İlk basım: 1999 (Şikâyet-i Fettâne)
İkinci basım: 2000 (Hepimiz Aynı Gemideyiz) Bir bölüm:
VERİLMİŞ SADAKAM VARMIŞ
Yolculuğu hiç sevmem, bana kalsa evimden dışarı bile çıkmam. Fakat mesleğim gereği senede bir iki defa yurt dışındaki konferanslarda tebliğ sunmaya giderim. Bu uluslararası konferanslara dünyanın dört bir yanından bilim adamları, bürokratlar, uzmanlar gelir; sırayla konuşurlar ve birbirlerini dinlermiş gibi yaparlar. Bir keresinde, Cenevre’de bir kalkınma konferansında, İsviçreli bir profesör konuşurken yanımda oturan Afrikalı temsilci ile Uzak Doğulu bir uzman, adam asmaca oynamışlardı. Arkamda oturan ufak tefek, çekik gözlü, dişlek bir Tibetli de beni gözüne kestirmiş, “Akşam otelde odama gelir misin?” diye samimi bir not yollamıştı.
Bir başka sene, Atina’da çevre sorunları ile ilgili bir konferans büyük bir gemide yapılmıştı. Bir yandan adaları geziyor, bir yandan tebliğlerimizi sunuyorduk. Benim konum, “global çevrenin korunmasında uluslararası işbirliğinin önemi” idi. Sözlerime, “Bayanlar, baylar; her ne kadar ayrı uluslardan olsak da işte gördüğünüz gibi hepimiz aynı gemideyiz.” diye başlayınca müthiş bir alkış kopmuştu. Bu kadar basit bir sözü niye o kadar alkışladıklarını hâlâ anlamış değilim.
Neyse, son yıllarda “Sürdürülebilir Kalkınma” üzerine çalışıyordum ve bu konuda Paris’te bir konferans yapılacağını duyunca, “Kapitalist Sistemde Sürdürülebilir Kalkınmanın İmkânsızlığı” adlı araştırmamı sunmak üzere katılmaya karar vermiştim. Bu konuda makalelerim de yayınlanmıştı: “Sürdürülebilir Kalkınma Gerçekten Sürdürülebilir mi?”, “Sürdürülebilir Kalkınmanın Sürdürülemezliği Üzerine Bir Analiz” ve “Sürdürsek de mi Kalkınsak, Sürdürmesek de mi Kalkınsak?”
Paris yolculuğum üç gün sürecekti. Yolculuk günü geldiğinde evdeki kedilerin, köpeklerin üç günlük yemeğini hazırlamış, Yılmaz’a ve Merdane Hanım’a talimatlarımı vermiştim. Uçak biletim, pasaportum, bavulum hazırdı. Uçağın kalkmasına üç saat kala son kontrolleri yaptığımda tebliğ notlarımın yerinde olmadığını fark ettim. Gece, notları yazdıktan sonra masanın üzerinde bırakmıştım ve Kartopu oralarda geziniyordu. Doğru bahçeye koştum. Kartopu’nun zulasında kemirilmiş bir ayakkabım, Yılmaz’ın çorapları ve bir sürü kemik parçası ile birlikte etrafa dağılmış, parçalanmış ve buruşmuş olan notlarımı buldum. Havaalanı otobüsüne yetişmem gerekiyordu. Notlarımı toparlayıp düzelttiğimde uçağın kalkmasına iki buçuk saat kalmıştı. Tam çıkacağım sırada Kartopu’nun, açık unuttuğum bahçe kapısından dışarı çılgınlar gibi koşarak çıktığını gördüm.
Dehşet içinde kalmıştım. O anda olabilecek en kötü şey buydu çünkü serbest kalmış Kartopu, ürkmüş bir fil sürüsünden beterdir, bütün mahalleyi birbirine katar. Fakat hemen ardından daha da kötüsü gerçekleşti: Liderlerinin son hızla koşarak dışarı çıktığını gören sadık neferler Afacan ve Şampanya da seferber olmuş, açık kapıdan dışarı fırlamışlardı.
Üçüncü Dünya Savaşı çıksa bu kadar korkmazdım. Çünkü nükleer bir patlamada hemen buharlaşıp atmosfere karışıyorsunuz, etrafta komşu falan da kalmıyor. Fakat köpekleriniz yüzünden komşularla takışmak çok korkunç bir şeydir. Şimdi bizimkiler dilleri bir karış dışarıda, kulakları ine kalka, sokaklarda dörtnala koşturacaklardı. Sakın “Koşsunlar, sokaklar koşmakla aşınmaz.” demeyin, bunlar ajan provokatörlüğü de çok iyi yapıyor, mahallenin bütün köpeklerini ziyaret edip zavallıları bağlı oldukları yerde sinirden kudurtuyorlardı. Bütün mahallenin köpekleri havlamaya başlayacak, bizimkiler herkesin bahçesine girip çıkacak, çimenleri ezecek, çocukları korkutacak, yoldan geçenlere havlayacaklardı. Onlar için bu büyük bir eğlenceydi, zaten zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktu.
