya köpeklerin önüne düşürmeye çalışıyorlardı. Ben tırnaklarımla sıkı sıkı tutunuyordum fakat Topaç henüz çok küçüktü, daha iki aylıktı. Ağacın üzerinde daha fazla kalamayacaktı. Aşağıya düşerse o kadar köpekle ve çocuklarla nasıl mücadele eder, onu nasıl korurdum? Neyse ki bir kadın yaklaştı ve çocukları şiddetle azarlayarak uzaklaştırdı. Çok kızmıştı. Yanında küçük bir kız vardı. Ağacın üzerinde hiç gizlenmeden duran Topaç’ı görmüşlerdi, ben ise yaprakların arasında saklanmıştım. Küçük kız Topaç’a bayılmıştı, gördüğü andan itibaren “Anne n’olur eve götürelim, n’olur alalım!” diye yalvarmaya başlamıştı. Kadın; çantasından mama çıkardı, yere döktü, Topaç’ı çağırdılar. Bizim saf Topaç hemen ağaçtan indi, mamayı yemeye başladı. Ah benim akılsız oğlum, aynı babana çekmişsin. O da böyle korkusuz ve ataktı, hiç düşünmeden her yere atlardı. Ben bu yavruyu tehlikelerden nasıl koruyacaktım?
Topaç mamayı iştahla ve hızla yiyordu. Doyunca kadının bacaklarına sürünerek mırlamaya başladı. O kadar mutluydu ki gırıl gırıl sesini yukarıda ağaçta olduğum hâlde duyabiliyordum.
Kadın yere uzandı Topaç’ı iki eliyle kaldırdı, “Ah yavrum, senin kimsen yok mu, bu minicik hâlinle ne yaparsın nasıl yaşarsın?” dedi. Sonra derin derin içine çekerek koklayıp öptü, göğsüne bastırdı. O zaman Topaç’ı bu kadına teslim etmeye karar verdim. Bazı insanlar kediye dokunamaz, bazıları uzaktan parmaklarını değdirir ama eğer bir insan derin derin koklayıp öperek göğsüne basıyorsa o gerçekten kedileri seviyor demektir. Topaç benimle kalırsa ne şansı olabilirdi? Sokaklarda açlık çekecek, belki ezilecek, belki zehirlenecekti. Belki hiçbir zaman eski yuvamı bulamayacaktım. Ya bana bir şey olursa Topaç tek başına ne yapardı?
Kadın etrafa bakınıyor, “Acaba annesi nerede?” diyordu. “Annesi varsa alamayız, küçük bir yavruyu annesinden ayırmak istemem.”
Anne kız uzun süre pisi pisi diye dolanarak yavrunun annesini, yani beni bulmaya çalıştılar. Ellerinde yiyecek de vardı ama açlıktan bayılacak durumda olduğum hâlde ağaçtan inmedim. “Topaç’ı al götür, kurtar onu.” diye içimden yalvarıyordum. Ortaya çıksaydım “Annesi varmış.” diye ikimizi de sokakta bırakacaklardı.
Dakikalar sonra çevrede annesinin olmadığına ikna olunca Topaç’ı alıp eve götürmeye karar verdiler. Küçük kız sevinçten uçuyordu, hoplayıp zıplayarak “Anne gece benimle yatsın, olur mu?” diyordu. Üçü de çok mutluydu. Onlar uzaklaşana kadar ağaçtan inmedim.
Aynı anda sevinç ve hüzün yaşıyordum. Topaç yuvasına gitmişti, hayatı kurtulmuştu. Ama ben son yavrumdan da ayrılmış, tek başıma kalmıştım.