Elime zincirleri alıp sokağa koştum. Üç ahbap çavuş gözden kaybolmuştu. Çevreden köpek havlamaları duyulmaya başlamıştı bile. Yolun başına kadar gidip köşeden baktığımda gördüğüm manzara karşısında donakaldım. Yolun karşısından, kıymetli ve koca kafalı St. Bernard köpeğini gezdirmekte olan site yöneticisi İdarettin Bey geliyor, yolun bu tarafında ise bizim üç silahşorlar pusuya yatmış, sessizce kurbanlarının yaklaşmasını bekliyorlardı. Zor duyulur bir sesle, “Kartopu! Sakın, sakın yapma!” diye inledimse de artık çok geçti. Adam kendisini bekleyenlerden habersiz yaklaşmış, tuzağa düşmüştü. Bizimkiler aniden düşmanın üzerine saldırmış, Kartopu’nun komutasında; Şampanya adamı, Afacan da St. Bernard’ı hedef almış, ciğerlerinin tüm gücüyle havlıyorlar, hırlayarak dişlerini gösteriyorlardı. Kartopu bu oyundan çok hoşlanmış, keyifle bir o yana bir bu yana koşuyor, emrindeki savaşçıları teşvik ediyordu.
Koca kafalı St. Bernard bizimkilerin iki katı büyüklükte olmasına rağmen uslu ve terbiyeli bir ev köpeğiydi ve bizimkilerin seviyesine inip sokak kavgası yapmaya hiç niyeti yoktu. Alp Dağları’nda karda mahsur kalanları kurtarmasıyla ünlü olan bu asil ruhlu hayvan, “Ben bunlarla muhatap olamam.” der gibi sahibine bakıyordu. Bizimkiler ise kuşaklar boyunca yaşam mücadelesi vermiş sokak köpeklerinin torunlarıydılar ve sokağa çıktıkları zaman atalarına yakışır şekilde davranıyorlardı. Site yöneticisi bu organize saldırı karşısında ne yapacağını şaşırmış; kendisini mi, köpeğini mi korusun; bilemiyordu. Ben bir Afacan’a, bir Şampanya’ya, bir Kartopu’na koşuyor, zinciri tasmalara geçirmeye çalışıyordum ama boşuna, her seferinde benden atik davranıyor ve kaçıyorlardı. Bir süre sonra havlamaları duyan birkaç sokak köpeği de şenliğe katıldı. Onların hangi tarafı tuttukları belli değildi, sadece eğlenceyi kaçırmak istemiyorlardı. Fakat havlamaları çatışmayı tırmandırmıştı. Şimdi beş altı köpek ve benden oluşan bir daire, sürekli adamla köpeğinin etrafında dönüyorduk. Adam bir sopa bulmuş, önüne gelen köpeğe ve arada bir de bana vuruyordu. Dakikalarca böyle koşuştuktan sonra, yandaki bahçede su akan bir hortum gördüm. Hayvanları ayırmak için üzerlerine su sıkmaya başladım fakat hareket hâlinde olduklarından yalnız saldıran köpekleri değil, adamı ve asil köpeğini de epeyce ıslatmıştım. Adam hem bir köpek sürüsünün saldırısına uğramış hem de tazyikli suyla iyice ıslatılmış olduğundan hiddetten köpürüyor, bağırıp çağırıyor, burada nakledemeyeceğim sözler söylüyordu.
Neden sonra etraftan kapıcılar, inşaat işçileri, bahçıvanlar ve çocuklar yetişip, her biri bir köpeğin üzerine atılarak adamı kurtardılar. Site yöneticisi hiddetten, ben utançtan kıpkırmızı olmuştuk. Kartopu’nu herkes tanımıyor olmasaydı benim köpeğim olmadığını, kendisini hiç tanımadığımı iddia edebilirdim. Fakat bu mümkün değildi. Köpekleri zincirle bağlamış, eve götürürken, “Özür dilerim, bunlar böyle çok yaramaz işte!” diye mırıldanıyordum. Ama üstü başı paramparça ve sırılsıklam olan adam yatışmıyor; bizi karakola, belediyeye, jandarmaya ve mahkemeye şikâyet edeceğini; siteden kovdurtacağını söylüyordu. Nükleer buharlaşmanın tam sırasıydı ama hiçbir dünya liderinden umut yoktu.