Şimdi artık bütün amacım yuvama dönmek, Gügü’ye kavuşmaktı. Aynı şehirdeydik fakat binlerce sokak, yüzbinlerce ev ve milyonlarca insan vardı. Şehirler küçük olsaydı her şey ne kadar kolay olurdu. Her gün birkaç sokak dolaşıyordum. Ömrümün sonuna kadar evimi arayacaktım. Gügü, sen de beni arıyor musun? Peşimden sokaklara düşüp bütün şehri dolaştın mı? “Tırmık!” diye seslensen duyarım, hemen sana koşarım.
Belki de beni unutmuştur. Yok, yok. Bu mümkün değil. Bir kedi olarak bunu hissediyorum, o da beni arıyor, biliyorum. Bir gün mutlaka kavuşacağız.
Her gece bu düşüncelere dalarak kuytu bir köşede uyuyakalıyordum. Sabahın ilk ışıklarıyla kalkıp yola koyuluyordum. İnsanlar hızlı adımlarla işlerine, okullarına gidiyorlardı. Bazıları beni görünce eğilip sevgiyle başımı okşuyor, bazıları bir tekme savurup yoluna devam ediyordu. Birçok tekme darbesinden çevikliğim sayesinde kurtulmuştum fakat birkaç keresinde çok canım acıdı.
Bazı insanlar kedilerden çok rahatsız oluyorlardı. Kimisi taş atarak, kimisi su dökerek kedileri kovalıyordu. Bir gün 4-5 tane sokak kedisinin bir apartmanın altında mama yediğini gördüm. Ben de usulca yaklaşıp yemeğe başladım. Hayvanları seven birisi bizim için kuru mama ve su bırakmıştı. Hepimiz çok açtık fakat yerken bir yandan da etrafa bakıyorduk, her an bir tekme veya taş gelebilirdi. Gerçekten de gudubet bir kadın elinde çaydanlıkla bize yaklaştı ve “Alıştırmayın bunları buraya, bin defa söyledik size!” diye bağırdı. Geceliğinin üzerine kürk giymişti! Çaydanlıktaki kaynar suyu tek tek her birimizin üzerine döktü. Sırtım yanmıştı. Çirkin kadın arkasını dönüp apartmana doğru yürümeye başlamıştı. O acıyla şimşek gibi fırlayıp kadının arkasından omzuna atlamaya çalıştım ama kürkü omuzlarından aşağı kayınca dengemi kaybettim. Kadın apartman kapısından geri döndü, çaydanlıkta kalan suyu da üzerimize attı. O sırada gözü yoldan geçen bir arabaya takıldı:
“Vay vay vay, bu bizim Cabbar değil mi? Yanındaki kızıl saçlı da kim öyle?”
Hemen fotoğraf çekti ve telefonla birisini arayıp konuşmaya başladı:
“Mercan, bak kocan neler yapıyor! Arabada bu hatunla sarmaş dolaş öpüşüyorlardı. Sana fotoğrafları gönderiyorum.”
Kadın çok mutlu görünüyordu ama benim sırtım yanmıştı, dokuz canımın altıncısını da kaybetmiştim. Bir daha o apartmanın semtine uğramadım.
Günlerce sokak sokak dolaştım. Çoğu zaman aç kalıyordum, çöplerin içinde yiyecek bir şey bulunmuyordu ancak bir hayvansever sokağa mama bırakırsa karnımız doyuyordu. Bir gün dört beş kedinin bir çöp bidonu yanında iştahla yemek yediklerini gördüm Bu çok sevdiğim yaş mamaydı. Hemen yanaşıp ben de yemeye çalıştım. Uzun zamandır ilk defa lezzetli bir şey yiyordum ama diğer kedilerden bana hemen hemen hiç kalmamıştı. Çok az bir parça yiyebilmiştim. Hemen sonra şiddetli bir kasılma ile kustum. Midem boşalmıştı ama kasılmalar bitmiyordu, o kadar titriyordum ki çenem takır takır vurmaktan ağrımaya başlamıştı. Ağzımdan köpükler geliyordu. Diğer kediler de benim gibi şiddetle kasılıyor, bazıları ters dönüyor, taklalar atıyorlardı. Gözleri kocaman açılmış, tuhaf sesler çıkararak nefes almaya çalışıyorlardı. Fakat sanki ciğerleri felç olmuş gibiydi. En sonunda hareketsiz kalıp kaskatı oldular.
Bütün eklemlerim, kemiklerim ağrıyordu. Öleceğimi anlamıştım ama inanamıyordum. Daha bir yaşında bile değildim. Burada böyle mi ölecektim? Yaşamım, varlığım, hayallerim, duygularım, her şeyim yok olacaktı. Evime kavuşamadan, son bir kez sevilmeden… Dokuz canımdan yedincisi de gitmişti.
Yumuşacık bir elin bana dokunduğunu, beni yerden kaldırdığını hissettim. Gözlerimi açtığımda kendimi bir kafesin içinde küçük bir yatakta buldum. Kolumdan serum veriliyordu. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Odaya giren yeşil kıyafetli kadın “Bu kurtuldu. Biraz daha takviye yapalım.” dedi. Beni birkaç gün orada tuttular. Çok güzel bir mama veriyorlardı. Sırtımdaki yanık yarasını da tedavi etmişlerdi. Sonra bir parka götürüp bıraktılar.
Şimdi kendimi çok güçlü ve sağlıklı hissediyordum. Parka her gün birileri kuru mama ve su bırakıyordu. Birçok kedi vardı, karnımız doyunca neşeyle ağaçlara çıkıp oyunlar oynuyorduk. Sonra hava soğudu, kar yağmaya başladı. Patilerimiz ıslanıyor, donuyor, uyuşuyordu. Isınacak bir yer bulamıyordum. Kışı dışarıda geçiremezdim, mutlaka yuvamı bulmalıydım.
Yine yollara düşmüştüm, gece gündüz sokak sokak dolaşıp evimi arıyordum. Geceleri karanlıktan korkmuyordum çünkü biz kediler karanlıkta görebiliriz. İnsanlar hiçbir şey göremedikleri için korkarlar ve karanlığın tehlikelerle dolu olduğunu düşünürler. Zaten insanlar görmedikleri ve bilmedikleri şeylerden korkarlar. Biz ise gördüğümüz şeylerden korkarız. Şehir hayatının karanlık gecelerinde bu gözler neler gördü…
Bir gece korkunç suratlı bir adamın bir kadını kovaladığını gördüm. Kadın kaçıyor, adam elinde bir bıçakla peşinden koşuyordu. Kadın fazla uzaklaşamadan yere yığıldı. Ölmüştü. Adam hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Ben kenarda kaldırımda oturuyordum. Önümden geçerken birden bana döndü, sırıttı ve şiddetli bir tekme ile beni havaya uçurdu. Aniden içimde korkunç bir öfke ve kin patladı, çığ gibi büyüdü, sanki bütün çektiğim acıların sorumlusu bu herifti. Kötüydü, bir kediyi tekmeleyecek kadar kötüydü. O tekme bir kedinin kemiklerini kırabilirdi fakat o arkasını dönmüş, hiçbir şey olmamış gibi yürüyordu. Hiç düşünmeden arkasından koştum, sırtına atladım, omzuna çıkıp tırnaklarımı bütün gücümle dazlak kafasına geçirdim. Canı çok yanmıştı, “Ah!” diye bir çığlık attı. O hınçla tırnaklarımı kafasına iyice geçirip kulağını ısırdım, başını yana doğru çevirince gözüne de bir pençe attım. Her yerinden kanlar fışkırıyordu. Kıpkırmızı kanları görünce yabani kedi atalarımdan bana miras kalmış olan içgüdüyle coşarak daha çok, daha çok tırmaladım. Adam elleriyle gövdemden tutmuş, beni yere atmaya çalışıyordu ama tırnaklarımla kafasına iyice yapışmıştım. Bana attığı tekmenin acısını çıkaracaktım. Ne yapsam içimdeki hınç ve öfke bitmiyordu. Artık ben de vahşileşmiştim, gördüğüm zulümler beni de çıldırtmıştı, daha önce hiç kimseyi bu kadar hırsla ve öfkeyle tırmalamamıştım. Vahşete vahşet. Herifin kafasından, kulaklarından, alnından oluk oluk kanlar akıyor, siyah deri ceketinin üzerinden süzülüp yere damlıyordu. Yorulunca bıraktım, kan revan içinde sendeleyerek uzaklaştı gitti.












11. BÖLÜM
…………………
O güne müthiş bir haberle başladım: Kurukafa yakalanmıştı! Hem de bir kedi sayesinde! Televizyon ve internet haberleri şöyle diyordu: “Yıllardır aranan Ankara canavarı nihayet bir kedi sayesinde yakalandı.”
Kedi mi? Nasıl yani? Şaka mı bu? Gözlerime inanamıyordum.
“Bir kadın cesedi bulan polis, katilin izini yollardaki kan damlaları sayesinde buldu. Polis yerdeki kan izlerini takip ederek katili saklandığı yerde yakaladı. Yakalanan katil, ifadesinde bir kedinin arkasından omzuna atlayıp kafasını, yüzünü tırmaladığını, kanattığını söyledi.”
Bu Tırmık! Biliyorum yaşıyorsun Tırmık! Seni bulacağım. Ömrümün sonuna kadar da sürse seni arayıp bulacağım.
Tırmık sayesinde beni yok etmeye çalışan azılı katil yakalanmıştı. Kurukafa ya da Dazlak Kâmil, uzun süre hapiste kalacaktı. Birçok yaralama, gasp ve cinayet suçundan yargılanacaktı. Ayı Musa da ölmüştü. Cabbar ise sadece bir para cezası ödeyip serbest bırakılmıştı. Komşuların dedikodularından anladığım kadarıyla Manisalı Mercan’a Müjgân hakkındaki bilgileri birisi vermiş, fakat Mercan hiçbir şey yapmamış. “Benim kocam aldatmaz.” diyormuş.
Bu üç adamdan hangisi daha kötüydü? Üçü de gözünü kırpmadan can alabilen duygusuz insanlardı. Kendilerinden daha güçsüz olan insanlara ve hayvanlara karşı gaddarca, acımasızca, saygısızca saldırıyor; tekme tokat dayak atıyor, ya bıçaklıyor ya da silahla öldürüyorlardı. Bu cani ruhlu insanları eğitmek, ruhlarını tedavi etmek mümkün müdür? Yoksa cezalandırıp bedel ödetmek yeterli midir? Çoğu zaman ilkel adalet duygumuzla onlara da aynı kötülüğü yapmak isteriz. Köpeğin kulağını mı kesmiş; en merhametli, hassas insanlar bile aniden vahşileşir: “Onun da kulağını kesin de görsün, kısasa kısas!” diye feryat ederler, misilleme isterler. İçimizdeki vahşi yaratık sosyal terbiye ve eğitimle baskılanmış fakat yok edilememiştir.
Cabbar hapse girse, bir daha kötülük yapma fırsatı bulamasa bile arkasından gelen yedi tane çocuğu vardı. Yedi tane küçük Cabbar. Onlar da aynı babaları gibi duygusuz, zalim ve acımasızdı. Şiddet ortamında büyüyorlardı. Zehirli kimyasallarla beslenip anormal boyutlarda büyüyen canavarlaşmış yaratıklar gibi şiddetle beslenmiş çocuklar da büyüyünce birer canavar oluyordu. Henüz sekiz yaşında olan Arda, evde gördüğü şiddetin hıncını küçük hayvanlardan alıyordu. Cabbar’ın on üç on beş yaşlarında olan daha büyük çocukları da sokaklarda köpekleri dövüştürmeye çalışıyorlardı. Babalarından böyle görmüşlerdi. Acaba Cabbar da gaddarlığı babasından mı öğrenmişti? Kötü huylar, yanlış davranışlar nesilden nesile aktarılarak büyüyor; öfke, kin ve intikam duygularıyla dolu bir şiddet toplumu yaratıyordu. Ne kadar sorunumuz varsa hepsi yanlış çocuk yetiştirme tarzlarından kaynaklanıyordu.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir ama açıkçası o gün olacakları hiç tahmin etmemiştim.
Komşuların çocukları ağlayarak kapıma geldiler. Ellerinde yaralı bir kedi yavrusu vardı. Arda yavru kediyi yakalamış, sokaktaki köpeklerin önüne atmış, babasından öğrendiği gibi köpekleri dövüştürmeye çalışıyormuş. Hemen veteriner hekimi arayıp yavruyu kliniğe gönderdim. Sonra hiddetle bu belalı insanların evine gittim. Artık bu çocuğun hayvanlara yaptığı eziyetlere son verme zamanı gelmişti. Önce ana babayı uyaracak, eğer çocuklarının davranışlarını düzeltmezlerse savcılığa suç duyurusunda bulunup resmi kurumların konuya el koymasını isteyecektim.
Kapıyı büyük kız açtı. Yüzündeki morluklar dikkatimi çekmişti. “Herhâlde kardeşleriyle kavga ediyordur.” diye düşündüm. Cabbar kapıya geldi, beni görünce yüzünü ekşitti, “Yine mi sen?” dedi. “Her yerde karşıma sen çıkıyorsun, yine ne istiyorsun?”
“Arda bir kedi yavrusunu köpeklerin önüne atmış.” dedim. “Köpekleri dövüştürmeye çalışıyormuş.”
Arkada duran karısı Mercan’ın da kızı gibi bir gözü morarmıştı. Sesini çıkarmadan bizi izliyordu. Belli ki Cabbar hepsini dövmüştü. Yalnız olsaydım beni de döverdi ama arkamda olayı duyan komşular birikmişti. Cabbar alaylı bir sesle, “Eee, n’olmuş yani?” dedi.
Kapıdan içeriye baktığımda Arda’nın bir av tüfeğini kurcaladığını gördüm. Dehşet içinde, “Siz ne yapıyorsunuz? Küçük çocuğun eline silah verilir mi?” diye bağırdım.
Evdeki çocukların hepsi dönüp Arda’ya baktı. Arda gördüğü ilgiden çok memnun olmuştu. Şimdi bir kahraman olma fırsatı yakalamıştı. Elindeki tüfeği bana doğrulttu, gülerek “Vurayım mı şunu?” dedi.
Cabbar ise benim sözlerime sinirlenmişti, hızla bana doğru yürüyüp ellerini boğazıma uzattı, “Sana ne?” diye bağırdı. Bunlar son sözleri oldu. Kulakları sağır eden bir patlama sesi ile birlikte o dev cüsseli adam bir anda yere yığıldı. Arda bana nişan almış ama son anda üzerime yürüyen babasını vurmuştu.
Su testisi su yolunda kırılırmış. Sorunlarını çözmek için kaba kuvvet kullanmaktan başka bir yol bilmeyen bu insanlar en sonunda birbirlerini yok ediyorlardı. Devlet kurumları bu aileye psikolojik destek ve terapi sağladı ama ne kadar yardım edebildiler, bilmiyorum.
Günler geçti. Tırmık gideli on ay olmuştu ama yine de umudum vardı. Sosyal medyaya ilanlar vermiş, şehrin dört bir yanına resimli kayıp ilanları asmıştım. Ankara’nın her yerinde Tırmık ve oyuncak ayısının fotoğrafı asılıydı. Her gün telefonun çalmasını bekliyordum.






12. BÖLÜM
………………..
Ah Gügü, acaba sen de beni benim seni aradığım gibi arıyor musun? Acaba Toraman nerede, hâlâ barınakta mı? Topaç şimdi ne yapıyordur? Ankara sokaklarında günlerdir dolaşıyor; iyi insanlara rastladıkça mama, kötü insanlara rastladıkça tekme yiyordum. Başıma gelen her felaketten sonra “Artık bundan daha kötüsü olamaz.” diyordum ama oluyordu. Trafikten kendimi korumayı öğrenmiştim, arabalardan uzak duruyordum fakat haydut kılıklı bir herif ben yolun kenarında otururken öyle kuvvetli bir tekme attı ki havaya savruldum ve hızla geçmekte olan bir arabanın önüne düştüm. Tekerleklerden canımı kurtardım ama arka bacaklarımdan biri kırılmıştı.
Dokuz canımdan sekizi gitmiş, son bir tane kalmıştı. Ne yapıp edip evime dönmek, kalan hayatımı orada huzur ve güven içinde yaşamak istiyordum. Kırık bacağım havada sallanıyordu, diğer üç bacağıma basarak yürüyordum. Artık gündüzleri saklanıyor, geceleri kimse yokken sokak sokak geziyor, evimi arıyordum.
Bazen bacağımın acısı, bazen açlığın dayanılmazlığı üstün geliyor, bazen de geceleri aç gezen perişan köpek sürüleri karşısında dehşete kapılıyor, hemen saklanıyordum. Kırık bacakla ağaçlara tırmanmak zordu ama yine de bütün gayretimle ön ayaklarımla tutunarak ağaç tepelerine çıkıp uzun süre bekliyordum. En güvenli yer burasıydı.
Kırık bacakla idare edebileceğimi düşünmüştüm fakat giderek kötüleşiyordu, şişmiş ve ağırlaşmıştı. Artık bacağımı hiç hissetmiyordum, öylece bir kütük gibi sürüklüyordum. Açlıktan çok susuzluk beni zorluyordu. Milyonlarca insanın yaşadığı koca şehirde içebileceğim bir damla su bulamıyordum.
Kaç gün, kaç gece böyle geçti bilmiyorum. Çok hâlsizdim. Artık canımdan bezmiştim.
Amaçsız, boş bir çuval gibi sürükleniyordum. Bir damla çamurlu su görsem sürünerek oraya gidip yalıyor, sonra yığılıp kalıyordum. En sonunda hiç mecalim kalmamıştı, bir ağacın dibinde yatıp kalmıştım. Buraya kadarmış. Bir sokak kedisi ne kadar yaşayabilir ki? Dokuz canı olsa bile dokuzunu da kaybeder. Kaybetmek için doğmuştur o. Üç yavrusu olsa ikisi ölür. Yiyecek bulsa taş atıp, kaynar su döküp kovarlar. Çoluk çocuk tekme atar, geçer gider, kedi kırık kemiklerle kalakalır. Bizi her koşulda hayatta kalmaya zorlayan o önüne geçilmesi zor yaşama içgüdüsü, hayatta kalma savaşı ne kadar anlamsız. Ne için yaşayacaktım? Her gün tekmelenmek için mi? Evimi çok aramış, bulamamıştım, artık ümidimi kesmiştim. Sadece beni bekleyen sonun bir an önce yaklaşmasını istiyordum. Yakıcı güneşten kaçmak için bir ağacın gölgesine doğru sürünerek ilerledim. Su bulamamıştım, “Hiç olmazsa bir gölgede durayım.” diyordum.
Artık yattığım yerde ölümü bekleyecektim. Ağacın altında upuzun yattım. Bir süre sonra
sesler duyuldu, kaçmak istedim, kıpırdayamadım. Bir tehlike sezince ağaca çıkmam gerekirdi ama sadece ön patilerimi ağaca dayayıp yukarı bakabildim. Ve ağaca asılmış bir kâğıtta kırmızı pelerinli ayımı gördüm. Ayıcık! Benim ayıcığım! Sesler yaklaştı. Bunlar üç tane gürültücü genç kızdı.
“Aa, bakın bu kedi şu fotoğraftakinin aynısı değil mi?” dedi bir tanesi. O zaman ayıcığın yanında duran siyah beyaz kediyi de gördüm. Aynı bana benziyordu ama o canlıydı, temizdi, gözleri pırıl pırıldı.
“Benziyor ama bu çok zayıf ve pis.”
“Belki kaybolunca zayıflamıştır.”
“Yok ya, bu sokak kedisi!”
“Bulana ödül vereceklermiş, arayalım bakalım. Sahibi çok seviyormuş, insaniyet namına arayın diyor.”
Kızlar telefonda konuşurken ben hâlâ fotoğrafa bakıyordum. O güzel kedinin ben olduğuna inanamıyordum. Ne hâle gelmiştim. Evden kaçmış, aylarca felaketten felakete uğramıştım. Şimdi tanınmaz hâldeydim. Bütün yaşadıklarımdan sonra bir daha hiçbir zaman o eski neşeli, oyuncu, tasasız yavru kedi olmayacaktım.
Çok geçmeden bir araba geldi. İçinden Gügü ve bir adam indi. Gügü beni görür görmez ağlamaya başladı. Onun sesini duyduğumda bütün acılarımı unuttum ve miyavlayarak başıma gelenleri anlatmaya başladım. Adam da çok sevinmişti ama o ağladığını belli etmedi. Beni önce tedaviye götürdüler, kırık bacağım ameliyat edildi, zamanla iyileştim, toparlandım.
Klinikten çıkıp eve gittiğimde beni çok güzel bir sürpriz bekliyordu: Toraman da buradaydı. Gügü onu barınaktan kurtarmıştı. Hayat nihayet bana gülmüştü. Üstelik güzel sürprizlerle ödüllendirmişti. Gügü’ye, yuvama kavuşmanın mutluluğunun üzerine, tek aşkım Toraman’ı da burada bulmuştum. Fakat bu kadar değil, dahası da var. Bir gün Gügü’nün arkadaşı Melike ve küçük kızı ziyarete geldiler. Onları görür görmez tanıdım: Bunlar parkta Topaç’ı alan anne kızdı. İkisi de Toraman’ı görünce şaşkınlık içinde çığlıklar attılar:
“Anne bak, patileri beyaz, burnu da aynı Tombik!”
“Aaa, evet, bu bizim Tombik’in aynısı!”
Sonra oturup Gügü’ye Tombik’in fotoğraflarını gösterdiler. Ben de Gügü’nün omzuna atlayıp baktım: Melike’nin telefonunda Topaç’ın yüzlerce fotoğrafı vardı. Yavrum büyümüş, aynı babası gibi güzel bir kedi olmuştu. Mutlu, güvenli bir yuvada yaşıyordu.
Gügü, “Evet, gerçekten de Toraman’ın aynısı. Çok tombik, topaç gibi!” dedi.
Diyeceksiniz ki bu kadar da tesadüf olmaz. Bu tesadüf değil ki! Doğal olarak hayvanları seven iyi insanlar birbirlerinin dostu olur. Dünya var olduğundan beri iyi insanlar birleşerek kötü insanlarla mücadele eder ve edecektir. Onlar, vahşi şiddet içgüdülerini sevgi, anlayış ve merhamet duyguları ile silebilmiş, tüm canlıların haklarına saygı gösteren insanlardır. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle birlikte olur. Bu böyledir ve bütün kediler bunu bilir.
                                                     SON
Tırmık bugün iki yaşında. Toraman ve diğer arkadaşları ile birlikte yuvasında yaşıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Karanlığa Kaçış, 2025

Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim.  Karan...