Köpekleri sağ salim eve getirip kapattığımda üzerimi değiştirmem gerektiğini fark ettim. Giysilerim su, kan ve çamur içinde, kollarım da yara bere içindeydi. Bizim köpekler iyi eğlenmişti doğrusu.
Tekrar hazır hâle geldiğimde uçağın kalkmasına bir buçuk saat kalmıştı. Artık otobüsü kaçırmıştım, taksi çağırdım. Bu uçağa yetişemezsem Paris konferansına gitmek hayal olacaktı. Taksi havaalanı yoluna koyulduğunda yolların boş ve trafiğin rahat olduğunu görüp sevinmiştim. Artık hiçbir engel kalmamıştı. Yolun yarısına geldiğimizde, arka koltukta biraz gevşeyip rahatlamak için derin bir nefes almıştım ki caddenin kenarında siyah bir karaltıyı hızla geçtik.
– Şoför bey, durur musunuz? Şurada bir şey gördüm.
Arabadan inip, birkaç metre geriye koştuğumda, yolun kenarında dünyanın en zavallı, en zayıf köpeğini gördüm. Açlıktan iskelet hâline gelmiş, tüyleri dökülmüş, gözlerinin feri sönmüştü. Sanki hayvanlar âlemi işbirliği yapmış, Paris’e gitmemi önlemeye çalışıyorlardı. Canlı iskeleti kollarıma alıp taksiye bindirdim. Veterinere götürülüp acilen bakıma girmesi gerekiyordu.
Veteriner kliniğine köpeği teslim edip tekrar taksiye bindiğimde uçağın kalkmasına yarım saat kalmıştı. Belki rötar yaparsa yetişirim ümidiyle şoföre biraz hızlı gitmesini söyledim. Havaalanına vardığımızda sürem dolmuştu. Koşa koşa uçağa biniş kapısına gidip, nefes nefese biletimi uzattığımda görevli “Maalesef efendim, yolcular bindi ve uçak kalkışa geçti.” diye kötü haberi verdi.
– Durdurun, ben de bineyim. Çok önemli bir konferansa gidiyorum. Sürdürülebilir Kalkınma ile ilgili. Bakın, dünyanın geleceği buna bağlı. Durduramaz mısınız?
– Bu mümkün değil efendim. Bakın, uçak havalandı bile.
Pencereden baktığımda, içinde bulunmam gereken uçağın yerden kocaman bir kuş gibi yükseldiğini ve yavaş yavaş uzaklaştığını gördüm. Oracıkta koltuğa çöktüm. Kızgın kızgın “Ah Kartopu ah, bana bunu da mı yapacaktın?” diye düşünüyordum. Aylardır hazırlandığım konferansa gidemeyecektim. Biz bu köpeklerin hayatını kurtarmış, onları sabah akşam en güzel yemeklerle beslemiştik. Komşularımızla onlar için savaşıyorduk. Onlar ise bizim hayatımızı altüst ettikleri yetmiyormuş gibi, akademik kariyerim açısından çok önemli bir konferansa gitmemi engellemişlerdi. Allah düşmanıma bile böyle köpek vermesindi. Bakalım bu hayvan sevgisi yüzünden başımıza daha neler gelecekti?
Ben oturmuş böyle kara kara düşünürken çevremde bir hareketlenme, bir gürültü başladığını hissettim. Tiz bir çocuk sesi:
– Anne uçak düştü, anne uçak düştü, diye bağırdı.
Ardından başka bağırıp çağırmalar, çığlıklar duyuldu. Havaalanının bekleme salonunda hepimiz ayaklanmış, pencereye üşüşmüştük. Dışarıda kırmızı renkli kamyonlar, yangın söndürme araçları, ambulanslar harekete geçmişti. Uzakta simsiyah bir duman bulutu görünüyordu. İçimde tuhaf bir hisle yanımdaki adama sordum:
– Hangi uçak düşmüş?
– Paris uçağı, dedi. Hani az önce kalktı ya, daha kalkalı iki dakika olmadan yere çakılmış.
Bir diğeri,
– Ambulanslar boşuna gidiyor, dedi. O uçaktan kimse sağ çıkamaz.
Ah Kartopu, ah! Sen olmasaydın ben şimdi büyük değişime uğramış olacaktım. Facia yerinden uzaklaşmak, bir an önce eve gidip Kartopu’na sarılıp onu öpmek istiyordum. Ben zaten yolculuktan hiç hoşlanmam. Ama keşke öbür yolcuların da Kartopu gibi birer köpekleri olsaymış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder