PDF: https://drive.google.com/file/d/0B7UY5LAY7IMgWEk2S3FCQTllb2s/view?usp=drivesdk&resourcekey=0-p2ugpPfTmGfdIq_2ENndlw
Bölüm 1: Varış
Doğduğum gece sabaha kadar ağlamışım. Ama ertesi sabah yüzümde muzip bir gülümsemeyle uyanmışım. O geceyi ben de hatırlıyorum: Doğduktan hemen sonra beni alıp, bütün yeni doğan bebeklerin götürüldüğü “Dünyaya Yeni Gelenleri Karşılama ve Kimlik Verme” odasına götürmüşlerdi. Odada bir adam, bir de kadın vardı. Aralarında konuşarak, getirilen bebeklerin üzerine birtakım etiketler yapıştırıyorlardı. Sıra bana geldiğinde, kadın neşeyle beni kucağına alarak, “Ayy, bu ne şirin şey. Sen kimsin böyle?” dedi.
“Ne bileyim,” dedim, “ben de bu dünyaya getirilen birçok canlıdan biriyim işte.”
“Olur mu, biz şimdi sana bir kimlik veririz.”
“Zahmet etmeyin canım, gerek yok. Nasıl olsa büyüdükçe ben kendi kimliğimi bulurum.”
“Olmaz, herkesin kimliğini biz veririz. Hiç kimse kendi kimliğine kendi karar veremez.”
“Hoppala!” dedim içimden, “Faşist bir rejim galiba.” O sırada başka bir bebekle uğraşmakta olan adam, işini bitirip yanımıza gelmişti. Beni görünce yüzünü buruşturarak,
“Yine mi kız?” dedi.
“Evet ama bu çok tatlı, bak.”
“Tatlı matlı, kadın milleti değil misiniz, hepiniz aynısınız.”
Adam böyle konuşarak kundağımın üzerine şak diye “Kız” yazılı bir etiket yapıştırdı.
“Nerede doğmuş bu?” diye sordu. Kadın önündeki kâğıtlara bakarak,
“Gölcük, Türkiye.” dedi.
Adam, üzerime birtakım etiketler daha yapıştırdı: “T.C. vatandaşı”, “Dini: İslam”, “Ten rengi: Beyaz”, “Adı: Gülgün.” O sırada içeriye birkaç bebek daha getirildi. Adam siyah renkli iki bebekten birine Hutu, diğerine de Tutsi yazılı etiketler yapıştırdı. Bu işe çok şaşırmıştım, dayanamayıp sordum:
“Siz kim oluyorsunuz da böyle her dünyaya gelene bir yafta yapıştırıyorsunuz? Hem herkesin kendi kimliğini özgürce seçme hakkı yok mu?”
Adam hiddetle, “Ne? ‘Özgürce seçmek mi’ dedi? Ne biçim konuşuyor ulan bu?” diye bağırdı. Kadın, “Aldırma, o daha dünyaya yeni geldi. Geleli daha bir saat bile olmadı, bilmeden konuşuyor.” diyerek adamı yumuşatıp bana döndü ve açıkladı:
“Biz dünyadaki insanları temsil ediyoruz. Ben kadınları, o da erkekleri. Kimliklerinizi verirken de o kadar keyfî davranmıyoruz, bu işin hukuki kuralları var. Vatandaşlık verirken nerede doğduğuna bakıyoruz veya ana babasının uyruğuna bakıyoruz. Herkes bu kurulu düzenin içine doğar ve oynaması gereken rolü oynar.”
“Peki, bu düzenin kurallarını kim koyuyor?”
“Tabii ki yine biz…”
Adam, “Bu çok soru soruyor.” dedi. “Anarşist mi olacak, nedir? Şurada bir süre gözaltında tutalım da görelim bakalım tehlikeli mi?”
Beni bir kenara bırakıp yeni getirilen bebekleri karşılamaya gittiler. Çok sayıda bebek geliyordu. Ama onlar benim gibi meraklı değildi, hiç soru sormuyorlardı. Arada bir ağlayan veya soru soran olursa emzikle susturuluyor veya “Pış pış” diye uyutuluyordu.
Adam yorulmuştu. “Off!” dedi. “Eskiden yirmi dakikada bir bebek geliyordu. Şimdi her on saniyede bir tane doğuyor, nefes bile alamıyoruz.”
“Eee, kadınlara eğitim ve doğum kontrol hakkı verilmezse böyle olur tabii.”
Adam kadına kötü kötü baktı, kadın sustu. Adam nedense “hak” ve “özgürlük” gibi sözcüklere sinirleniyordu.
Birtakım kâğıtlara bakarak hızla çalışıyorlardı. Çok sayıda siyah renkli, Afrikalı bebek geliyordu. Onların benim gibi kundakları yoktu, çıplak ve çok zayıftılar. Onların karşısında kendi şansıma sevinemiyor, âdeta suçluluk hissediyordum. Hastalıklıydılar. Hatta bazıları daha kimlik verilirken ölüyordu. Çoğunu kimlik vermeden çıkış kapısına yolladılar. Merakla,
“Neden onlara kimlik vermediniz?” diye sordum.
Kadın, “Nasıl olsa yakında açlıktan ölecekler.” dedi. “Gerek yok.”
“Madem hemen öleceklerdi niye doğdular?”
“Bilmiyorum.”
“Bir şey soracağım,” dedim. “hepimiz nasıl olsa sonunda öleceğimize göre hiçbirimize kimlik vermenize gerek yok, değil mi?”
“Olmaz, yaşadığımız süre boyunca bir kimlik taşımak ve onun gerektirdiği gibi yaşamak zorundayız.”
“Gerektirdiği gibi mi? Benim şimdi nasıl yaşamam gerekiyor peki?”
“Sen her şeyden önce bir hanıma yakışır şekilde davranacaksın, fazla konuşmayacaksın, fazla gülmeyeceksin, hareketlerine dikkat edeceksin, süslü elbiseler giyeceksin, büyüyünce evleneceksin, evinin kadını olacaksın, anne olacaksın."
“Yani ben de dünyaya sizin düzeninizde rol alacak yeni oyuncular getireceğim, öyle mi? Görevim bu mu?”
O sırada getirilen bir erkek bebek adamı pek keyiflendirmişti:
“Heyy, koçum benim! Tosun gibi. Pilot olsun bu, şahinler gibi göklerde uçsun,” diyerek etiketlerini yapıştırdı. Ben ilgiyle,
“Pilot ne demek? Nasıl uçabiliyor?” diye sordum. “Acaba ben de…”
Adam, “Sen sus, kızlar pilot olamaz!” dedi.
“Ama neden? Benim de işte onun gibi iki gözüm, iki kulağım, iki elim var. Aynı, bakın.”
“Olmaz öyle saçmalık. Hem kadın pilotun kullandığı uçağa kimse binmez, hahha.”
“Vaa, ben de pilot olmak istiyorum, uçmak istiyorum,” diye yaygarayı bastım.
Kadın adama, “Sahi, neden pilotlar hep erkek?” diye sordu.
Adam, “Açıklayayım.” dedi ve bilgiç bilgiç anlatmaya başladı: “Kadınlar duygusal olur, kritik anlarda hata yapabilirler. Örneğin: savaştayız diyelim ve strateji gereği bir şehrin bombalanması gerekiyor. Savaş uçağının pilotu erkekse soğukkanlılıkla kendisine verilen emri yerine getirir, bombayı atar. Ama kadın son anda, “Ayy yapamayacağım, aşağıda çocuklar var, kuşlar var, kelebekler var” demeye başlayabilir. Pilotlar kadın olsaydı Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atom bombaları atılabilir miydi? Onun için devlet işlerinde kadınlara güvenilmez, kadınlar önemli mevkilere getirilmemelidirler.”
Ben atıldım:
“Bir dakika, bir dakika! Çocukların bombalanması niye gerekiyor, onu anlamadım.”
“Güvenliğimiz için. Her devlet sürekli silahlanmalı ve gerektiğinde bunları kullanacağını düşmanlarına göstermelidir. Dünyanın kuralları böyle. Realist olacaksın, hayat dikensiz gül bahçesi değildir.”
“Ama herkes böyle düşünüyorsa o zaman başkalarının silahları da beni öldürebilir. Bu ne biçim güvenlik? Bu dünya hiç de güvenli bir yer değil. Vaaa!”
Adam, “Bu çok konuşuyor, çok da mızmızlanıyor.” diyerek üzerime bir etiket daha yapıştırdı: “Dikkat: Solcu.”
O sırada çekik gözlü, esmer, zayıf bir bebek getirildi. O benden çok daha fazla ağlıyor, öfkeyle yumruklarını sallıyordu. Kirli bir paçavraya sarılmıştı, yüzü kıpkırmızı olmuş, yabancı bir dilde belli ki küfürler ediyordu.
Adam, “Yine Vietnam” dedi. Bebeğin işini kısa sürede bitirip yanımıza döndü. Kadın, “Ne yaptın?” diye merakla sordu. Adam, “Hallettim, My Lai’ye gönderdim,” dedi, elini önemsiz bir şey yapmış gibi sallayarak.
Kadının yüzünde bir dehşet ifadesi belirdi, sonra boynunu eğdi. Kötü bir şey olduğunu sezinlemiştim. Korkuyla bağırdım: “Ne yaptınız o çocuğa? My Lai neresi? Orada ne olacak?”
Adam hemen sinirlendi: “Sustur şunu!”
Beni nedense pek sevmiş olan kadın kucağına alarak yatıştırmaya çalıştı:
“Sen güzel kafanı böyle şeylere yorma. Zaten daha çok küçüksün, bir şey yapamazsın. Şimdi senin büyüyünce ne olacağını düşünelim. Bak çok güzelsin, zengin bir adamla evlenirsin.”
“Bütün erkekler bu hıyar gibiyse ben evlenmem.”
“Yok canım, biz insanları temsil ediyoruz dediysek hepsi bize benziyor demedik. Biz çoğunluğu temsil ediyoruz. Erkeklerin içinde tek tük iyileri de var. Zengin bir adamla evlenirsin; mücevherlerin, kürklerin olur. Bak.” diyerek parmağında ışıldayan taşlı yüzüğü gösterdi.
“O güzel de kürk ne demek?”
“Kürk, eee yani hayvanların derisi yüzülür, manto falan yapılır.”
Yine ağlamaya başladım. Sanki benim derim yüzülüyordu.
“Bu çok korkunç. Bu ne biçim dünya? Çocukları bombalıyorsunuz, hayvanların derisini yüzüyorsunuz. Sen de salaksın galiba, böyle şeyleri nasıl kabul edebiliyorsun?” Daha çok yeniydim ama öğrenmiş olduğum bir iki bilgi kırıntısı ile geldiğim dünyanın korkunç şeylerle dolu bir yer olduğunu sezinlemiştim. Artık hep ağlıyordum. Kadın, “Ağlama, sen yine hâline şükret. Senin ülkende Atatürk diye biri çıkmış da kadınlara haklar verilmiş. Uygulanmasa da kâğıt üzerinde var. Birçok ülkede o da yok. Bak şu Arap bebeğe, o bir kız olduğu için okula gidemeyecek, iş sahibi olamayacak, belki de bir gün toprağa gömülüp taşlanarak öldürülecek.
Hele Uganda’da doğsaydın, İdi Amin’in 500 karısından biri olurdun. O kendisini aldatan bir karısına ne yapmış biliyor musun? Bacaklarını kesip kollarının yerine, kollarını kesip bacaklarının yerine diktirmiş.”
Kadının beni teselli etmek için söylediği bu sözler işe yaramıyor, aksine daha çok ağlatıyordu: “Ama neden, neden? Siz kadınlar bunlara neden boyun eğiyorsunuz peki?”
Adam, “Ne konuşuyorsunuz orada öyle fısır fısır? Dün yediğin dayağı unuttun galiba.”
Kadın, “Hiç canım,” dedi, “en son moda olan etek boylarını anlatıyordum.”
Kadınların nasıl bastırıldığı anlaşılmıştı. “Demek bu hıyarlardan dayak da yiyorsunuz.” diye bağırdım. “Zaten bana da daha doğar doğmaz vurdular. Vaa!”
Adam gittikçe sertleşiyordu. “Fazla konuşmayın. Düzen bozuculara neler yapıldığını biliyorsun.” Sonra gelenek, görenek, töre, saygı, terbiye, vs. vs. diye uzun bir nutuk attı.
Kundağımın içinde terlemeye başlamıştım. Sonunda dayanamayıp patladım:
“Anlaşılan siz insanları kimliklere bölüp birbiriyle savaştırıyorsunuz. Herhalde birileri bundan kazanç sağlıyor. Kurduğunuz saçma düzeni de ancak dayakla, baskıyla sürdürebiliyorsunuz çünkü adaletsiz bir düzen bu. Güçlüler güçsüzleri eziyor. Benim gibi bu düzeni sorgulayanlardan korkuyorsunuz. Bu dünyayı beğenmedim ben. Gitmek istiyorum.
Zaten gelmeyi de ben seçmemiştim.”
Adam, “Bak yine seçmekten bahsediyor,” dedi, “bu biraz fazla sivri zekâlı galiba. Hiç bu kadar çok konuşanını görmedim.”
Kadın yumuşak bir sesle, “Merak etme canım,” dedi, “her şeyin çaresi var. Fazla zekiyse aptallaştırırız. Türkiye’de bu çok kolay. Bak, şimdi bunun ana dili Türkçe değil mi? İngilizce eğitim veren okullara yollarız, ana dilini unutur. Ne o dili ne bu dili tam konuşabilir. İyice sersemler. Derdini de anlatamaz olur.”
Adam ikna olmuştu: “İyi, iyi. Sonra matematiğin yanında modern matematik, postmodern matematik de okusun. Hatta gitsin yabancı ülkelerde okusun, iyice aptallaşsın.
Bilim yaptığını zannetsin salak!”
Üzerime “Akademik kariyer”, “ABD’de doktora” etiketleri yapıştırıldı. Mesleğim belli olmuştu. İçimden, “Siz beni eğiterek sindirebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Kafam çalışıyorsa Türkçe de çalışır, İngilizce de.” diye düşündüm. Fakat artık susmayı öğrenmiştim, konuşmadım. Sadece ağlıyordum. Bebekler gelmeye devam ediyordu.
Adam konuşmayı sürdürüyordu: “Eğitim işe yaramazsa devlet, vatandaşlarını işkenceyle yola getirir. Türkiye’de bu konuda çok başarılılar.”
Kadın da bana tüyolar veriyordu: “Ne yapalım, hayat tozpembe değil. Sen de bizim gibi erkekleri idare eder, yaşar gidersin. Sen yine şanslısın, insan olarak doğmuşsun. Ya hayvan olsaydın? Tavukların başına neler geliyor biliyor musun? Zavallılar hem kesilmeden önce, hem kesildikten sonra neler çekiyorlar.”
“Neden kesiliyorlar? Bütün canlıların yaşama hakkı yok mu?”
“İnsanlar etlerini yesin diye.”
Midem bulanmaya başlamıştı. “Ben sadece süt içildiğini zannediyordum.”
“Süt bebekler içindir. Büyüyünce et de yiyeceksin.”
“Hayır, ben hayvanları yemem. Asla, asla! Bu iğrenç! Vaa!”
Adamın artık sabrı taşıyordu: “Zıkkımın kökünü ye!”
Kadın, “Peki, peki istemiyorsan et yemezsin.” dedi, “Veganlar da pekâlâ yaşıyor işte.”
Hayret, ilk kez istediğim bir şey kabul edilmişti.
“Peki, şimdi üzerime ‘vegan’ etiketi yapıştırmayacak mısınız?”
“Hayır, o kimliği sana biz vermedik ki. Onu sen kendin seçtin.”
Ağlamayı kestim. Kundağın içindeki minik kafamda bir şimşek çakmıştı: Demek biraz olsun seçme hakkım vardı. Beğenmediğim şeyleri bir ucundan tutup ufak ufak değiştirme imkânı vardı demek. Kurnaz kurnaz gülümsemeye başladım.
Sabah olmuştu. Beni alıp annemin yanına götürdüler. Annemin anlattığına göre doğduğum gece sabaha kadar ağlamışım fakat sabah gülümseyerek uyanmışım. Yüzümde muzip ve kararlı bir ifade varmış.
Bölüm 2: Yazarlık Kariyerime Başlıyorum
Okula başladığımda ilk hafta boyunca her gün ağladım. İkinci hafta öğretmen “Bugün de ağlarsan dayak yersin.” deyince sustum.
Heykel gibi kıpırdamadan sessiz oturabilen çocuklara uslu; birbiriyle konuşan, gülüşen çocuklara yaramaz deniyordu. Hafızası iyi olup her şeyi ezberleyebilen çocuklar “çalışkan”, bunu yapamayanlar “tembel”di. Hepimizin tek tip giyinmesi, tek tip konuşması ve davranması bekleniyordu. Okulda ezberlediğim bilgilerden aklımda kalan tek şey “Emeviler ve Abbasiler” olmuştur. Konuyu hatırlamamakla birlikte kulağa hoş geldiği için aklımda yer edip kalmış olan bu iki kelime, sonraki hayatımda birçok kez işe yaramıştır.
Akademik kariyer yapmak sanki alnımın yazısıydı. Türkiye’deki eğitim sisteminden geçtikten sonra Amerika’ya doktora yapmaya gittiğimde önceleri memnundum. İlk defa bilgisayar kullanmayı orada öğrenmiştim ve uluslararası ilişkileri bilimsel yöntemlerle inceleyerek aynı fizik, kimya gibi bilimsel bulgulara ulaşacağımıza inanmıştım. Prof. Dr. John Researchman’e asistanlık yapıyordum. Bir yıl boyunca tam 900 tane savaşın ellişer değişkenini bilgisayara girdim: Kim savaşı başlatmış, hangi taraf daha güçlüymüş, müttefikleri kimlermiş, ne tür silahları varmış, kim kazanmış, vb. vb. Başlangıçta bu çalışma çok heyecan vericiydi. Bu araştırmanın sonucunda savaşların nedenlerini bulacağımızı sanıyorduk. Nasıl tıpta kansere çare bulmaya çalışıyorlarsa biz de savaşa çare bulacaktık. Sonuç ise hayal kırıklığı oldu. Bulgulara göre, genellikle daha güçlü olan devletler savaşları başlatıyor ve kazanıyorlardı. Bunda yeni hiçbir şey yoktu.
Doğal olarak ilk yazarlık denemelerime kendi alanımda bilimsel araştırma yaparak başlamıştım. Edebi yönü olmasa da, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler konularında bir şeyler yazmıştım. Beni Amerika’daki öğrencilik yıllarımdan tanıyan Profesör John Researchman bir ara Türkiye’ye gelmiş ve benden ona yardım etmemi istemişti. Türk siyasi sistemini inceleyecekmiş, “içerik analizi” yaparak devlet adamlarının konuşmalarının içeriğini yorumlayıp anlamlar çıkarmaya çalışacakmış. Ayrıca Meclis’te gözlem yapacakmış. Ben, bizim Başbakanın, Cumhurbaşkanının konuşmalarını İngilizceye çevirecektim.
Kendisine kısaca Prof. Coni diyorduk. Başlangıçta Prof. Coni bizim politikacıların sözlerinden hiçbir şey anlamıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı şöyle diyordu:
“Durum fevkalade vahimdir.”
Ben de İngilizceye çeviriyordum:
“The situation is extraordinarily grave.”
“Fakat devletin şefkatli elleri yaraları saracaktır.”
“But the compassionate hands of the state will bandage the wounds.”
Prof. Coni şaşırmıştı: “Yara mı? Yaralı mı varmış?”
“Yok, yok. Bu sadece bir deyim. Bizim devlet adamlarımız renkli bir dille konuşur.”
Cumhurbaşkanı devam ediyordu:
“Binaenaleyh bazı vatandaşlar bu zor durumda bile insan hakları diye tutturup oyunbozanlık etmektedir. Bunlar bize lüks gelir. Biz sıkı rejim yapmalıyız. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
“What is this diet, what is this pickled cabbage?”
Prof. Coni hiçbir şey anlamamıştı: “Turşuyla ne ilgisi var?”
“Yani demek istiyor ki Türk insanının midesi hassastır, turşu murşu yememeli. Haklar, özgürlükler falan bizim midemizi bozar. Türk vatandaşına daima sıkı rejimler iyi gelir.”
Zamanla Prof. Coni de epey Türkçe öğrendi ve Türk siyasetçilerinin konuşma tarzını çözümledi. Örneğin: “Türkiye’nin büyük stratejik önemi var.” derlerse bunun, “Krediye ihtiyacımız var.” demek olduğunu anlıyor, “Geleceğimiz parlak, itibarımız yüksek.” derlerse
“Ekonomi berbat, beş paramız yok, durum kötü.” demek istediklerini biliyordu.
Sıra, Meclis’te gözlem yapmaya gelmişti. Bunun için Meclis’ten izin almaya çalıştığımda Komisyon Toplantılarına girip izleyebileceğimizi söylediler. O hafta Eğitim Komisyonu Toplantısı varmış. Prof. Coni ile birlikte meclis binasına girdiğimizde yüzlerce kapı, koridor, merdiven arasında tabii ki kaybolduk. Adamın birine sordum:
“Eğitim Komisyonu Toplantısı nerede?”
“Alt Komisyon mu, Üst Komisyon mu?”
“Alt olmalı. Bizim gibi alt tabakayı üste sokmazlar herhâlde.”
“Bilmiyorum.”
“Peki, üst olsa?”
“Onu da bilmiyorum.”
Başka bir adama sordum. O da,
“Ön Komisyon mu, Arka Komisyon mu?” diye sordu.
“Ön de olur, arka da. Artık birinden birine girsek iyi olacak, çok dolaştık.”
“Ben de bilmiyorum. Herhangi bir kapıdan girip oturun. Herkes öyle yapıyor. Şu kapıyı deneyin.”
Artık sabrım tükendiğinden adamın gösterdiği kapıyı açtım ve girdik. İçerisi loştu. O kadar yoğun sigara dumanı vardı ki kimsenin yüzü görünmüyordu. Birtakım adamlar büyük bir masanın etrafına oturmuş konuşuyorlardı. Bir kenara iliştik. Bizi önemsemeden tartışmalarına devam ettiler. Bir tanesi,
“Arkadaşlar, eğitim sistemini baştan aşağı tekrar değiştireceğiz. Her sene değiştiriyoruz ama bir türlü istediğimiz gibi olmuyor.” dedi.
Bir diğeri, “Şimdiki çocuklar fazla zeki, her şeyi internetten öğreniyorlar, artık okul gereksiz bence.” diyordu.
Herkes bir fikir ortaya atıyor, uzun uzun tartışıyorlardı. Amaçları en iyi eğitim sistemini bulmaktı. Ben de bu uğraşa katılmayı vatani bir görev bildim ve aklıma gelen fikirlerle ülkenin yönetimine katkıda bulunmaya karar verdim:
“Keh keh, benim de harika fikirlerim var.”
“Bu kim yahu?”
Aldırmadan devam ettim: “Ben Siyaset Bilimi uzmanıyım. Bir kere insanları kolay yönetmek için aptallaştırmanız gerekir.” dedim. “Herkes için on iki yıl eğitim zorunlu olmalı ve bu sürede insanlar artık kafaları çalışmayacak hâle getirilmeli.”
“Nasıl?”
“Okulda öğrencilerin konuşması, soru sorması yasak olsun.”
“Ee, zaten öyle.” dedi adamlardan biri.
“Önlerine konanı ezberlesinler. Hem oyalanırlar hem de on iki yıl vakit geçer. Bizim zamanımızda kurbağanın sinir sistemini falan ezberledik fakat şimdi bunların modası geçti. Yeni kuşaklar bir bilgisayarı parçalara ayırıp yeniden birleştirmeyi, nükleer bomba yapmayı falan öğrenmeli.”
“Onları da yaparız.” dediler.
“Durun, daha bitmedi. Bu çocukların kafasını iyice karıştırmak için dersler yabancı dilde okutulmalı.”
“Onu da yapıyoruz elhamdülillah. Artık her şey İngilizce zaten.”
“Hayır, hayır. Ben yabancı dil diyorum. Artık İngilizce ana dilimiz gibi oldu. Ben Çinceyi öneriyorum. Bakın öğrenciler nasıl şaşkına dönüyor. Zaten Amerika’dan sonra Çin dünyaya hâkim olacak. Şimdiden hazırlanmış oluruz.”
“Hımm, bunu bir düşünelim.”
“Sonra sık sık sınav yapmak lazım ki gençler dersten başlarını kaldıramasınlar.”
“Sınav da yapıyoruz, bol bol ödev de veriyoruz.”
“Yetmez, yetmez. Öğrenci kısmının hiç boş vakti olmamalı, sonra zararlı kitaplar okur, anarşist olur. Bence takvimin her ayına bir sınav konmalı: marttan nisana geçme ve yerleştirme sınavı, sonra nisandan mayısa geçme ve yerleştirme sınavı, sonra...”
“Anladık, anladık. Biz zaten bir sürü sınav uydurduk: ÖSS, ÜDS, KPDS, YDS, LES, ne ararsan var.”
“Öyleyse günlük sınavlar olsun: salıdan çarşambaya geçme sınavı, çarşambadan perşembeye geçme sınavı. Hatta günde beş vakit sınav olsun. Size garanti veriyorum. Bu şekilde eğitilen insanlar birkaç üniversite bile bitirseler kafaları çalışmayacaktır. Yani ideal vatandaş olacaklardır. Ülkeyi rahat rahat yönetirsiniz. Bunları ben değil, Makyavel söylüyor.”
“İyiymiş. Gelsin, ona da bir bakanlık verelim.”
Birisi saygılı bir şekilde “Efendim, doğudaki kadınlara okuma yazma kampanyası...” diyecek oldu.
“Aman, ne diyorsunuz?” diye bağırdım. “Hiç kadınlara okuma yazma öğretilir mi? Dünyadaki en tehlikeli şey okumuş kadınlardır. Kadınlar cahil kalırsa hiçbir şeye seslerini çıkarmazlar, kafalarına vurup ağızlarından lokmalarını alabilirsiniz. Ama okumuş kadınları asla uyutamazsınız. Kalkıp sizden hesap sorarlar: ‘Neden bu sorunu barışçı yollarla çözümlemediniz? Neden bu kadar kan dökülmesine izin verdiniz?’ Dırdır, dırdır.... Maazallah, kadınlar bir uyanırsa erkeklerin kurduğu şiddete ve savaşa dayalı düzeni altüst ederler. Sonra ekonomi de bozulur: Silah tüccarları işsiz kalır, ordular işsiz kalır. Amerika silah satmazsa yılda yüz milyar dolardan olur. Amerikalılar yoksullaşırsa dünyaya ne yapacaklarını düşünmek bile istemiyorum. Baksanıza zenginken bile ortalığı hallaç pamuğu gibi atıyorlar.”
Sonra, toplantıya katılmış olan askerlere döndüm: “Eğer savaş olmazsa hepiniz işsiz kalırsınız.”
Askerler ömürleri boyunca eğitim görmüşler, savaşa hazırlanmışlar, üniformalarına allı pullu bir sürü süsler takmışlardı. Eğer dünyada barış olursa savaşacak ne bir düşman ne de bir tehdit bulabileceklerdi. Bu kadar hazırlığın ve emeğin boşa gitmemesi gerekiyordu.
Arada bir savaş çıksa iyi olurdu.
Bu konuda da parlak fikirlerim vardı:
“Bakın,” dedim, “insanlar arasında kavga çıkarmak çok kolaydır. Ali’ye gidersiniz, ‘Veli senin annen hakkında ne dedi biliyor musun?’ dersiniz. Ali, ‘Ne dedi onun bunun çocuğu?’ diyecektir. Hemen Veli’ye koşup, ‘Ali sana onun bunun çocuğu dedi’ dersiniz. Aynı şeyi devletler arasında yapmak çok daha kolaydır. Ruanda’da nasıl oldu da Hutular Tutsilere yüzyılın en büyük katliamını yaptılar sanıyorsunuz? Aslında birbirlerinden hiç farkları yoktu, fakat Belçika’nın sömürge yönetimi, ‘böl ve yönet’ taktiği kullanarak bu insanları birbirine düşman etmişti.”
En vurucu sözlerimi ise en sona saklamıştım:
“Emevileri ve Abbasileri de unutmayın.”
Adamlar bana baktı, baktı, sonra “Kadınlara okuma yazma kampanyasını bir süre daha rafa kaldırsak iyi olacak galiba.” dediler.
Toplantı bitmişti. Ben de devlet yönetimine katılmış ve hizmet etmiş bir vatandaş olarak çok mutlu ayrıldım. Prof. Coni de bir sürü not almıştı. Yazdıklarını Amerika’da yayınladı mı bilmiyorum. Önemi de yok çünkü zaten bilimsel araştırmaları hiç kimse okumaz.
Ben herkesin ilgi duyacağı, okuyacağı bir kitap yazmak istiyordum.
Yıllar geçtikçe akademik çalışmalar yerine öykü, roman, şiir yazmaya merak sardım. Doçent olmuştum ama artık akademik kariyer beni çekmiyordu. Yazar olmak istiyordum. Yazarlar görmüş geçirmiş, hem kendi yaşadıklarını hem de başkalarının yaşadıklarını en iyi anlayan ve anlatan duyarlı insanlardır. Bilmediğimiz, düşünemediğimiz şeyleri bize gösterir; bizi aydınlatırlar, ufkumuzu genişletirler. Binlerce yıl boyunca nesilden nesile bilgiler ve deneyimler, öykü anlatanlar sayesinde aktarılmıştır.
Zamanla bu yazarlık tutkusu öyle güçlendi ki artık vaktimin çoğunu buna ayırıyor, ilk fırsatta emekli olup kitap yazmayı planlıyordum. Hayatımın ikinci yarısında yazar olmayı kafama koymuştum. Hatta yazdığım ilk öyküleri Tük Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Edip Yazman’a vermiştim. Yeni yazarlar için böyle otoritelerin eleştirileri çok önemlidir. Birkaç gün sonra üçüncü kat merdivenlerinin başında Prof. Yazman’ı yakaladım. Önünü keserek “Hocam, hocam! Yazdıklarımı okudunuz mu? Nasıl, iyi bir yazarım, değil mi? Çabuk söyleyin, çabuk!” diye bağırdım.
Profesör, tam bir centilmendi. Bu konularda çok deneyimli olduğu ve pek çok yeni yazar gördüğü belli oluyordu. O kadar kibardı ki benden yaşça çok büyük olmasına rağmen önünü ilikleyerek saygıyla eğildi.
“Efendim, çok güçlü kaleminiz var.” dedi, elimde silah gibi ona doğrulttuğum kaleme endişeyle bakarak. “Adınız Türk Edebiyatı’na altın harflerle yazılacak.”
Sonra, kendisini yapıştırmış olduğum üçüncü kat korkuluklarından aşağı korkuyla bakarak devam etti:
“Büyülendim! Lütfen yazmaya devam ediniz!”
Doğrusu bu sözler hoşuma gitmişti. Kalemin sivri ucunu adamın boğazından çektim.
Yakasını bırakarak,
“O hâlde şu edebiyat tarihine benim adımı da ekleyiverin.” dedim. “Yoksa…” dedim en ürkütücü bakışımla: “Emeviler ve Abbasilerin başına gelenleri bilirsiniz.”
Adamcağız derin bir nefes alıp yakasını, saçını başını düzelterek gitti. Hemen fakülte sekreteri Bayan Onparmak’ın yanına koştum:
“Prof. Yazman bana ne dedi biliyor musunuz? Kalemim çok güçlüymüş, çok güzel yazıyormuşum.”
“Hiç şımarma. Dün de bana aynı şeyleri söyledi.”
“Ne? Siz de mi öykü yazıyorsunuz?”
“Hayır. Ben resmi yazışmaları yazıyorum. Bu, öykü yazmaktan daha fazla yetenek gerektiriyor. Bak.” diyerek elindeki kâğıdı uzattı.
Kâğıtta YÖK ile karşılıklı yapılan bir yazışma vardı:
“Öğrenci, 322 kodlu dersi almamışsa fakat 355 ve 356 kodlu dersleri almışsa veya 402 kodlu dersin yerine 435 kodlu dersi almışsa ve aynı zamanda 211 ve 212 kodlu derslerden geçmiş ise aynı zamanda 440 dersini de almış olmak koşuluyla 4. sınıfı geçebilir.”
“Hem…” diye devam etti Bayan Onparmak, “Biz her değişen iktidara göre fakülte yönetmeliğini değiştiriyoruz. Bu sene yönetmelikte din ve Allah temalarını kullandık. İşte bak.”
Kâğıda baktım:
“Hayırlısıyla doktora derslerini tamamlayan öğrenci, Allah izin verirse jüri önünde tez savunmasını yapar. Savunmada başarısız olan öğrenci, 3 ay içinde Allah’ın yardımıyla gerekli düzeltmeleri yaparak jüri önünde tekrar savunur. Allah göstermesin, bu arada jüri üyelerinden biri ölmüş ise başka bir jüri üyesi atanır. Kısmetse bu sınavı geçen öğrenci, doktor unvanını kazanır.”
“Eh, size de Allah kolaylık versin.”
İlk yazdığım öyküleri bir dosyada toplamıştım. Tanıdığım tek yayıncı olan Hünkâr Beğenmez’e verecektim. Bu aksi ve suratsız adam hiç bir şeyi beğenmezdi. Yayınevinden yıllardır bir tek kitap çıkmamıştı. Ama ben kitabımı, kolay beğenen birinin yayınlamasındansa böyle zor beğenen birinin yayınlamasını tercih ediyordum. O zaman daha itibarlı olacağına inanıyordum.
Bölüm 3. İlk Öykülerim
Edebiyat kariyerime kısa öykülerle başladım. Herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır. Ben de hem günlük olaylar ve haberler hem de geçmişten aklımda kalan deneyimler ve gözlemler sayesinde zengin bir konu hazinesine sahiptim. Kısa öyküler yazmak küçücük bir anahtar deliğinden koskoca bir dünyayı görmeye benzer. Her öyküde bir dünya gizlidir. Bir örnek vereyim:
HABERLER
İyi akşamlar, sayın seyirciler. Ben Habire Haberverir. Günün gelişmeleri şöyle:
Polisler, hâkimler ve savcılar işsizlikten şikâyetçi. Hiç suç işlenmediği için mahkemelerde dava görülmüyor. Hâkim Hakkı Haksever, “Bütün gün pinekliyoruz. Yine de maaş alıyoruz. Devletin parasına yazık.” dedi. Başbakan suçu teşvik edici önlemler alacaklarını söyledi. “Dış mihraklardan yardım bekliyoruz.” dedi.
Sayın seyirciler, doktorlar da işsizlikten yakınıyor. Herkes sağlıklı beslenmeyi ve doğal yaşamayı öğrendiği için ülkede hiç hasta kalmadı. Doktor Hasbi Hastasever, “Her gün kahvede pişpirik oynuyoruz. Bazen sinek avlıyoruz.” dedi.
Uzmanımız Bilir Ukaladümbeleği’ne görüşlerini sorduk:
“Bu gidişle hastaneler kapanabilir ve sağlık sektörü çökebilir. Zincirleme olarak onları besleyen sektörler de çökebilir. Bütün ekonomi olumsuz etkilenir. Derhal hasta sayısının arttırılması gerekir.” dedi.
Sayın seyirciler bir son dakika gelişmesini bildiriyoruz: Başkent Çikolata Fabrikası’nda bir patlama oldu. 125 ton çikolata, başkent sokaklarına dağıldı. Muhabirimiz Hadise Koşarsorar hemen olay yerine koştu. Hadise, oradaki durumu aktarır mısın?
“Evet, Habire Haberverir. Bu mutlu kazanın sonucunda herkesin yüzü gülüyor. Sokaklar, parklar, her yer tonlarca çikolata ile kaplandı. Yollar kapanınca kimse işine gidemedi, herkes oturmuş çikolata yiyor. Yanımızda Psikolog Dr. Ruhi Sinir var. Sayın Sinir, böyle büyük bir patlama olmasına rağmen neden herkes çok mutlu? Hiç bu kadar çok gülen insanı bir arada görmemiştik.”
“Çikolata beyindeki serotonin düzeyini yükseltir ve insanın kendisini mutlu hissetmesine yol açar. Bence zamanlama manidar. Bu kriz ortamında yapay bir mutluluk duygusu yaratmak için yapmış olabilirler.”
Sayın seyirciler, uzmanımız Sayın Bilir Ukaladümbeleği’nin de görüşlerini alalım: Sayın Ukaladümbeleği, başkent sokaklarında tonlarca çikolata var ve herkes alabildiğine yiyor. Acaba fazla çikolata yemenin bir zararı olur mu?
“Hayır, efendim. Çikolata yemenin hiçbir zararı yoktur. Aksine çok faydalıdır. Hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz en temel gıda çikolatadır.”
Muhabirimize teşekkür ediyoruz ve diğer haberlere geçiyoruz. İnşaat sektörü çökmenin eşiğinde. Müteahhitler doğal hayatı bozmamak için tüm inşaat çalışmalarını durdurdular. Ünlü müteahhit Yapar Yıkaroğlu, “Biraz zarar edeceğiz ama hayvanların yaşam ortamının korunması daha önemli.” dedi. Yeni alışveriş merkezi inşaatına başlamak için bölgedeki ağaçları kesmeye kıyamadıklarını belirten Yıkaroğlu, “Ağaçlardan birinde yuvada yeni doğmuş üç leylek yavrusu bulunuyor. Uçabilecek yaşta değiller. AVM yapımı gecikecek ama olsun, üç küçük leyleğin hayatı daha önemli.” şeklinde konuştu.
Bu gelişmeyle birlikte demir, çimento ve diğer inşaat yan sektörleri de tehlikeye girdi.
Yeni Avcılık Kanunu yürürlüğe girdi. Bu kanunla avcıların silah kullanması yasaklandı. Silahsız hayvanları avlamak isteyenler silahsız olarak en yakındaki ormana gidebilir ve vahşi hayvanları ziyaret edebilirler.
Belediyeler Birliği Toplantısı’nda hayvan sevgisi, merhamet ve empati konusu ele alındı. Bütün belediye başkanlarının her ay bir hafta hayvan barınağında yaşaması kararlaştırıldı. Böylece belediye başkanlarının hayvan hakları konusunda eğitilmesi ve barınaklarda yaşam koşullarının iyileştirilmesi amaçlanıyor. Uzmanımız Bilir Ukaladümbeleği bu konuda da konuştu:
“Belediyeler yüz yıldır hayvanları zehirleyerek, tüfekle vurarak ya da ıssız dağlara, adalara terk ederek öldürmeye alışmışlardı. 2004’te çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu öldürmeyi yasaklayınca hiçbir şey anlamadılar ve bu sefer hayvanları barınaklara toplayıp aç, susuz, hasta bırakarak öldürmeye devam ettiler. Bence belediye başkanları ayda bir hafta değil sürekli olarak barınakta yaşamalıdır.”
Sayın seyirciler, bir son dakika haberimiz var: Bütün trafik polisleri görevden alındı. Yetkililer, artık hiç trafik kazası olmadığı için trafik polisine ihtiyaç kalmadığını açıkladı. Şu anda muhabirimiz Hadise Koşarsorar bir trafik polisiyle görüşüyor:
“Habire, gördüğün gibi bu ani haber üzerine trafik polisleri ne yapacaklarını şaşırdılar. Adamlar ellerinde düdükleriyle öylece sokak ortasında kaldılar. Efendim, işinizi kaybettiniz. Duygularınızı alabilir miyiz?”
“#!#!”
“Peki, anlıyorum. Şimdi ne yapacaksınız?”
“*#%^&+#!”
Sayın seyirciler, muhabirimize teşekkür ediyoruz ve diğer haberlere geçiyoruz. Fiyatlar o kadar düştü ki artık satıcılar müşterilere para ödeyerek mallarını satabiliyorlar. Elmanın kilosu eksi beş, patlıcan eksi on liraya düştü. Halk fazla paradan şikâyet etmeye başladı. Emekliler, “Ne alsak üzerine bize para veriyorlar. Bizim bu kadar parayı harcamamıza imkân yok. Artık yeter.” dedi.
Sayın seyirciler, bu arada banka sahipleri intihar etmeye devam ediyor. Bugün de Malbank, Mülkbank ve Mokbank’ın sahipleri intihar etti. Banka sahipleri, yıllarca insanları borçlandırıp felaketlerine sebep oldukları için vicdan azabı çekiyorlar, bu yüzden intihar ediyorlar.
SON DAKİKA: BAKANLAR KURULU TOPLANTISI BİTTİ
Sayın seyirciler, bugün acil toplanan Bakanlar Kurulu ekonomik krizi görüştü. Muhabirimiz Hadise Koşarsorar bildiriyor:
“Habire, az önce hükümet sözcüsü toplantıda alınan kararları açıkladı. Açıklama şöyle:
‘Ülkemizde oluşan huzur, barış ve bolluk ortamı hepimize batmaktadır. Özlediğimiz yoksulluk, yolsuzluk ve yozluğu getirecek birisinin ivedilikle yönetime gelmesi gerekmektedir. Bu nedenle hükümetimiz erken seçim kararı almıştır. Şimdi görev halkımıza düşmektedir.’”
Sayın seyirciler, haber programımız burada sona eriyor. İyi geceler...
Bu ve buna benzer öykülerimi bir dosyada toplayıp heyecanla yayıncı Hünkâr
Beğenmez’e götürdüm. Önce aksilendi, “Kafası bozulan kitap yazıyor.” dedi. Sonra yazdıklarıma şöyle bir göz attı, burun kıvırdı, “Olmamış.” dedi. “Gülgün Hanım, siz öykü yazmayı beceremiyorsunuz. Hem siz yayıncılığı kolay mı sanıyorsunuz? Bu kitaplar satılmaz da elimde kalırsa ne yapacağım? Sobada mı yakacağım? Öyle bir kitap yazın ki herkes okumak istesin, çok satsın. Başka türleri deneyin.”
Başka türde ne yazabilirdim?
Bölüm 4: Yemek Kitabı
Düşündüm, taşındım, sonunda buldum: Yemek kitabı yazacaktım. Herkes yaşamak için yemek zorunda olduğuna göre benim gibi usta bir aşçı tarafından yazılmış bir yemek kitabı çok satabilirdi. Bir vegan olarak kitabıma sebze, meyve, kuru yemiş açısından çok zengin menüler koyacaktım. Böylece zavallı hayvanları kesip yemenin ne kadar gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktı.
Yalnız bu kitabı okuyacak olan farklı zekâ düzeylerinde insanlar için her şeyi tek tek açıklamak gerekecekti. Bilirsiniz, uçakta dağıtılan fıstık paketlerinin üzerinde şöyle yazar: “Paketi açın, fıstıkları yiyin.” Dondurulmuş yiyeceklerin üzerinde de şöyle denir: “Çözüldükten sonra yiyin.”
Demografik istatistiklere göre dünya nüfusunun yüzde ikisi geri zekâlı, yüzde yedisi düşük zekâlı, yüzde on altısı tutuk zekâlılardan oluşuyor. Yani normal zekâ düzeyinin altında iki milyara yakın insan var. Nüfus arttıkça bunların sayısı da artıyor. Bu yüzden yazılan kitaplarda bu insanların ihtiyaçları göz önüne alınmalı. En temel bilgiler verilmeli, sabırla ve adım adım her şey anlatılmalı:
“Yemekleri yemeden önce pişirmek gerekir. Bugün lahana pişiriyoruz çünkü lahana en faydalı sebzedir. Ayrıca lahana akrabamızdır çünkü çoğumuz lahanadan çıkmışızdır.
Yemek yaparken kedinize de bir şeyler verin ki mutfakta sizi rahat bıraksın. Yalnız kediye lahana vermeyin yoksa çok kötü bakışlarla karşılaşırsınız ve bütün itibarınızı kaybedersiniz.
Kırmızı biberleri, havucu ve lahanayı doğrayın. İki diş sarımsak da ekleyip soğanla birlikte bir süre kavurun. Tuz, domates püresi ve sıcak su ekleyip yarım saat pişirin. Yemekler daima kısık ateşte pişmelidir. Böylece yanma ihtimali de azalır.
Yemek Nasıl Yenir?
Öncelikle yiyeceklerin tabağa hangi sırayla dizileceği konusunu ele alalım. Bu konuda pek çok tartışma ve çatışma yaşanmıştır. Sulu yemeğin yanına ne konacaktır? Patates ekolüne göre sulu yemeğin yanına patates, garnitür olarak konur ve tampon görevi yapar. Patates ekolü kendi içinde pek çok fraksiyona bölünmüştür (kızartma, oturtma, haşlama, püre vb.) ve bunlar daha çok kendi aralarında kavga eder. Öte yandan pilav üstü ekolüne göre fasulye gibi sulu yemekler pilavın üstüne konur.
Bu konu öyle göründüğü gibi basit ve hafife alınacak bir konu değildir. Sağ-sol ve medeniyetlerin çatışmalarından sonra bu ekoller çatışacaktır. Amaç hır çıkarmaksa bahane çoktur. Böylece silah tüccarları insanları bölüp savaştırarak, iki tarafa da silah satacak ve milyarlarca dolar kazanacaktır.
Şimdi yemeğiniz hazır ve tabakta sizi bekliyor. Ne yapacaksınız? Evet, doğru. Yiyeceksiniz. Önce oturun. Oturur pozisyonda yemek yiyin. Çatalı elinizde tutun. Saat yönünde ilerleyerek tabağınızda bulunan yemekleri çatalla ağzınıza götürün. Örnek: Önce bir parça patates ile başlayın. Elinizde beklemekte olan çatalı patatese saplayın. Bezelye gibi hareketli yiyeceklerin kaçmasına izin vermeyin. Yiyecekleri dişlerinizle çiğneyin ve yutun. Bu hareketi yemek bitene kadar tekrarlayın.”
Eh, fena olmadı. Bakalım yayıncım bu kitabı beğenecek miydi? Değişik insan grupları için yemek tarifleri vermek hiç de fena fikir değildi. Bu fikri biraz daha geliştirmeliydim. Örneğin, kocalarından dayak yiyen kadınlar için yemek tarifleri:
“Adamın kafası büyüklüğünde bir lahana alın, baltayla parçalayın. Soğana keserle bütün gücünüzle vurup soğanı parçalayın. Bütün malzemelerin üzerine çıkıp ayaklarınızla ezin.
Hepsinin üzerine kaynar su dökün. Ağır ateşte iyice pişene kadar bekletin.”
Hatta kediler için de yemek tarifleri verilebilir. Kediler bir zamanlar tanrı olduklarını hiç unutmamışlardır. Kendilerine daima özenle hazırlanmış, pahalı yiyecekler verilmesini beklerler. Bu konuda “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara.” sözünü ilke edinmişlerdir. Klasik geleneksel yaklaşıma göre kedilere kasaptan artık et parçaları ve ciğerciden ciğer alınır, pişirmeden öylece verilirdi. Bugün egemen olan neoliberal ekole göre piyasada bulunan hazır kedi mamaları bir kedinin tüm beslenme ihtiyaçlarını karşılayan mükemmel bir gıdadır. Postmodern akım ise gerçekte kedi maması diye bir şey olmadığını, bu kavramı kafamızda kendimizin yarattığını; kedilerin istedikleri zaman fare, kuş, böcek, sinek yakalayıp yiyebildiklerini söyler.
Yemek kitabı yazmak çok zevkliydi. Yalnız deneme amacıyla yaptığım bütün yemekleri eşim Yılmaz’a yediremiyordum. Neyse ki evde bulunan on dört kedi ve üç köpek bu konuda bana yardım ediyorlar, önlerine ne koyarsam koyayım silip süpürüyorlardı. Yine de yemekler artıyordu. Sonra, Kayısı geldi.
Bir gün yeni yemek tarifleri denerken sokak kapısından bir gürültü, patırtı ve kedi bağırışları duyuldu. Sanki birisi kapıyı tekmeliyor, yumrukluyor, birçok kedi de ona eşlik ediyordu. Merakla kapıyı açınca bir de ne göreyim, sadece bir tane kedi yavrusu. Bütün o gürültü bu ufacık kediden mi çıkıyordu?
Koyu sarı kürklü, beyaz çizmeli yavru kedi, kapı açılır açılmaz kırk yıllık babasının eviymiş gibi içeri daldı. Bir yandan da öfkeyle söyleniyordu:
“Miyaa, miyaa (İki saattir kapıyı çalıyorum, neredesiniz? Çabuk bana yemek getirin)”
“Ayy, minicik. Ne tatlı. Kim bilir ne kadar açtır. Sana mama vereyim mi?”
“Şap, şap, şlup. Miye? (Başka bir şey yok mu? Burası ne biçim ev?)
“Doymadı galiba. Biraz fasulye yer mi acaba?”
“Miyam, miyam (Ekmek de ver. Yanında pilav yok mu? Ben diyet miyet anlamam.)”
“Bu hayvan çok aç kalmış. Biraz da kuru mama vereyim mi?”
“Miyork! (Ver, iyisinden olsun.)”
“Yahu bu kedi doymuyor. Şurada biraz kek kalmıştı, bari onu da verelim.”
“Miyaaah! (Hah nihayet şöyle adam gibi kedi yiyeceği verin.)”
“Galiba çok karıştırdık, midesi bozulacak. Biraz ara verelim, sonra yine yer.”
“Miik? (Ne oldu? Başka bir şey yok mu?)”
“Vallahi doymadı bu. Bir kedi maması daha açsak mı?”
“Mee. Mee. Mee (Çabuk aç. Çabuk aç. Çabuk aç.)”
“Nasıl, beğendin mi?”
“Meeh. (Eh, fena değil.)”
Kedi sayımız on beş olmuştu. O günden sonra Kayısı çeşnicibaşılık görevini üstlendi ve yaptığım bütün yemeklerin tadına baktı.
Çok çeşitli, sağlıklı ve lezzetli yemek tarifleri bulmuştum. Fakat bir sorun vardı. Yemek kitabı yazarken gelir dağılımındaki eşitsizlikler de göz önüne alınmalıdır. Ya bu kitabı okuyan insanlar çok fakirse? Herkes muz, badem falan alamıyor. Bu durumda, herkesin maddi durumuna göre değişik yemek tarifleri vermem gerekecekti. Örneğin çorba:
1. Zenginler İçin Çorbalar:
Artık Gözünüz Doysun Çorbası:
Malzemeler: Kuşkonmaz, tereyağı, sarımsak, fesleğen, krema, mevsim sebzeleri.
Hazırlanışı: Büyük bir kazana veya havuza bütün malzemeleri koyup içine atlayın ve yüzün.
Daha Doymazsan Şunu Ye Çorbası:
Malzemeler: Ziftin peki, zakkumun kökü, elimin tersi; devenin nalı, semeri, hörgücü ve hamudu, beş kardeş.
2. Orta Sınıf İçin Çorba:
Geçiniz. Orta sınıf diye bir şey kalmadı.
3. Fakirler İçin Çorba:
Sade suyu kaynatın, biraz daha su ekleyin. Fakirlik derecenize göre tuz ekin. Çok fakirseniz tuz da koymayın.
Not: Bu çorba yazın soğuk olarak da içilebilir.
4. Mutlak Fakirlik Sınırının Altında Yaşayanlar İçin Çorba: (Etiyopya, Sudan, Bangladeş vb.) Şimdi bu insanların içecek suyu bile yoktur. Ben bunlara nasıl çorba tarifi vereyim?
Bu yemek kitabı işi, sinirlerimi bozmaya başladı. Belli ki herkes bu yemekleri yiyemeyecekti. En iyisi başka tür bir kitap yazmaktı.
Bölüm 5: Köy Romanı
Köy romanı yazsam? Bu bir zamanlar çok tutulmuş olan bir türdü. Fakat ben köy hayatını hiç bilmiyordum. Köyler hakkında bildiğim tek şey, köy düğünlerinde gelinlerin ata bindirilip gönderildiği idi. İlkokulda, ortaokulda resim hocaları bize hep bunu anlatır, resmini yaptırırlardı. Hiç görmediğim bir şeyin resmini nasıl yapardım? Aynı şekilde, hiç yaşamadığım bir yerin romanını nasıl yazacaktım?
Neyse, anlatacak bir köy hikâyem var aslında.
Sadık okuyucumun (en az bir tane okuyucum olduğunu varsayıyorum) bildiği gibi, daima yolumu şaşırır, yanlış otobüse biner, yanlış yerlere giderim. Yine böyle bir günde
Kızılay’a gidiyorum zannederek Köyobası otobüsüne binmişim.
Otobüste daima kitap okuduğum için nereye gittiğime pek bakmam. Yanımda oturan köylü kadın, beni elimdeki kitaba dalmış görünce, “Niye çalışıyon? Artık sınavlar bitti.” dedi.
“Ben ders çalışmıyorum, sadece kitap okuyorum.” dedim.
“Ders değilse niye okuyon?” dedi.
Bu soruya verecek cevap bulamadım. Belli ki karşımda hiç kitap okumayan birisi vardı. Ben ise beş yaşımdan beri kitaptan başımı kaldırmamıştım. Kadın beni sorgulamaya devam etti: Nerelisin, evli misin, çocuk var mı, kocan nereli… Bunlar gibi birçok soruya cevap vermeye çalışıyordum. Bu arada otobüs beni hiç bilmediğim bir yere, Köyobası’na götürmekteydi.
Durumu fark ettiğimde artık çok geçti. Köyobası, Ankara’nın biraz dışında bir köydü ve son durağa çoktan gelmiştik. Otobüsten inip, geri dönecek başka bir otobüs bulmak için yürümeye başladım. Bir yandan da bana çok değişik gelen köy yaşamını inceliyordum. İyi bir yazar olabilmek için her şeyi gözlemlemekte yarar vardı.
Köy evleri küçücüktü, tek katlı, taştan yapılmış derme çatma evlerdi. Fakat her evin önünde beş on çocuk vardı. Hepsi birden o küçücük eve nasıl sığıyor, nerede yatıp kalkıyorlardı?
Her evin yanında öbek öbek dizilmiş yuvarlak tezek yığınları vardı. Her evin ekmek pişirilen bir tandırı ve her türlü sebze, meyve yetiştirilen bir bahçesi veya tarlası vardı. Yine her evin koyun dolu bir ahırı vardı. Kısacası her ev kendine yeterli, kapalı bir ekonomi halindeydi. Bütün yiyeceklerini kendileri üretiyorlardı, çarşıdan hiçbir şey almalarına gerek yoktu. Hiç paraları olmasa bile aç kalmazlardı. Sanki küreselleşme buralara hiç uğramamış, bu insanlar Orta Çağ’da donup kalmışlardı. En ilginç olan da hepsinin evlerinin, giyimlerinin, yaşam tarzlarının tıpatıp birbirine benzemesiydi.
Böyle derin derin düşünerek yolda yürürken arkamdan terbiyeli bir öksürük sesi duyuldu: “Öhö, öhö.” Dönüp baktım, peşimde bir koyun var. Hayret, aynı insan gibi öksürüyordu. Koyun arkamdan gelmeye başladı. Sonra onun peşine bir koyun daha takıldı. Bir koyun, iki koyun derken bütün bir sürü benim arkamdan gelmeye başladı. Yirmi otuz kadar koyun beni çoban zannetmiş, takip ediyorlardı. Sağa doğru gittim, hepsi sağa geldi. Sola bir adım attım, hepsi sola. Durdum, hepsi durdu. Eyvah, şimdi bunlar otobüse de benimle birlikte binmeye kalkarsa? Bir keresinde bir kedi yavrusunu otobüse bindirebilmiştim fakat otuz tane koyuna şoför hiç de sıcak bakmayacaktı.
Sürü psikolojisi ile ilgili bilgilerimi hatırlamaya çalıştım. Her koyuna ayrı ayrı psikanaliz yapmak, çocukluk döneminde ana babalarıyla ilişkilerini anlattırmak mümkün değildi. Fakat neden önlerine çıkan herkesin peşinden gidiyorlardı? Kedi olsa kendi yoluna gider, köpek olsa önünüzde koşar. Koyun psikolojisi çok farklı bir konu idi ve bence mutlaka incelenmesi gerekiyordu.
Birçok hayvansever, Kurban Bayramlarından önce bahçelerde, sokaklarda bağlı bekletilen koyunların iplerini gizlice keserek kurtarmıştır. Daha doğrusu kurtardığını zannetmiştir çünkü beklentisinin aksine, ipi kesilen koyun birdenbire gelen özgürlüğün coşkusuyla koşup kaçmamış, bulunduğu yerde otlamaya devam etmiştir. Hayvanseverler bu koyunları çok uyarmış, zorla çekerek kurtarmaya çalışmışsa da koyunlar kurtarılmayı reddetmiştir.
Bence koyunlar sanıldığı gibi aptal değil, sadece çok temiz kalpli ve iyi niyetli hayvanlar. Herkesi de kendileri gibi sanıyorlar ve herkese güveniyorlar. Hiç akıllarına gelmiyor ki o peşinden gittikleri çoban bir gün bıçağı çekip boğazlarını kesecek. Öte yandan bir kedinin güvenini kazanmak için aylarca, hatta yıllarca uğraşmanız gerekir.
Beni takip eden koyunlara çoban olmadığımı anlatmaya çalıştımsa da ikna edemedim. Belki yarım saat peşimde bir koyun sürüsü ile dolandım durdum. Hatta bu sevimli hayvanlardan hoşlanmaya başlamıştım ki nihayet sürünün sahibi olan bir köylü kadın ortaya çıktı. Elinde sopayla acayip sesler çıkararak koyunları kendi liderliği altında topladı. Demek ki sopa gerekiyormuş. Bu arada köyün bütün çocukları da etrafımıza toplanmış, beni seyrediyorlardı. Çünkü ben onlardan farklı görünüyordum. Bu kez de onlar aynı koyun sürüsü gibi peşimden yürümeye başladılar.
Köylü kadın, çocuklardan birine, “Bunlar gırh deneydi, sayıver bi hele, hepsi tamam mı?” dedi.
Dilin, doğru konuşulmasına çok önem verdiğim için hemen atıldım:
“Gırh değil, kırk tane.”
“He, gırh dene.” dedi yine kadın.
Kadının dilini düzeltmekten vazgeçtim. Tamam, okula gitmemiş olabilir ama artık herkesin evinde televizyon var, düzgün konuşmayı oradan öğrenemezler mi?
“Siz televizyon seyreder misiniz?” diye sordum.
“Sadece şarkı, türkü dinlerik. Başka şeylere bakmayık.”
“Ayy, şu minicik kuzuya bakın. Ne kadar şirin! Siz bunları sevmiyor musunuz? Nasıl kesip yiyebiliyorsunuz?”
“Hem severik, hem keserik!”
Bu insanlarla hiçbir konuda anlaşamayacaktım. Artık buradan gitmek, uzaklaşmak istiyordum. Kadına sordum:
“Otobüs ne zaman gelir?”
“Bilmem, biz hiç otobüse binmeyik.”
“Peki, otobüs tarifesinin yazılı olduğu bir yer yok mu?”
“Bilmem, biz okuma yazma bilmeyik.”
“Nasıl olur, yirmi birinci yüzyılda Atatürk Türkiye’sindeyiz?”
“.....”
“Ne yani, Atatürk’ü de mi tanımıyorsunuz?”
“O kim? Çoban mıdır?”
Bir koyunlara baktım, bir kadına baktım, bir de etraftaki onlarca çocuğa baktım:
“Aslında çoban değildi ama... Epeyce çobanlık yapması gerekmişti. O aslında büyük bir asker, devlet adamı ve liderdi.”
“Buralara gelmez m’ola?”
“Atatürk buralara çoktan geldi de gitti bile.” dedim. “Artık bir daha gelmez.”
Köy deneyimim bu kadardı. Bundan fazlasını bilmediğime göre köy romanı yazamazdım. Ben en iyisi okuduğum, bildiğim konularda yazmalıydım.
Otobüs gelmedi. Ana caddeden geçmekte olan bir taksiye bindim. Bir süre gittikten sonra taksi şoförü, “Şuradan bir kaz alabilir miyim abla, beş dakika bile sürmez.” dedi.
İrkildim. Şaşkınlıkla, “Tabii, tabii.” dedim. Adam kazı ne yapacaktı? Kesip pişirecek miydi? Ya arabaya getirip yanıma oturtursa? Akşama kesilecek bir kazla yan yana oturmaya yüreğim dayanmazdı.
Şoför biraz sonra geri döndü. Neyse ki elinde kaz falan yoktu.
“Kaz kalmamış mı?”
“Depoya doldurduk abla.” dedi.
“Ne? Depoya kaz mı doldurdunuz?” Kim bilir kaç hayvancığı arabanın arkasına tıkıştırmıştı. Zavallı kazların hiç sesi çıkmıyordu. Ne bir “Vak!” ne de bir “Gıdak!” Ne yapmalı, nasıl kurtarmalı? En iyisi adama para teklif edeyim. Kazları alır, sonra serbest bırakırım.
“Araba kazsız gider mi abla?”
İşte bu sözden sonra ayıldım. Meğer adam gaz demek istiyormuş. Aslında benzin demesi gerekirdi ya işte insan dilini doğru dürüst konuşmazsa böyle hatalar yapıyor.
Eve vardığımda sıcaktan ve yorgunluktan ter içinde kalmıştım. Temizlik yapmakta olan Merdane Hanım’a “Off, ne kadar sıcak! Her sene yaz, bir öncekinden daha sıcak geçiyor.” dedim.
“Sera kazları yüzünden.” dedi Merdane Hanım. Hayda, bugün de benim şansım kazlardan yana açılmış!
“Kazlarla havanın ne ilgisi var canım?”
“Kazlar atmosferde birikip dünyayı ısıtıyormuş.”
“Ona gaz denir, kaz değil. Karbondioksit gibi gazlar…”
“Tamam, işte ben de kaz diyorum.”
“Hayır, sen kaz diyorsun, doğrusu gaz.”
“E ben de kaz diyorum işte.”
“Ay çıldıracağım. Peki, hani bir hayvan vardır, ördeğe benzer, böyle yürür.” dedim, bacaklarımı iki yana açıp, göbeğimi ileri çıkararak ve ellerimi kanat gibi çırparak paytak paytak yürüdüm.
“Bu hayvanın adı ne?”
“Gaaz.”
Pes doğrusu. Artık iyice canım sıkılmıştı. Madem hepimiz aynı dili konuşuyorduk, birbirimizi doğru anlamamız için aynı şekilde konuşmamız gerekmez miydi? Hayvanlar kuyruklarıyla iletişim kurabilirler fakat insanların kuyruğu olmadığı için konuşarak anlaşmak zorundadırlar.
Ben özellikle bir yazar olarak dili doğru kullanmaya çok önem veriyordum. Hatta yazarların yeni sözcükler üreterek dili zenginleştirmeleri gerekir. İşte benim dilimize katkılarım:
Miyk: Yavru kediyi çok mıncıkladığınızda çıkardığı ses.
Mımf: Gece kediniz sizi uyandırdığında çıkardığınız ses.
Homf: Ayıyı kış uykusundan uyandırdığınızda çıkardığı ses.
Köy romanı yazmaktan vazgeçmiştim. Köy insanının yaşam tarzı, dili, düşüncesi bana çok yabancıydı. Yazarlık çalışmalarıma felsefe konularıyla devam etmeye karar vermiştim.
Ne de olsa lisede, üniversitede biraz felsefe okumuştum.
Bölüm 6: Felsefe Yazıları
Sokrat, aksi ve dırdırcı bir kadınla evliymiş. Sonunda filozof olmuş. Söylediği en önemli sözlerden biri, “Kendini bil” dir. Yani biz neyiz, kimiz, neden böyleyiz diye sormalı ve bu konu üzerinde derin derin düşünmeliyiz.
Kendimizi tanımak için önce geçmişimize bakmalıyız. Bazı bilim adamlarının iddialarına göre geçmişte bir yerlerde insanlar maymunlarla çiftleşmiş ve yavrulamışlar. Eğer bu doğruysa, insanlığın bugünkü acıklı durumunun açıklaması işte budur.
İkinci önemli nokta, doğal ayıklama kanununa aykırı olarak ortalıkta bir sürü sağlıksız ve tipsiz insanın bulunmasıdır. Eğer doğaya kalsaydı, yalnızca yaşamaya en uygun olanlar hayatta kalır ve insan soyu mükemmelleşebilirdi. Çünkü insanlar doğal içgüdüleriyle güçlü, sağlıklı ve güzel insanlarla evlenirdi. Aşk dediğimiz şeyin işlevi de doğal ayıklamadır zaten. Güzel ve sağlıklı insanların birbirlerini beğenmelerini sağlar. Çirkinler ise eş bulamaz ve soyları tükenir.
Ben küçükken yalnız güzel insanlar âşık olup evlenir sanırdım çünkü filmlerde öyleydi. Sonradan hayretle gördüm ki çirkin, kel, topal herkes (toplumun baskısıyla) evleniyor ve çoğalıyor. Bu yüzden ortalık çirkin çocuklarla dolu.
Neden bu konuya önem veriyorum? Çünkü güzel insan sağlıklı ve problemsiz insandır. İnsanın dışı güzelse içi de güzeldir. Çirkin insan ise mutsuzluğunun ve doyumsuzluğunun sonucu olarak saldırgan, acımasız, sevgisiz ve bencil bir yaratık olur. Dünyayı kana bulayan liderlerin suratları bunun kanıtıdır. Hayvanlara eziyet edenler de hep çirkin suratlıdır.
Sokrat “Kendini bil.” derken “Kendini başkalarının öğrettiği şekilde değil, gerçekte olduğun gibi gör.” demek istiyordu. Örneğin çok çirkin bir çocuğu anne babası sürekli “Güzel yavrum, güzel evladım!” diyerek büyütürse çocuk da kendisinin pek güzel olduğuna inanır. Aksine; çok güzel, yetenekli, akıllı olduğu hâlde kendini beğenmeyen ve kendine güvenmeyen insanlar çoktur. Çünkü bunlar anne-babalarından hep eleştiri ve aşağılama görmüşlerdir.
Bu ve buna benzer konularda, hayatın erken dönemlerinde başkalarından aldığımız verilerle değer yargılarımızı oluştururuz. Daha doğrusu başkaları oluşturur. Bir gün gelir, fark ederiz ki sahip olduğumuzu düşündüğümüz özgürlük aslında bir hayalden ibarettir. Yapmış olduğumuz her şey; biyolojik kalıtımımızın, toplumsal öğretilerin, ailemizin yaptığı erken programlamanın sonucudur. İnsanın beyni öyle yıkanmıştır ki kendi kararlarını özgürce verdiğini zannederken bile aslında toplumsal beklentilere ve taleplere uymaktadır.
İnsan hep başkalarından kabul, onay ve övgü bekler çünkü toplumsal bir yaratıktır, toplumdan dışlanmaktan korkar. Milyonlarca yıldır insan türünün hayatta kalması, toplum içinde yaşaması ile mümkün olmuştur. Eski insanlar mağaradan dışarıya atılma korkusu ile diğerlerine uymuşlardı.
Toplum herkesi aynı şeyleri yapmaya yani birbirine benzemeye zorlar, böylece sistemin olduğu gibi sürmesini sağlar. Oysa her insan eşsizdir. Hiçbir iki insan birbirine benzemez. Tarihin başlangıcından beri diğer bir bireyin tam aynısı olan biri olmamıştır. Bu nokta insanın mutluluğu için önemlidir çünkü insan kişisel değer duygusunu kendisinin eşsizliğinden almaktadır.
Gelenekler, görenekler, toplumsal değerler ve en önemlisi kapitalist piyasa, mekanik bir sistemin küçücük parçaları hâline gelmemizi ve o sisteme hizmet etmemizi sağlar. Toplumsal normlar bizi belli yönlere mecbur eder. Hangi değerler aile, öğretmenler, arkadaşlar ve medya tarafından övülürse onları benimseriz. Hangi eylemler yerilirse onlardan kaçınırız.
Erken yaşlarda yaptığımız meslek, evlilik gibi seçimler daha sonraki yaşamımızın çok uzun bir dönemini etkiler. Çok sonra fark ederiz ki özgürce seçtiğimizi zannederken aslında hiç de özgür değilmişiz. Potansiyelimiz başlangıçtaki birçok faktör tarafından sınırlandırılmıştır.
Zaten özgürlük diye bir şey yoktur. Her eylem bir önceki eylemin sonucudur. Kısıtlıdır. Olması gereken olacaktır. Bu kadar çok zorlayıcı faktör varken özgürlükten kim söz edebilir? İçinizdeki zincirlerden kurtulabilir misiniz? Onlar sizin beyninize nakşedilmiştir.
Dünyayı da değiştiremezsiniz. O milyonlarca yıldır böyle dönüp duruyor işte. Sadece felsefe yapabilirsiniz. Sonunda da hiççiliğe varırsınız. Kamyon şoförlüğü yapmakta olan büyük bir düşünürün, kamyonunun arkasına yazdığı özlü sözde belirttiği gibi: “Âlem buysa biz yokuz.”
Acaba postmodern takılsam nasıl olurdu? Bildiğiniz gibi 1968’in devrimci gençleri dünyayı değiştiremeyeceklerini anlayınca postmodernizme sığınarak avunmaya çalışmışlardı.
Postmodernizmde çok önemli bir şey söylüyormuş gibi yapacaksın, ortaya yeni bir düşünce atmış gibi yeni ve anlaşılmaz kavramlar kullanacaksın, herkes de anlıyormuş gibi görünecek... “Öznenin merkezsizleşmesi”, “çoğulluk”, “tarihin sonu”, “parçalanmışlık”... Hiç kimse bir şey anlamayacak. Amaç da bu zaten. Çok şey söylüyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey söylememek. İyi numara. İşte bir örnek:
“Modernliğin rasyonel ve birleşik özneleri kurma çabasının ürünü olan totalleştirici öte/büyük anlatıların, kendi davaları uğruna boyunlarını vurdurmaya hazır yeni kahramanlar yaratma potansiyelini yitirmesi; farklılık politikasını besleyebilecek küçük anlatılarda huzur ve umut arayan merkezsizleşmiş ve parçalanmış öznelerin doğuşuyla nitelenen postmodern çağla sonuçlanmıştır.”
Felsefe yapmak iyi de, yazanı da okuyanı da bunalıma sokuyor. Fazlası sağlığı bozar. Fazla düşünen ve fazla konuşan Sokrat’ı da artık çekilmez hâle geldiği için zehirleyip öldürmüşlerdi.
Başka bir konuda yazmalıydım. “Ne yazsam, ne yazsam?” diye düşünürken aklıma ünlü yazarların romanlarını taklit etmek geldi. Örneğin Yaşar Kemal. Benim kadar yetenekli değil tabii ama iyi bir yazar sayılır.
Bölüm 7: Ünlü Yazarlardan Öğrenmeli
Yaşar Kemal, Adana’nın bir köyünde doğmuş, büyümüş ve çeltik ekicisinin sorunlarını yazmıştı. Ben de Gölcük’te doğmuştum, Değirmendere fındıkçılarının sorunlarını yazabilirdim. Fındıkçının sorunu ne olacak, herhâlde çok basit şeylerdir: “Bu sene fındıklar küçük çıktı.” ya da “Bu sene fındık kurdu var.” ya da “Bu sene fındıklar çürük çıktı” falan. Fakat iş oturup yazmaya gelince bunun ne kadar zor olduğunu anlamıştım. Önümde günlerdir boş kâğıt duruyordu. Üstelik Yaşar Kemal’in üslubu da taklit edilemeyecek kadar zordu. Şuna bakar mısınız:
“Gün doğuyordu ki köye girdi. Orta yerde atın başını çekti. At terden kapkara olmuş, göğsü körük gibi inip inip kalkıyordu. Boynu, sağrısı köpüğe batmıştı. Memed de çok terlemişti. Ter, kulunçlarından fışkırmıştı. Yüzü, perçemi ıpıslaktı. Gün bir adam boyu yekindi. Gölgeler uçsuz bucaksız batıya doğru uzadı.
Islak at tepeden tırnağa ışığa boğuldu. Her yanı pırıl pırıl. Öyle dimdik.”
Yani ben de fındık üreticisi hakkında böyle mi yazacaktım? Ne yapsam olmuyordu.
Peki, ben nasıl yazar olacaktım? Durumu arkadaşlarım Lale, Yasemin ve Nergis’e anlattım.
Derhâl olağanüstü bir toplantı yaptık. Öğretmen olan Lale dedi ki:
“Madem Yaşar Kemal’i beğeniyorsun, gidip kendisine soralım. Roman nasıl yazılır, sana öğretsin.”
Yasemin ise bir işletmeci gibi düşünüyordu:
“Adam mesleğinin sırlarını verir mi? O zaman herkes eline kâğıt kalem alır, roman yazar. Oh! Hem piyasada arz çoğalınca kitap fiyatları da düşer. Bu da adamın hiç işine gelmez.”
Nergis, içimizde en uçuk fikirleri olandı:
“Bir tek çare var: Yaşar Kemal’i kaçırıp işkenceyle konuşturmak ve roman yazma sanatını öğrenmek. Ne de olsa adam Türkiye’nin en iyi yazarı.”
“Salak, adam eğer Türkiye’nin en iyi yazarıysa zaten artık her türlü işkenceden geçmiştir. Senin işkencenle çözülür mü? Bana mısın demez.”
“Niye, üzerine bal döküp karıncalara yalatabiliriz.”
“Karıncaların dili var mı?”
“Isıran bir hayvan olsa daha iyi.”
“Sincaplar çok kuvvetli ısırır. Ön dişleri o kadar güçlüdür ki en sert şeyleri bile deler.”
Sevgili arkadaşlarım, bana yardım edebilmek için bir yol bulmaya çalışıyorlardı.
“Arkadaşlar,” dedim “strateji doğru ama taktik sorunları var: 1) Sincabı nereden bulacağız? 2) Yaşar Kemal’i ısırmasını nasıl sağlayacağız? 3) Bir sincap yeterli mi? 4) Yaşar Kemal bir sincaba pabuç bırakacak bir adam mı?”
Nergis, “Peki, peki.” dedi “Başka bir fikrim var. Eskiden Rusya’da KGB Komünist Partiye ihanet edenleri yavaş yavaş kızgın bir fırına sokarmış. Ayaklarından başlayarak…
İbret olsun diye diğer parti üyelerine de zorla seyrettirirlermiş.”
“İyi de, hangimizin evinde o kadar büyük fırın var? Benim mini fırına adamın sadece bir ayağı sığar.”
“Kaç numara ayakkabı giyiyor acaba?”
“Mikrodalga fırın olur mu?”
“Yok, yok. Tek ayak yetmez.”
“Polise sorup işkence metotlarını öğrensek. Belki bir kitapçık, broşür falan vardır.”
“Yok, onlar da meslek sırlarını vermezler.”
O sırada televizyonda Mazlum Morsümbül göründü. Yeni bir türkü söylüyordu:
“Ohooy, ohooy, ohooy, ohoyy
Oy, oy, oy, oy, oyyy!”
Böyle yirmi otuz kere “Oy!” dedikten sonra arada bir de katır gibi kişniyordu:
“Hii, hii, hii...”
Lale’nin yüzü gerilmiş, kaşları çatılmıştı: “Nedir bu sinir bozucu şey, kapat şunu Allah aşkına.”
Benim kafamda ise parlak bir fikir oluşmaya başlamıştı. Televizyonun sesini biraz daha açtım ve dikkatle dinlemeye başladım:
“Ohoyy, ohoyy, ohoyy, ohoyy...
Hii, hii, hii, hii...”
Kızlar elleriyle kulaklarını kapatıp balkona kaçtılar. Ben ise planımı yapmıştım bile: Yaşar Kemal kaçırılacak, bülbül gibi konuşana kadar Mazlum Morsümbül’ün kaseti dinletilecekti. Bu türküde en az 135 kere “Oy, oy!” diyor, 50 kere de kişniyordu. En değme babayiğit bile buna dayanamaz, çözülürdü.
Türkü bitince Lale içeri girip sordu:
“Sen nasıl dayandın buna yahu?”
“Ee, işkenceci işkenceye dayanmalı. Eğer işkenceci ‘Ay dayanamayacağım!’ diye işi yarıda bırakıp kaçarsa bu işler nasıl yürür? Sorarım size, bu devletin çarkı nasıl döner? Her türlü işkenceyi yapmaya hazır olacaksınız. Vietnam’da mesela, 1968’de My Lai köyünde Amerikalılar yüz köylüyü yere yatırıp üzerlerinden tankla geçtiler.”
Ertesi gün bir deneme yapmak istedim. Mazlum Morsümbül’ün kasetini alıp küçük teybime yerleştirdim ve okula gittim. Öğretim üyesi arkadaşım İlmiye Hipotez’in odasına daldım. Elimdeki teybi göstererek,
“Bak İlmiye,” dedim “bu teypte Mazlum Morsümbül’ün son kaseti var. Bu düğmeye basarsam çalmaya başlar.”
İlmiye’nin rengi attı, ellerini teslim olur gibi havaya kaldırarak,
“Hayır hayır, acı bana, iki tane çocuğum var.” dedi.
“Peki, o hâlde bugün benim işlerimi sen yapacaksın. Ha, şu vergi iade zarfımı da dolduruver.”
Çok memnun olmuştum. Demek metodum işe yarıyordu. Çıkıp asansöre bindim. Tesadüfen asansörde dekan vardı. Beni görünce her zamanki gibi yüzünde büyük bir felaketle karşılaşıp dehşete düşmüş insanların ifadesi belirdi. Asansör en alt kata inene kadar epey uzun bir süre geçecekti.
Dekan’la göz göze gelmemeye çalışıyordum. Teyple oynamaya başladım, birden çalmaya başladı. Hem de Mazlum Morsümbül’ün son türküsünü! Eski ve bozuk bir teypti, durduramıyordum. Düğmeleri bozulmuştu. Mazlum Morsümbül olanca gücüyle bağırıyordu.
Dekan oldukça dayanıklı görünüyordu. Asansör en alt kata inene kadar gık demeden durdu.
Fakat çıkarken sendeliyordu. Daha sonra 15 gün rapor aldığını duydum.
O gün dersler bittikten sonra kütüphaneye uğradım. Yaşar Kemal’in kitaplarını aldım. Onu kıskandığımdan değil. Sadece kitapları neden birkaç milyon satmış ve yirmi dokuz dile çevrilmiş, bunu merak ediyordum.
Nihayet eve varıp kanepeye yerleştim ve kitaplardan birini okumaya başladım: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana. Kısa bir süre sonra telefon çaldı.
“Alo?”
“Ben Yaşar Kemal.”
“Heh heh, çok komik. Ben de Şekspir’im.”
Herhâlde arkadaşlardan biri beni işletiyordu.
“Bak kardeşim, ben böyle telefon şakalarına hiç gelmem. Hem Yaşar Kemal beni niye arasın? O şimdi oturmuş roman yazıyordur. Kanlıdere, Sular Kanlı Akıyor, Bugün Sular Akmıyor falan...”
“Bu bir telefon şakası değil. Ben gerçekten Yaşar Kemal’im.”
“Öyleyse annenizin evlenmeden önceki soyadını söyleyin bakalım.”
“Söylerim ama doğru olup olmadığını sen nereden bileceksin?”
“Çukurova Nüfus Müdürlüğüne sorarım. Ama cevabın gelmesi birkaç ay sürer. Peki, daha hızlı bir test yapalım. Söyleyin bakalım son kitabınız kaç sayfa?”
“394.”
Elimdeki kitaba baktım: 394 sayfa. Eyvah, bu gerçekten Yaşar Kemal’di. Çünkü yazarından başka hiç kimse bir kitabın kaç sayfa olduğunu ezbere bilemez.
“Ee, şey… Çok özür dilerim Yazar Bey, pardon Yaşar Bey. Demek gerçekten sizsiniz.”
“Benim ya. Sen neden kitabında benimle dalga geçiyorsun bakalım?”
“Hangi kitabımda?”
“Zaten bir tane kitabın var. ‘Hepimiz Aynı Gemideyiz’”
“Haa, yok dalga geçmiyorum. Sadece espri olsun diye bir şeyler yazdım. Mizah yazarları bazı şeyleri abartabilir. Yani yazarlık gereği...”
“Yazarlığı senden öğrenecek değilim. Oraya gelirsem...”
“Biliyorum, pencereden aşağı atarsınız.”
“Hayatımda böyle saçma sapan bir şey okumadım. Yok yayıncıları pencereden aşağı atıyormuşum, yok hapse kendim isteyerek giriyormuşum.”
“Ama sizin gibi büyük bir yazarın acemi yazarları teşvik etmesi gerekir. Herkes beni teşvik ediyor. Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı ne dedi biliyor musunuz?”
“Kabahat sende değil, seni teşvik edende!”
Telefon çat diye kapandı, kucağımdaki kitap yere düştü. Kan ter içinde uyandım. Meğer Yaşar Kemal’in kitabını okurken uyuyakalmışım, hepsi rüyaymış. Fakat çok korkmuştum. Belki de yaşayan bir yazar yerine büyük değişime uğramış birini örnek alsam daha iyi olacaktı. Tolstoy gibi. Tolstoy romancıların en üst sınıfına dâhilmiş. Sadece insanların değil, hayvanların bile neler düşünüp hissettiğini tasvir edebilen bir yazarmış. Pek çok kedim ve köpeğim olduğu için bunu ben de yapabilirdim.
Savaş ve Barış’ı alıp incelemeye başladım. Tolstoy savaş karşıtlığını en iyi temsil eden sanatçılardan biriymiş. Fakat romanını okumaya başlayınca insan 3-4 sayfa sonra depresyona giriyor. 15. sayfada intiharı düşünmeye başlıyor. Biz de savaş karşıtlığı yapıyoruz ama bunun için okuyucuyu öldürmeye gerek yok. Sonra Tolstoy’un roman kahramanları o kadar çok ve her birinin ismi o kadar uzundu ki her şey birbirine karışıyordu. Yok Nikolay Nikolayeviç, yok Piyer Piyetroviç, Mariya Dimitriyevna, Anna Mihailovna. Belli ki sayfaları böyle doldurmuş. Eğer Tolstoy gibi yazacaksam böyle isimler bulmam gerekecekti. Ben de alıştırma olsun diye kedilerimin isimlerini kullanmaya karar verdim. Zaten bizim evde Tolstoy’un kahramanları kadar çok kedi vardı. Oturup listemi yapmaya başladım:
Sarman Sarmayev Sarmoviç
Panter Panteroviç
Tekir Tekirova Tekirovski
Mırniye Mırniyeva
O sırada telefon çaldı. Komşumuz Memiş Görmemiş’in hanımı arıyordu. Bunlar çok zengindi ama nedense ben onlara çok acıyordum. Çünkü paradan başka bir şeyleri yoktu.
Kadın, “Çaya buyurun.” diyordu.
“Ah çok isterdim ama şimdi Tolstoy’u bırakamam.” dedim.
“Aa, onu da getirin, tanışmış oluruz.” dedi.
Kadını atlatıp çalışmaya döndüm. Birden Sarman, Tekir’i kovalamaya başladı. Kedinin huyu böyledir: Bir başka kediye sinir olur ve duygularını gizlemeye hiç gerek görmeden aniden saldırıya geçer. Ve hep aynı kediye saldırır. İki kedi evin içinde koltukların, sehpaların üzerinden atlayıp şimşek hızıyla koşuyorlar; vazoları, bibloları deviriyorlardı. Diğer kediler de eğlence olsun diye onlara katıldı ve tam bir curcuna başladı. Ben,
“Sarmayev Sarmanovna Sarmayeviç, yapma. Oğlum Tekir Tekirova Tekirovski, dur!” diyene kadar her şey tuzla buz olmuştu.
Yabancı yazarları taklit etmek çok zor ve masraflı oluyordu. En iyisi bizden birini bulmaktı. Yaptığım araştırmalara göre Türk edebiyatında en güzel tasvir yapan yazarlardan biri Halide Edip Adıvar’mış. İşte Mor Salkımlı Ev:
“Evin bahçeye açılan kapısı ile bahçenin arkasındaki boş sırta açılan kapı arasında, çakıl döşeli ve üstü asma çardaklı dar bir yol vardır. Yeşil, sarı üzüm salkımlarının ve zümrüt gibi yaprakların arasından sızan ışık ve yeşil gölgenin içinde küçük kız, sabah akşam oynar durur. Alt terasta da bir havuz, türlü renkte yemiş ağaçları, iki tane gül ibrişimi ve bir de yine alev çiçekli nar ağacı vardır.”
Ben de buna benzer bir şey yazayım diye bahçeye çıktım. Fakat bizim bahçede üzüm salkımları, alev çiçekleri falan yoktu. Bütün gördüğüm; bir ağaç, bir köpek ve üç adet kediydi. Köpeğim Kartopu’nun yanına oturdum. Kartopu, toprağın üzerinde telaşla koşuşturan karıncaları büyük bir ilgiyle izliyordu.
Acaba bütün bu karıncalar nereye gidiyordu? Hepsi aynı yöne gitse bu sorunun cevabını bulmak kolaydı. Fakat bunların her biri ayrı bir yöne doğru, sanki bir göreve çağrılmış gibi acele ile koşuyordu.
Derken inanılmaz bir olay oldu. Karıncalardan biri bir su birikintisine düşüp debelenmeye başladı. Hayvanı kurtarmak için bir kuru ot uzatacaktım ki hayatımda beni en çok şaşırtan olaylardan birine tanık oldum: Bir başka karınca, arkadaşını kurtarmak için suya girdi. Onu yakaladı, kıyıya doğru çekmeye başladı. Çok geçmeden ikinci karınca da debelenmeye başladı. Demek ki o da yüzme bilmediği hâlde arkadaşını kurtarmak için kendisini tehlikeye atmıştı. Gözlerime inanamıyordum. Avucumun içi kadar küçük bir su birikintisinde büyük bir dram yaşanıyordu. Kartopu “Hav!” dedi. İnce bir dal uzatıp iki karıncayı sudan çıkardım, toprağın üzerine bıraktım. “Kartopu,” dedim, “seyyah olup bu âlemi gezen Kul Himmet üstadım bu olayı görseydi meşhur şiirini şöyle yazardı:
‘Yahu bir karınca kadar olamadık
Gün akşam oldu bir dost bulamadık.’”
Bu olaydan ne güzel bir öykü olurdu. Fakat bu tür duygusal konuların modası çoktan geçmişti. Çağımız şiddet çağıydı. Bir ara işkence romanları çok moda olmuştu. Acaba Hünkâr Beğenmez işkence romanı yayımlar mıydı? Bu konuda araştırma yapıp şöyle kanlı, acılı bir kitap yazmaya karar verdim.
Bölüm 8: İşkence Romanı
Bir hafta sonra önemli bir davet vardı. Giyeceğim lacivert elbise zaman içinde daralmıştı. Herkesin bildiği bir fizik teorisi vardır: Bir elbiseyi hiç giymeden gardıropta iki sene bekletirseniz iki beden küçülecektir. Bu elbiseyi giyebilmek için en az beş kilo vermem gerekiyordu. Rejim yapmak daima ters sonuç verir ve daha çok kilo alırsınız. Çünkü rejime başlayınca vücudunuz panikler: “İmdaat! Bu salak sahibim beni aç bırakıyor. Öleceğim, öleceğim! Yiyecek depolamalıyım.” Ve kıtlıktan çıkmış gibi yiyeceklere saldırır. Bu arada korkudan epeyce adrenalin de salgılamaktadır. Sonuçta yağlar depolanır, eskisinden daha şişman olursunuz. Terör ve şiddet çağında kilo alırsanız daha kolay bir hedef olursunuz.
Maaşımın yarısını feda etmeyi göze alarak Ankara’nın seçkin güzellik salonlarından birine gittim. Tabii ki adı İngilizceydi: Ayşe’s Beauty Clinic. Bunlar insanı bir seansta iki beden küçültüyorlarmış. Beni önce bekleme salonuna aldılar. Uzman diyetisyen beni görüp diyet verecekmiş. Eh madem usul böyle, ona da razı oldum. Birazdan içeri öyle iri, öyle şişman bir kadın girdi ki hayvanat bahçesine gitse filler ona fıstık atardı. Kadının her yerinden etler fışkırıyordu. Evet, terzi kendi söküğünü dikemez ama bir diyetisyen kilosuna dikkat etmez mi? Ben kadına aval aval bakarken o da önündeki kâğıtların arasından bana yiyecek listeleri çıkarıyordu.
“Sabahları kalkınca iki dilim kepekli ekmek, şu kadar peynir, bu kadar zeytin yiyeceksiniz.”
“Aman, ben sabahları bir şey yiyemem. Midem almaz.”
“Yiyeceksiniz efendim!” diye bağırdı. Çok sinirliydi. Herhalde sürekli diyet yapıyordu. “Kahvaltı etmemek olmaz. Sonra öğlen tavuk veya balık ile salata ve sebze yemeği yiyeceksiniz.”
“Ama ben veganım...”
“Yiyeceksiniz efendim!” Kadının kaşı gözü oynamaya başlamıştı. Korkuyla “Peki.” deyip bana hazırladığı yemek listesini aldım. Bir değil dört kişilik yiyecek yazmıştı.
Sonra soyunmamı söyleyip beni büyük bir naylon torbanın içine soktular ve terleme makinesine girdim. Aman ne işkence! Yarım saat dolmadan kendimi dışarı attım. Fakat bu sefer de vücuduma bantlar dolayıp, elektrodlar bağladılar ve pasif jimnastiğe başladılar.
Bantlar sırayla belimi, karnımı, bacaklarımı sıkıp bırakıyordu. Arada bir de iğne batar gibi elektrik çarpıyordu. Oflaya puflaya bunu da tamamladım. Sonra lenf drenajına başladılar. Bu, öncekinden de kötüydü. Balon gibi şişen bir tulumun içine giriyorsunuz, şiştikçe sizi sıkıştırıyor, nefes alamıyorsunuz. Ayılar da kurbanlarını kollarıyla böyle sıkarmış. Avrupa Birliği haklıydı işte, resmen işkence vardı.
Bütün bunların arkasından beni saunaya soktular. Bir de içeri girdim ki küçücük saunada bir kerevet, kerevetin iki tarafında birer dev anası. Ben Amerika’da bulunduğum için çok sayıda şişman insan görmüştüm fakat bunlar başka türlü şişmandı. Sanki yüzyıllarca birikmiş ve kullanılmamış bir enerjinin depolanmış hâliydi. Başka yer olmadığı için çaresiz ikisinin ortasına oturdum. Bana solucan görmüş gibi kötü kötü bakıyorlardı.
“Ah, bir 120 kiloya düşsem,” dedi bir tanesi “o zaman incecik oluyorum.”
Gözlerim fal taşı gibi açılmış, onları dinliyordum. Ben 60 kiloydum. Peki, 120 kiloya düşmeyi hedefleyen kadın kaç kilo olabilirdi?
Saunadaki sıkıntıya on dakikadan fazla dayanamadım, dışarı fırladım. Neyse ki sonunda sıra masaja gelmişti. Ben de hoş ve rahatlatıcı bir masaj beklediğim için sevinçle masaj masasına koşup yattım. Fakat o ne! İçeriye güreşçi gibi çatık kaşlı, iri yarı kuvvetli bir kız girdi. Ben gık bile diyemeden her yerimi hamur gibi yoğurmaya başladı. Bu yetmiyormuş gibi bütün gücüyle kalçama “Şaak!” diye bir tokat atmaz mı? O kadar canım acımıştı ki, dönüp kıza kötü kötü bakmaya çalıştım fakat bu sefer de öbür yanıma okkalı bir tokat yedim. “Rahat dur, yağları parçalıyorum.” dedi. Beni evirip çeviriyor, eziyor, vuruyordu.
Güzellik salonundan çıktığımda hem cüzdanım hem de vücudum çarpılmıştı. Fakat kilo falan vermemiştim. Tek şükrettiğim şey o işkence ortamından kurtulmuş olmaktı. Bu bana bir ders olacaktı. Bir daha asla güzellik salonuna gitmeyecektim. Zaten güzellik salonla malonla olmaz. “Zorla güzellik olmaz.” diye boşuna dememişler.
Sokağa çıkınca rahat bir nefes aldım. Kızın vurduğu yerlerden hâlâ ateşler çıkıyordu.
Kızılay’da her zamanki gibi hükümet karşıtı gösteriler yapılıyordu. Polis bir adamı,
“Kanunsuz yürüyorsunuz.” deyip götürdü. Bir başkasına “Kanunsuz hapşırdınız.” bir diğerine “Kanunsuz nefes alıyorsunuz.” diyerek onları da götürdü. Ben ise kara kara düşünüyordum: Lacivert elbiseyi nasıl giyecektim? Keşke adam gibi beslenip spor yapsaydım. Dalgın dalgın yürürken aniden polisler kollarımdan tutup çekerek beni de götürmeye başladılar. Acaba fazla kilolarım toplum düzenini bozacak kadar çirkin mi görünüyordu? Kanunsuz kilo almış olmalıydım. Polislere, “Ben zayıflamaya çalışıyorum.” diye derdimi anlatmaya çalıştım. Polis, “Merak etme, biz seni bir seansta zayıflatırız.” dedi.
Gerçekten de polisler aynı güzellik salonunda olduğu gibi vücudumun çeşitli yerlerine elektrik vermek üzere hazırlık yaptılar. Yalnız bantları, elektrodları hep yanlış yerlere taktılar. E, tabii bunu hoş görmek lazımdı, ne de olsa estetisyenlik eğitimi almamışlardı. Bütün iyi niyetleriyle zayıflamama yardım etmeye çalışıyorlardı. Devletin şefkatli elleri bana da uzanmıştı. Ben de bu fırsattan yararlanıp her şeye katlanacaktım çünkü o lacivert elbiseyi mutlaka giymeliydim. Polislere vücudumun problemli bölgelerini göstererek, “Bakın orayı değil, şurayı bantlayacaksınız.” falan diyordum ama onlar bildikleri gibi yaptılar.
Pasif jimnastikten sonra soğuk, tazyikli su ile selülit eritme işlemine başladılar. Epey yararı oldu. Polisin masajı ise ne yalan söyleyeyim, güzellik salonundaki dayağın yanında okşama gibi geldi. Fakat masajı yapan polisler benden hiç memnun kalmamış görünüyorlardı. İçeri giren amirlerine, “Ya, komiserim! Bu salak mıdır nedir, vurdukça “Biraz da şuraya vur, biraz da buraya vur.” diyor. Akşam akşam sinirimizi bozdu. Bırakalım gitsin.”
En az iki beden zayıflamıştım. Hem de bir seansta! Hem de bedava! Acaba bir de cilt bakımı istesem ayıp olur muydu? Fakat polislerin yorgun, bıkkın yüzlerine bakınca, “Hadi artık, cilt bakımını da kendim yaparım.” dedim. Bir de polisimizi beğenmezler, vatandaşa kötü davranıyor derler. Sorarım size, dünyanın hangi ülkesinde devlet vatandaşına bu kadar hizmet eder? Arşivlerde görüleceği gibi daha önce de polis sokakta bel ağrımı bir vuruşta tedavi etmişti.
Sonunda lacivert elbisemi giyebildim. Yalnız morarmış olan yerlerimi fondötenle kapatmam gerekti. Davet çok neşeli geçti. Yemekte bir fizik profesörü ile bir tarih profesörünün arasında oturdum. Fizik profesörü pek keyifsiz görünüyordu. Kim bilir fizik dünyasında neler oluyordu. Adamı biraz neşelendireyim dedim:
“Ee, atomlar nasıl? Ya moleküller? Onlar da afiyettedir inşallah?”
Adam benden beklemediği bu fizik bilgisi karşısında şaşırmıştı.
“E biz de biraz fizik biliyoruz herhâlde.” dedim. “Örneğin Newton yerçekimini bulmuş olmasaydı şimdi hepimiz havada uçuyor olacaktık.”
“Ama...”
“Hem sonra lisedeki fizik dersinden de bir şeyler hatırlıyorum. Herkes kapladığı yer kadar konuşmalıdır, değil mi?”
Sonra öbür yanımdaki tarih profesörüne döndüm, Eski Mısır’da yaşayan mumyalardan ve Eski Yunanlı heykel insanlardan bahsettim.
Neyse, bütün bu olaylar bir yana; bu arada güzel bir işkence romanı da yazmış ve Hünkâr Bey’e götürmüştüm. Bu kez çok ümitliydim. Roman kahramanım Çin işkencesi, engizisyon, ve Mazlum Morsümbül’ün türküleri dâhil her türlü işkenceden geçmiş ve sağ kalmayı başarmıştı. Yalnız gerçekçi olsun diye bir bacağını, bir kolunu, bir de kulağını kesmiştim.
Hünkâr Bey, metne hiç bakmadan burun kıvırdı:
“Artık 2000’li yıllarda işkence romanı yazmanın modası geçti.” dedi. “Artık işkence o kadar kanıksandı ki kimsenin ilgisini çekmiyor.” “Bakın.” diyerek bana gazetenin manşetini gösterdi: “İşkence Özelleştirilmeli.” Devletin yaptığı işkence verimsiz oluyormuş.
Sonra ilanlar sayfasını açıp “Sınavla işkenceci alınacaktır.” ilanlarını gösterdi. “Bu kitap satmaz. Siz en iyisi başka türde bir şey yazın.” dedi. “Şimdi artık cinayet romanları daha çok tutuluyor. Bir cinayet romanı yazmayı deneyin.”
Bölüm 9: Ne Yazsam? Polisiye? Aşk?
Telefonda Lale ile konuşuyorduk. “Her şeyde küreselleştik.” dedim. “Bak, işte artık küçük Amerika olduk. Çocuklar okullarda kendi tarihlerini bile İngilizce okuyor, örneğin History of Turkish Republic.”
“O ne ya?”
“Bildiğimiz Cumhuriyet Tarihi canım. Sonra si di, vi cey, di ceylerimiz var. Çarşı pazar desen her şey İngilizce… Yalnız bir tek şeyimiz eksik.”
“Ne? İnsan hakları, demokrasi falan mı?”
“Yok canım, onlar hiçbir yerde yok. Bizim seri katillerimiz eksik.”
“Yoo, bizim de gayet seri adam öldüren katillerimiz var, bir çekti mi 15-20 kişiyi yere serer.”
“Öyle değil, yani tutarlı bir biçimde bir dizi cinayet işleyen insanlar. Mesela adam küçükken sarışın bir fahişe olan annesi ona kötü davranmıştır. Adam büyüyünce manyak olur ve hep sarışın fahişeleri seçip öldürür. Hem de aynı yöntemle, hep aynı zamanlamayla falan. Adam bu cinayetlerle bir mesaj vermeye çalışır. İşte bizde bu bilinç yok kardeşim, bizim katillerimiz rastgele önüne çıkanı haklıyor. Olmaz ki! Tutarlı bir çizgin olacak, bir tarzın olacak! Uygarlık bu!”
“Yaa. Biz adam olmayız vallahi.”
“Bizde adam öyle sarışın mı, esmer mi bakmaz; silahını çeker. Düğünlerde, maçlarda falan havaya ateş eder. Artık kimi vurursa!”
“Yaa, çok doğru.”
“Bizde adam hem sever, hem döver. Bir gün öyle, bir gün böyle olmaz ki!”
“İyi ama sen niye bu konuya taktın yahu?”
“Bir cinayet romanı yazayım dedim, yazamadım. Materyal yok. Batı’da ne güzel cinayet romanları yazıyorlar. Fakat biz, biz adam olmayız. Bizim kültürümüzde cinayet diye bir şey yok zaten. Bizde adam birini öldürdü mü, ya ‘Namusunu temizledi.’ ya ‘Ağır tahrik vardı.’ ya da ‘Töre.’ diye aklanıyor. Bizde cinayet suç değil ki!”
Yok, yok. Ben cinayet romanı da yazamayacaktım. Zaten ne yazarsam yazayım, sinir yayıncı Hünkâr Beğenmez beğenmiyordu... Ona gittiğim zaman yanımda birçok değişik türde yazı götürüyordum, hiç olmazsa bir tanesini beğenir belki diye... Bir keresinde kendisine bir öykü gösterdim. Şöyle başlıyordu:
“O sabah Abidin hart diye burnumu ısırarak beni uyandırmış, hemen sonra da ‘Ah canım, acıdı mı?’ der gibi ısırdığı yeri hızlı hızlı yalamaya başlamıştı.”
Hünkâr Bey, “Hımm, erotik bir parça galiba.” dedi. “Ama burun fetişizmini ilk defa duyuyorum.”
“Ne erotiği canım! Abidin kedidir. Abidinpaşa’da bulmuştuk da adını Abidin koyduk.”
“Olmaz, olmaz efendim! Kedi burnumu ısırdı diye roman olur mu? Gidin, erotik bir roman yazın. Yoksa satamayız.”
Derhal kütüphanede ve internette erotizm üzerine araştırmalara başladım. Bu araştırmanın detaylarını burada nakledemeyeceğim. Yalnız, öğrendiğim en önemli bulguyu açıklıyorum: Yazar, okuyucuya hayal gücünü ne kadar çok kullandırırsa o kadar erotik oluyormuş. Hatta Batı edebiyatının en erotik eserinde tek bir aşk sözcüğü bile yokmuş: Bu öyküde, geçen yüzyılda Paris’te bir adamla bir kadın at arabasına biniyorlar. Adam arabacıya para verip Paris sokaklarında gezmesini söylüyor. At arabası tek tek Paris sokaklarını gezmeye başlıyor. Arabacı ne zaman duracak olsa arabanın içinden adam haykırıyor: “Durma, devam et!” Böyle uzun süre araba geziniyor. En sonunda duruyor, iki yolcu iniyor, öykü bitiyor.
İşte bu kadar. Her şey okuyucunun hayal gücüne bırakılmış. Öyleyse erotik roman yazmak çok kolay. Yalnız, günümüzde pek at arabası kalmadı. Şimdi ben bu öyküyü modern koşullara uyarlayıp desem ki “Bir adamla bir kadın taksiye binip şoföre Ankara sokaklarında dolaşmasını söylemişler.” hiç de gerçekçi olmaz. Hiçbir taksi şoförünün bu teklife sıcak bakacağını sanmıyorum. Hatta erotik öykümüz bir cinayet öyküsüne dönüşebilir.
Fakat ben Fransız yazardan da ileri gidip her şeyi okuyucunun hayal gücüne bırakacağım. İşte aşağıda iki satır boşluk: Herkes dilediği gibi erotik fantezi yapsın. Artık at arabası mı olur, kağnı mı, süpersonik jet mi, keyfiniz bilir.
........................................................................................................ ........................................................................................................
Böylece dünya edebiyatının en erotik öyküsünü yazmış oldum. Artık bu kitap da satmazsa ben de şimendiferim.
Söz hayal gücünden açılınca aklıma bilim kurgu yazmak gelmişti. Bilim kurgu filmlerini, kitaplarını çok severim. Belki de bilim kurgu yazmayı denemeliydim.
Bölüm 10: Bilim Kurgu: Yıl Olmuş 3500
Uzay dolmuşu hızla yerinden fırladı. Şoförümüz; henüz 70 yaşlarında, kara bıyıklı, gözü pek bir delikanlıydı. Aracın arkasında “Uzayın Oğlu” yazıyordu. Görünüşe göre, uzay trafiği kurallarını takmadan, azami ışık hızının çok üstünde gidecekti. “İyi.” dedim kendi kendime. O gün çok acelem vardı. Mars’ta bulunan YÖK’e araştırma önerimi verip burs için başvuracaktım.
Beynimdeki çipleri tarayarak araştırma önerimi son bir kez daha kontrol ettim. Her şey tamamdı. Eğer kabul edilirse 3500 yılının en önemli araştırma eseri olacağından emindim. Tabii tüm rakiplerimin de aynı şekilde düşündüğünü biliyordum. Benim gibi araştırma fonuna başvuran on beş milyon kişi vardı.
Dolmuş şoförü kafasındaki müzik çipini açmış, keyifle şarkı söyleyerek yola devam ediyordu:
“Uzay yolu yokuştur
İşin yoksa hep koştur
Şu dünyanın kızları
Hoştur da içi boştur
Vay vay vay yandım...”
Uzay dolmuşunda ayakta gitmek yasak olmasına rağmen binden fazla yolcu vardı. Şoförün hızlı gitmesinden, bağıra bağıra şarkı söylemesinden rahatsız olanlar söylenmeye başlamıştı:
-Avrupa Birliğine girseydik böyle olmazdı. Bin beş yüz yıldır bekliyoruz!
-Önüne gelen ehliyet alıp uzaya çıkıyor!
-Her gün kaza, her gün kaza!
Kimi yolcular da o ezeli sohbete başlamışlardı:
-Hemşehrim, memleket nere?
-Satürn.
-İçinden mi, köyünden misin?
-Yirminci uyduköy.
-Ee, havalar nasıl orada?
-Hava yok ki! Bir mangal yakamıyoruz abi ya! Piknik yapmak için dünyaya gidiyoruz.
-Dünya çekilmez oldu artık. Geçen gün yıllık domates hakkımızı almaya gittik, yetmiş bin kişi kuyruğa girmişti. Birer domates almak için kırk gün bekledik.
-Ben artık yalnız beslenme tabletlerini kullanıyorum.
- En kötüsü susuzluk. Üç aydır yıkanamadım.
- İsviçreli bilim adamları su üretmek için yeni bir cihaz bulmuşlar.
Bu arada uzay dolmuşu daha da hızlanmış, sağa sola savrularak uçuyordu.
“Şoför Bey,” dedim, “hız limitini aştınız, uzay polisi ceza yazabilir.”
“Yol bizim hakkımız abla!” diyerek biraz daha hızlandı.
Birden büyük bir gürültüyle sarsıldık, bir çarpışma darbesiyle açılan kapılardan bazı yolcular uzay boşluğuna düştüler. İçeride kalan yolcular alt alta, üst üste istif olmuşlardı. Adamın biri bacaklarımın arasından başını uzatarak “Hanımefendi,” dedi, “biraz sola kayarsanız buradan çıkabilirim.” Ben ise kafamın üzerine bütün ağırlığıyla çökmüş olan kadın yüzünden kıpırdayamıyordum. Var gücümle onu üzerimden atmaya çalıştıysam da olmadı. Öfkeyle kadına bağırdım: “Şişmanlığı Yasaklama Kanunu yüz yıl önce çıkarıldı, haberiniz var mı?”
Bir süre sonra herkes yerine geçip oturdu, üstümüzü başımızı düzelttik. Beynimdeki haber çipini açtım: “Az önce Mars yolunda hatalı sollama nedeniyle karşıdan gelen araca çarpan dolmuşta bulunan 350 kişi uzay boşluğuna düşerek kayboldu. Böylece Güneş Sistemindeki insan nüfusu 500 milyar 355 bine düştü.”
Bu herkesi memnun edecek bir gelişmeydi. Nüfus biraz olsun azalmıştı. Tıp ve bilimdeki gelişmeler sayesinde hem insan sayısı artmış hem de insan ömrü o kadar uzamıştı ki Güneş sisteminde bütün gezegenler hıncahınç dolmuştu. Değil ölmek, insanlar yaşlanmıyordu bile. Birileri ölürse kalan insanlar birkaç mililitre daha su hakkına kavuşuyordu. Bu yüzden herkes dört gözle başkalarının ölmesini bekliyordu.
Mars’a vardığımızda YÖK’e koşup Burslar Müdürlüğü Üst Kurulu Alt Başkanı ile olan randevuma yetiştim. Adam daha 100 yaşlarında olmasına rağmen 200 gösteriyordu, milyonlarca tez önerisi ile uğraşmak onu vaktinden önce çökertmişti.
- Her şeyi en başından başlayarak anlatın.
- En başından mı? Peki. Önce Büyük Patlama oldu ve beş milyar yıl önce Güneş sistemi oluştu. Dört buçuk milyar yıl önce yerküre Güneş’ten koptu. Ay ise yerküreden dört milyar yıl önce ayrıldı. Sonra yerküre soğuyup kabuk bağladı.
Adam; ağzı açık, şaşkın şaşkın beni dinliyordu. Bense kendimi kaptırmış, anlatıyordum:
- Yerküre soğurken oluşan çukurlarda denizler, göller meydana geldi. İlk canlılar ya bu sularda oluştu ya da uzaydan düştüler.
- Durun yahu, o kadar da baştan demedik!
- Öyle demeyin, bu konular hepimizi yakından ilgilendiriyor. Nereden gelip nereye gidiyoruz? Benim araştırmamın konusu bu işte. Geçmişte ne olduğunu bilmiyoruz. Sadece bin yıl öncesine kadar olanları biliyoruz, ondan öncesine ait hiçbir bilgimiz yok. 2500 yılında ne oldu, ondan önce nasıl bir dünya vardı? Neden her şey yok oldu, bilgiler silindi? Bunları araştırmak istiyorum. İnanıyorum ki geçmişte olanlar geleceğe ışık tutacaktır.
- Bize araştırma bursu için başvuranların çoğu bu konuda çalışmayı öneriyor. Fakat bildiğiniz gibi 2500 yılındaki Büyük Felaket’te her şey yok olmuş; bilgi, belge, en ufak bir ipucu bile kalmamış. Hayatta kalmayı başaran az sayıda insan hatırlayabildikleri bilgilerle bilgisayarlar, makineler, ulaşım araçları yapmışlar fakat geçmişe ait hiçbir bilgiyi sonraki nesillere aktarmamışlar. Büyük Felaket’in ne olduğunu açıklayan hiçbir belge yok. Nasıl bir araştırma yöntemi kullanacaksınız?
- Bugüne kadar hiç kimsenin gitmediği bölgelerde kazı yaparak arkeolojik bulgulara doğrudan erişmek istiyorum. Bence çok derinlere inersek eski çağlarda yaşamış olan insanların evlerini, eşyalarını ortaya çıkarabiliriz ve eski dünya hakkında ipuçları bulabiliriz.
- Bin yıldır milyonlarca kazı yapıldı, kazılmayan hiçbir yer kalmadı. En derin noktalara kadar inildi. Hiçbir şey bulunamadı. Kazı yapmanın faydası yok. Dünyanın geçmişi hakkında bilgi edinmenin bir tek yolu var: Işıklar gezegenine gitmek. Bu gezegenin varlığını yeni öğrendik. Orada evrenin en zeki ve bilgili canlıları varmış. Bütün gezegenlerin tarihini biliyorlarmış.
- Kimse gitmedi mi oraya?
- Hayır, henüz kimse gitmedi. Güneş sisteminin dışında bir gezegen, yani öte gezegen. Yol çok uzun. Henüz otobüs seferleri yok. Oraya gidecek olan araştırmacıya özel araç tahsis edilecek.
Bu iyi bir öneriydi. Hiç düşünmeden kabul ettim. Daha önce hiç kimsenin gitmediği bir gezegene gidecektim, hem de tarihi kayıtlara ulaşacaktım. Çıkarken adam başarılar diledi ve herkesin yaptığı gibi, “Unutmayın, herkes aynı anda düğmeye basmamalı.” diyerek beni uğurladı. Bu sözlerin anlamını kimse bilmiyordu fakat yüzyıllardır nesilden nesile “Unutmayın.” diyerek aktarılıyordu.
Yol biraz uzun sürdü. Hem Güneş sisteminin dışına çıkacağım için hem de evrendeki en zeki canlıları göreceğim için çok heyecanlıydım. Kim bilir kentleri, evleri ne kadar güzeldi; açlık susuzluk gibi sorunları nasıl çözmüşlerdi, neye benziyorlardı? Hayalimde canlandırmaya çalışıyordum. Fakat araçtan inip gezegene ayak bastığımda büyük hayal kırıklığına uğradım. Bütün gördüğüm renkli ışık sütunları idi. Ne bir canlı ne bir bina ne de yol vardı. Ucu bucağı görünmeyen bir düzlemde binlerce ışık titreşiyor, yanıp sönüyordu. Işıkların her biri ayrı renkte fakat aynı boyda sabit duran birer direk şeklindeydi.
Işıkların arasından yürümeye çalıştım fakat ne kadar ilerlesem de bir yere varamıyordum. Şaşkınlıkla ne yapacağımı düşünürken bir ses duyuldu:
- Saygılar abla!
Sarı bir ışık yanıp sönmüştü. Sonra mor bir ışık yanıp söndü:
- Yararsız ve muzır bir türün örneği.
“Hoş geldin yavrum! Anan da güzel mi?” dedi kırmızı bir ışık yanıp sönerek. Sonra birçok ışık konuşmaya başladı:
- Mal mısın?
- Taş gibi hatun!
- Sizden öncekiler daha iyiydi.
- Kim? Bizden öncekiler kimdi?
- Yüz bin yıl önce dünyada Neandertal insanı vardı. O daha iyiydi.
“Evet, iyi adamdı.” dedi yeşil bir ışık. “İyi huylu; çevresine, başka canlılara saygılı bir insandı. Yok oldu gitti.”
Pembe bir ışık,
“Bu uzaydaki en acayip şekilli yaratık! Şu kafaya, kollara bacaklara bakın.” deyince bütün ışıklar titreşerek sallanmaya başladılar. Kahkahalarla gülüyorlardı.
Artık dayanamadım:
- Ya sizin şekliniz? Sizin hiç şekliniz yok! Şu halinize bakın, hepiniz birer ışık çizgisi olmuşsunuz! Uzaydaki en zeki canlıları göreceğimi sanıyordum ama o boş bir efsaneymiş.
- Bizde var efsane, sizde var kestane!
- Siz bu sözleri nereden biliyorsunuz?
- Kayıtlara baktık. “Uzayın en ahmak varlıkları” diye aratınca sizin dünyanız çıkıyor. Konuşma tarzınız da çok eğlenceli.
Bu sözler üzerine daha da çok güldüler. Durdukları yerde titreşerek, yanıp sönüyorlardı. Çok eğlendikleri belliydi.
- Siz hep böyle direk gibi olduğunuz yerde duruyor musunuz? Hiçbir yere gitmiyor musunuz?
- Niye gidelim? Hiçbir yere gitmemize gerek yok ki! Olduğumuz yerde her şeyi yaşayabilir, her şeyi görebiliriz.
- Hiçbir ihtiyacınız yok mu? Enerji, yiyecek, su falan?
- Biz enerjimizi kendimiz üretiriz. Sonsuza kadar yetecek enerjimiz var ama bunu anlamaya senin bu aşamadaki kapasiten yetmez.
- Enerjiyse mesele gel belimi kesele!
- Uzay sonsuz boşluktur sen de yan gel yat!
Işıklar konuştukça hayretim artıyordu:
- Siz nasıl bir hayat yaşıyorsunuz? Yemeden, içmeden, gezmeden, hiç kıpırdamadan sonsuza dek böyle duruyor musunuz? Peki, üreme ve çoğalma nasıl oluyor açıklar mısınız? Yavru ışıklar yok mu?
Bunları söylerken etrafa bakınıyor, kısa boylu minik ışıklar arıyordum fakat hepsi aynı boydaydı. Yine bir kahkaha koptu, bütün ışıklar titreşip sallanmaya başladı. Neden sonra bir tanesi şöyle dedi:
- Bizim ürememize gerek yok. Biz zaten kendimiz sonsuza kadar yaşayacağız. Soyumuzun tükenmesi söz konusu değil.
Bir diğeri ekledi:
- Eskiden biz de yeme içme, üreme gibi basit bedensel işlerle uğraşıyorduk. Fakat uzaya çıkıp farklı gezegenlere dağıldıkça bedenlerimiz koşullara göre değişti, her koşulda yaşamayı başardık. Milyonlarca yıl uzayda uçtukça biçim değiştirdik. Her canlı değişen koşullarda hayatta kalabilmek için biçim değiştirir.
- Ve sonunda ışık haline geldiniz çünkü en verimli ve başarılı yaşam biçimi buydu. Anladım galiba.
Anladığım şuydu: En zeki canlılar değişen koşullara göre en hızlı biçim değiştiren ve adapte olabilen canlılardı. Bunlar da fazla zekâdan ışık olmuşlardı! Ve yapacak hiçbir işleri olmadığı için durdukları yerde her şeyle dalga geçip eğleniyorlardı.
- Çok eğleniyorsunuz ama böyle olmaz ki, başkalarını aşağılayarak eğlenilmez ki!
- Biz zekâmızla her şeyi hallettik, hiçbir sorunumuz kalmadı. Şimdi artık bütün yaptığımız eğlenip gülmek, hoş vakit geçirmek.
- Hoş vakit mi? Siz ışık olmuşsunuz yahu! Siz ölmüşsünüz haberiniz yok, ruh olmuşsunuz.
- Biz herkesin aklını okuyabiliriz. Her şeyi biliriz.
- Biz de bir tek silahla bütün bir gezegeni yok edebiliriz!
Bu sözleri onları korkutmak için söylemiştim fakat bir kahkaha koptu:
- Yok ettiniz zaten...
Uzun süre şiddetle güldüler. Bütün ışıklar titreşiyor, yanıp sönüyordu. Neden sonra bir tanesi,
“Biz de bir salakla bütün gezegeni güldürüyoruz.” dedi. “Kendi gezegeninizi yok edecek kadar silahı niye yapıyorsunuz?”
Bir diğeri atıldı:
- Uzayda ne kadar haksızlık, adaletsizlik, eziyet varsa hepsi insanın eseridir. Başka gezegenlerde bu kadar kötülük yok.
Bu sözlerde haklılık payı vardı ama insan yine de kendi türünü savunma ihtiyacı duyuyor.
“İçimizde iyi insanlar da var.” dedim. “Yetenekli sanatçılar, büyük buluşlar yapan bilim insanları var. Bilimde ve tıpta büyük ilerlemeler sağlandı.”
- Ne kadar ilerleme sağladıysanız hepsini başka canlıları ve birbirinizi ezerek yaptınız. Hepiniz salak ve kibirlisiniz.
- Neden böyle kaba konuşuyorsunuz? Hep bize “Salak!” diyorsunuz.
- Çünkü bu kelime çok şey anlatıyor. Biz bir tek kelime ile bir gezegenin kültürünü çözümleriz.
“Ya, öyle mi? Hadi bunu da çözün görelim.” dedim ve o sinir bozucu ezeli matematik sorusunu sordum:
- Bir havuzu bir taraftan A musluğu 24 saatte doldururken öbür taraftan B musluğu 10 saatte boşaltıyorsa havuz kaç saatte dolar?
Işıklar evrenin en zeki varlıkları olmalarına rağmen bu soruya cevap veremediler.
- Ya, hani siz çok zekiydiniz, bütün problemleri çözebiliyordunuz?
- Soru çok aptalca. Mantık yok. Hangi aklı başında insan bir havuzu bir taraftan doldururken öbür taraftan boşaltır? Bunu anlamaya çalışıyoruz.
“Neyse, boş verin.” dedim. “Biz de yüzyıllardır bunu çözemedik zaten.”
- Siz kendi ahmaklığınız yüzünden felaketlere neden oldunuz. Tarih tekerrürden ibarettir ve siz tarih boyunca hep aynı hataları yaptınız. Çünkü yalnız kendi çıkarını kollayan bencil varlıklarsınız.
Kırmızı bir ışık gülerek konuştu:
- Bunların hepsi aynı anda düğmeye basmış düşünebiliyor musunuz?
Bütün ışıklar titremeye başladı, sanırım duydukları en komik şey buydu, sarsıla sarsıla gülüyorlardı. Ben ise hayretten donakalmıştım:
- Düğmeye basmak mı? Siz bunu nereden biliyorsunuz?
- Biz her şeyi biliriz.
- Büyük Felaket nasıl oldu sanıyorsun?
- Lütfen, lütfen anlatın, nasıl oldu? Ne düğmesine basıldı? Ben buraya kadar bunları öğrenmek için geldim. Savaş mı çıkmıştı? Herkes silahının düğmesine mi basmıştı?
“Kullandığı dile bakılırsa zekâ düzeyi maymunun biraz üstünde.” dedi mavi bir ışık.
“Maymun nedir bilmiyorum.” dedim.
- Bilmezsin tabii. Gezegeninizdeki bütün hayvanları yok ettiniz. Maymun bir hayvandı.
- Hayvan nedir?
- Hayvanlar da insanlar gibi düşünebilen, hissedebilen canlılardı ama biçimleri farklıydı.
- Nasıl yani? Dünyada insanlardan başka canlılar mı vardı? Siz bütün bunları nasıl öğrendiniz?
- Biz boş vaktimizde tarihsel kayıtları izleriz, zaten bütün vaktimiz boş.
- Nasıl? Dünyadan bu kadar uzak mesafede iken orada olanları nasıl kaydettiniz?
- Biz kaydetmiyoruz. Evrende olan bütün olaylar uzayda kayıtlıdır, biz sadece kayıtlara ulaşıyoruz.
- Nasıl ulaşıyorsunuz?
- Bu bizim sırrımız. Kimseye söylemeyiz. Eğer söylersek tarih tekerrür etmez.
“Evet, tarih tekerrür etmeli. Salaklar yok olmalı.” diye onayladı diğer ışıklar.
- Peki, kayıtları bana gösterir misiniz? “Eskiden dünyada hayvanlar vardı.” dediniz, göstermezseniz inanmam.
- Bak da gör.
Önümde büyük bir ekran belirdi. Dört ayağı, kocaman sivri kulakları olan güzel yüzlü bir canlı görünüyordu. Dili dışarıda, sevinçli bir ifade ile kolunu bir adama uzatıyordu.
- Bu ne? Daha önce hiç görmemiştim.
- Köpek. Eskiden köpek insanların en çok güvendiği sadık dostuydu. Ama yalnız köpek değil başka hayvanlar da vardı.
Bu kez ekranda muhteşem bir canlı belirdi. Bunun yüzü köpekten de güzeldi. Tüylerinin deseni son derece göz alıcıydı, koyu renkli çizgiler bir sanat şaheseri gibi bedenini süslüyordu. Yeşil hareli gözlerinin çevresinde kalın siyah sürmeler vardı. Hele bir de minicik pembe burnu vardı ki ister istemez elim dokunmak, sevmek için görüntüye uzanmıştı:
- Bu nedir? Bu hayatımda gördüğüm en güzel şey! diye bağırdım.
- Kedi, dediler.
Eflatun bir ışık,
- Gerçekten de kedi uzaydaki en güzel canlıydı. Çok yazık oldu.
Sonra bana birçok farklı hayvan türleri gösterdiler. Fil, zürafa, aslan, kaplan, kurt, inek, koyun, keçi, kaplumbağa, timsah ve çeşitli kuşlar... Bunları gördükçe hayretler içinde kalmıştım. Daha önce insandan başka hiçbir canlı türü görmemiştim.
Turuncu bir ışık,
- Bütün evrende sizin kadar zararlı bir canlı türü daha yok. Kendinizden başka hiçbir canlıya yaşama hakkı tanımadınız.
İyice meraklanmıştım. Büyük Felaket neydi? Dünyada yaşayan bütün bu hayvanlara ne olmuştu?
- 2500 yılında ne oldu? Ne olur söyleseniz?
- Söylemeyiz çünkü tarih tekerrür etmeli!
- Kesinlikle aynı ahmaklığı tekrar yapacaklar. Bırakalım yapsınlar.
- Evet, bırakalım uzaydaki salaklar yok olsun. Şimdi buna söylersek gider herkese söyler ve olacaklara engel olur.
Bütün umudumu yitirmiştim. Işıkların elindeki tarihsel kayıtlara nasıl ulaşacaktım?
- Bakın, söz veriyorum kimseye söylemeyeceğim, burada gördüğüm her şeyi unutacağım!
Bu sözlerim üzerine aralarında tartıştılar, sonra kabul ettiler:
- Peki, kayıtları gösteririz ama dünyaya dönmeden önce hafızanı sileriz. Böylece ne kadar salak olduğunuzu kendi gözlerinle görmüş olursun. Fakat gittiğinde hiçbir şey hatırlamayacaksın.
Ne yapabilirdim? Razı olmak zorundaydım. Açıkçası hafızamı silebileceklerine inanmıyordum. Hafızam çok kuvvetlidir, elbet bu kadar önemli bir bilgiyi hatırlardım. Ayrıca beynimdeki, gözümdeki, derimin altındaki çiplerde kayıt cihazları vardı.
Işıklardan birisi “O ilkel çiplerin hafızasını da sileceğiz.” dedi. “Şimdi izle.”
Önümde büyük bir ekran belirdi. Tipsiz bir adam konuşuyordu:
“Biz insanız! Biz en zeki, en üstün ve en değerli canlılarız. Dünya bize ait! Artık hayvanlara ihtiyacımız yok. Yıl olmuş 2200. Dünyanın kaynaklarını, havasını, suyunu, besin maddelerini hayvanlar tüketmemeli. Bennn dünyanın lideriyim! Bennn Büyük Liderim. Ben her şeyin en doğrusunu, en iyisini bilirim. Geçen sene bütün köpekleri toplayıp Mars’a attık, sonuçta ne kadar rahatladık gördünüz. Tonlarca köpek maması yiyorlardı. Hem insanlar köpekleri çok fazla seviyordu. Beni anam babam o kadar sevmedi.” Adamın sesi titredi, “Beni hiç kimse sevmedi. Sonra kedileri de toplayıp Uranüs’e attık, onlardan da kurtulduk. Zaten bir işe yaramıyorlardı. Hiç de sevmem. Şimdi bütün diğer hayvanları da dünya dışına başka gezegenlere atacağız. Evcil, yabani hayvanlar; kuşlar, sürüngenler… Hepsini Jüpiter’e, Satürn’e, Merkür’e göndereceğiz Dünya bize kalacak!”
Bunları büyük bir coşkuyla söylerken adamın kaşı gözü oynuyor, bir gülüyor, bir ağlıyor, yüz ifadesi anlık değişiyordu.
“Artık hayvanlara ihtiyacımız yok. Her şeyin en güzelini üretebiliyoruz. Gıda, giyim, ulaşım ve diğer ihtiyaçlarımız için hayvanları kullanmak artık yaptığımız masrafa değmiyor; maliyeti çok fazla. Neden işe yaramayan canlılar dünyayı boşuna işgal etsin? Dünya insanlarındır!”
Sonra ekran değişti ve bir grup insan belirdi. Hasta gibi görünüyorlardı ve hepsi de sürekli kaşınmaktaydı. Bir kadın, “Gördünüz mü? ‘Bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramazmış.’ derler, doğruymuş. Üç yüz yıl önce dünyayı ele geçiren bir ruh hastası yüzünden ne hâle geldik! Yıl olmuş 2500. Hâlâ pirelerle, kenelerle, böceklerle, parazitlerle uğraşıyoruz. Dünyadaki bütün hayvanları toplayıp başka gezegenlere atmak nasıl bir ahmaklıktır!”
Sırtını kaşımaya çalışan bir adam, “Anlayamıyorum neden hiç kimse o deliyi durduramadı? Ekolojik dengenin bozulmaması gerektiğini anlatmadı? Bütün hayvanlar gönderilince ortalık sineklere, böceklere, bitlere kaldı. Parazitler her yerimizi sardı, keneler fare kadar oldu, hamam böcekleri kedi kadar oldu, akrepler pabuç kadar oldu. Üzerleri zırh gibi kalın kabukla kaplı, hiçbir ilaç fayda etmiyor. Şimdi tavuklar olsaydı keneler böyle çoğalmazdı ve büyümezdi.”
Bir başkası, “Ben tarihçiyim.” dedi. “Aslında Büyük Lider’in deli olduğunu herkes biliyordu fakat çıkarları gereği herkes onu destekledi. İnsanlara para, makam, mal mülk vererek kendisine bağlamıştı ve hiç kimse sahip olduğu zenginlikleri kaybetmek istemiyordu. Büyük Lider, köpeklerden çok korkuyordu. Aslında amacı köpeklerden kurtulmaktı fakat zaman içinde köpek sevenlerden itirazlar yükselince diğer hayvanları da kötüleyerek kendisini haklı göstermeye çalıştı. Bütün hayvanlar başka gezegenlere gönderilince dünya daha rahat, daha temiz bir yer olacaktı ve hayvanlara yedirilen besinler insanlara kalacaktı. Nüfusu artmakta olan insanlara daha çok yer ve kaynak kalacaktı.”
Genç bir kız kafasını, boynunu kaşıyarak ekledi: “Üç yüz yıldır bu parazitlerden, böceklerden kurtulamadık. Derimin altında dolaşıyorlar, midemde, bağırsaklarımda oynuyorlar, acıya dayanamıyorum. Bütün ilaçları kullandım, bunlardan kurtulamadım. Her yeni buluşu deniyorum ama her ilaca karşı direnç geliştiriyorlar. Her yeni ilaç bunları daha da güçlendiriyor.”
Bir başka adam: “İlaç firmaları sürekli yeni kimyasal maddeler üretiyor fakat bunlar zehirli olduğu için insanları hasta ediyor. Parazitlerin ve böceklerin yumurtalarına etki etmiyor. Her nesil, yeni ilaçlara karşı daha dayanıklı olmanın yollarını geliştiriyor ve daha güçlenmiş oluyor. Ama şimdi size bir müjdem var: İsviçreli bilim adamları yeni bir cihaz icat etmiş. Bu cihaz her kişi tarafından ayrı ayrı kullanılacak ve kişinin derisinde, deri altında, iç organlarında ve yakın çevresinde bulunan parazitleri, böcekleri ve yumurtalarını güçlü bir elektromanyetik enerji dalgası ile yok edecek. Her insan temizlenince bütün dünyadaki parazitler yok edilmiş olacak. Bu cihaz son umudumuz. Herkese dağıtılacak, yalnız çok önemli bir nokta var: Herkes aynı anda kullanmamalı, sırayla kullanmalı. Herkes aynı anda düğmeye basarsa oluşacak enerji çok büyük bir patlamaya yol açar, her şey yok olur.”
Ekran değişti, resmî üniformalı bir adam kaşına kaşına konuşmaya başladı:
“Haşerat yok etme cihazı 1 Aralık 2500 tarihi itibarıyla tüm devletlerde, tüm vatandaşlara dağıtılmış olacaktır. Cihazlar hiçbir ayrım yapmadan herkese verilecektir. Bütün ülkelerde başlamış olan ayaklanma ve isyanları durdurmak için cihazlar herkese aynı anda verilecektir. Bu cihaz insanlığa dadanmış olan güçlü haşeratı, parazitleri ve yumurtalarını elektromanyetik enerji ile yok edecektir. Önemle uyarıyoruz: Tüm cihazların aynı zamanda kullanılması büyük bir patlamaya ve felakete yol açacaktır. Bu nedenle bir program yapılmıştır. Her bölge farklı bir tarih aralığında cihazı kullanacak ve o bölgede yaşayan insanlar, belirlenen sıraya göre cihazı kullanacaktır. Herkes kendisi için belirlenen tarih ve saatte cihazın düğmesine basacak ve vücudunda ve çevresinde bulunan parazitlerden kurtulacaktır.
Değerli vatandaşlarım, biliyorum ki hepiniz acılarınızdan bir an önce kurtulmak istiyorsunuz. Fakat sabırlı olup sıranızı beklemek zorundasınız, unutmayın ki herkes aynı anda düğmeye basarsa ortaya çıkacak elektromanyetik enerji çok büyük patlamalara, deprem ve toprak kaymalarına, kasırga ve sellere neden olacaktır ve bu da insan uygarlığının sonunu getirecektir.”
Ekran karardı. Her şey anlaşılmıştı. Gerçekten de insanların bencilliği, çıkarcılığı ve ahmaklığı 2500 yılındaki Büyük Felaket’e yol açmıştı. Önümdeki ekran yok olmuştu ama ben hâlâ boşluğa şaşkın şaşkın bakıyor, büyük bir üzüntüyle olanları tekrar aklımdan geçiriyordum: 2200 yılında bir ruh hastası zamanın silah ve iletişim teknolojilerini kullanarak dünyanın yönetimini ele geçirmişti. Bu “Büyük Lider”i çoğunluk desteklemişti çünkü onlara birtakım ödüller vadetmişti. Hepsi kendi çıkarları için onun saçmalıklarına göz yummuştu. Deli adam bütün hayvanları toplayıp başka gezegenlere göndermişti ve sonrasında ekolojik denge hızla bozulmuştu. Birkaç yıl içinde her yeri zararlı haşerat sarmıştı. Kene, pire, bit, türlü türlü sinekler, böcekler, iç ve dış parazitler insanlara dadanmış; hem çoğalmış, hem de büyüyüp kocaman olmuşlardı. Her insanın üzerine, derisinin altına, iç organlarına, saçlarının arasına parazitler ve böcekler yerleşmiş; yumurtlayıp çoğalmıştı. Yeni bakteriler, mikroplar, virüsler, yeni hastalıklar yaratmıştı.
Herkes sürekli dayanılmaz acılar ve kaşıntılar içindeydi. Firmalar yeni ilaçlar üretip satsa da bu ilaçlar zehirli olduğundan insanlar daha beter hasta oluyordu. Nihayet 2500 yılında yepyeni bir cihaz icat edilmişti. Bu cihaz her bir kişi tarafından ayrı ayrı kullanılacak, çok güçlü bir enerji yayarak her insanın üzerinde ve çevresindeki haşeratı yok edecekti. Ancak herkes aynı anda kullanırsa oluşacak enerji çok büyük bir patlamaya yol açacaktı ve her şey yok olacaktı.
Sırayla her bölge haşerattan temizlenecekti. Fakat anlaşılan insanlar sıraya girmek, beklemek istememiş. Her biri cihazı alır almaz acılarından kurtulmak için hemen düğmeye basmış. Dünyanın her yerinde milyarlarca insan aynı anda düğmeye basınca oluşan büyük enerji yüzünden dünyanın her yerinde depremler, kasırgalar, patlamalar, tsunamiler meydana gelmiş; insanların çoğu ölmüş. Uygarlığa ait ne varsa hepsi yok olmuş; binalar, yollar, araçlar toz haline gelmiş. Sadece birkaç yerde az sayıda insan hayatta kalmış. Bunlar akıllarında kalan bilgilerle ve enkazlarda bulabildikleri teknoloji kalıntıları ile uygarlığı yeniden inşa etmişler.
Büyük felaketten sonraki bin yıl boyunca insanlar hayvansız, böceksiz ve parazitsiz bir dünyada yaşamış; sanayi, iletişim ve ulaşımda büyük ilerlemeler kaydetmişlerdi. 3500 yılına gelene kadar insan nüfusu tekrar çoğalmış ve gelişen uzay teknolojisi sayesinde birçok gezegene yayılmıştı. Fakat çok ciddi bir su sorunu vardı. Büyük patlamadan sonra denizler kurumuş, su miktarı azalmış, dünya çölleşmişti. Diğer gezegenlerde de su bulunmuyordu. Bilim insanları su üretmek için çareler bulmaya çalışıyor fakat yetersiz kalıyorlardı. Nihayet 3500 yılında icat edilen teknoloji çok umut vericiydi: Her bireye kendi suyunu üretmesi için bir cihaz verilecekti. Bu cihaz havadaki hidrojen ve oksijeni birleştirerek su haline getirecekti fakat herkes aynı anda düğmeye basarsa atmosferdeki hava yok olacaktı. Bu da herkesin havasızlıktan boğulması demekti, o yüzden sırayla kullanılması gerekiyordu. Bilim insanları geçtiğimiz günlerde bunları duyurmuş, dünyanın bölgelerini sıraya koymuş ve herkese sabırla sıralarını beklemelerini söylemişlerdi. Yarın hepimize su cihazları dağıtılacaktı. Bunları düşündükçe dehşet içinde donup kalmıştım: Evet, tarih tekerrür edecekti! Bir an önce dünyaya dönüp herkese öğrendiklerimi anlatmam gerekiyordu.
Işıklara dönüp, “Size son bir sorum var.” dedim. “Diğer gezegenlere atılan hayvanlara ne oldu? Oralarda yaşayabildiler mi?”
- Hayır. Açlıktan, susuzluktan, havasızlıktan hepsi öldü.
- Ölecekleri belli değil miydi? Niye dünyada öldürmediler de başka gezegenlere yolladılar?
- Uzay araştırmaları yapıyorlardı. İnsan nüfusu çok arttığı için başka gezegenlerde yaşanılabilirliği araştırıyorlardı. Hayvanları denek olarak kullandılar.
Işıklar birer birer sönmeye başlamıştı. Kısa sürede hepsi yok oldular. Uzay aracı ile dünyaya dönerken öğrendiğim bilgilerin şaşkınlığı içindeydim. İlk iş olarak hemen yönetime gidip su üretme cihazının kullanılmaması için yetkililere bilgi vermeliydim. İkinci bir büyük felaket hepimizin sonu olurdu. Sonra ağır bir uyku bastırdı, yol boyunca uyumuşum.
......................
Dünyaya vardığımda ilk yapmak istediğim şey küçük daireme gidip bir duş almaktı. Boşuna o kadar yolu gidip dönmüştüm. Büyük Felaket konusunda hiçbir bilgiye ulaşamamıştım. Sadece gülüp eğlenen ışıklar vardı, kıymetli bilgilerini kimseyle paylaşmıyorlardı.
Eskiden daha çok su bulabildiğimiz zamanlarda küveti doldurup köpük banyosu yapardım. Şimdi ise ayda bir kere sadece iki dakikalık duş alma hakkımız vardı, elimizi yıkayacak suyu bile zor buluyorduk
Evde ne duş için ne de temizlik için su vardı. İçmek için bile bir damla su yoktu. Yönetimin hepimize dağıtmış olduğu su üretme cihazlarının üzerinde ne zaman kullanılabileceği yazıyordu. Büyük kırmızı harflerle bir uyarı vardı: “Dikkat! Cihazı bu tarihten önce ya da sonra kullanmayınız. Her cihazın kullanım tarihi ve saati titizlikle belirlenmiş ve sıraya konulmuştur. Cihazların aynı anda kullanılması hepimiz için ölümcül sonuçlara yol açacağından herkesin sabırla sırasını beklemesi gerekmektedir.”
Cihazın üzerindeki tarihe baktım: 25 Haziran 3500. Daha 3 hafta vardı! Bir süre düşündüm, acaba dünyadaki milyarlarca insanın her biri sırasını bekleyecek miydi? Hiç sanmıyordum. Açıkgözler, uyanıklar önce davranmak isteyecek ve bir an önce suya kavuşmak için cihazlarını kullanacaklardı. Herkes susuzluktan kavrulmuştu, düğmeye basınca cihaz havadaki oksijen ve hidrojen ile bol bol su üretecekti.
Zekâ, uzun zaman önce sahip olduğumuz fakat sonra kaybettiğimiz bir şeydi: İnsanların beyinlerine her işi görecek çipler yerleştirildiği için artık beyinlerini kullanmıyorlardı. İnsanlar, “Bekleyemem doğrusu, başkalarını mı düşüneceğim? Önce ben!” diyerek düğmeye basacaklardı. Evet, şu anda herkes kendisi için su üretiyor olmalıydı. “Tek enayi ben miyim?” diyerek cihazın düğmesine uzandım.
Bölüm 11: Savaş Senaryosu
Hünkâr Beğenmez, bilim kurgu öykülerimi çok demode buldu. “Onlar 1960’larda, 70’lerde kaldı.” dedi. Şimdi savaş senaryosu yazma modası çıkmış. “Metal Fırtına” diye bir kitap çok satmış. Neymiş efendim, Amerika Türkiye’yi işgal ediyormuş da, Anıtkabir’i bombalıyormuş da, Atatürk’ün naaşını kaçırıyormuş da… Uydur uydur yaz. Bunu ben de kolaylıkla yaparım. Zaten Amerikan ordusu Türkiye’yi işgal ederse neler olacağını tahmin etmek hiç de zor değil. İşte yazdım bile:
Bu da Bizim Fırtına
Amerikan Genelkurmay Başkanı’nın ofisine yorgun, endişeli bir Amerikan subayı girdi. Genç olmasına rağmen hayattan bezmiş bir ifadesi vardı. Vereceği haberin nasıl bir tepki yaratacağını bildiği için çok tedirgindi.
“Komutanım!” dedi, “Bütün dünyayı işgal ettik, bir tek Türkiye’de yenildik. Bütün ordumuzu yok ettiler.”
“Ne? Nasıl olur?”
ABD Genelkurmay Başkanı dünyanın en büyük ve güçlü ordusunun komutanıydı.
Ayağa kalktı, ellerini masasının üstüne dayadı, “Şaka mı bu?” diye gürledi.
“Hayır, efendim. Doğru.” dedi hazır ol duruşunda bekleyen subay. Sesi ağlamaklıydı. “Türkiye’ye gönderdiğiniz ordudan bir tek ben geri dönebildim.”
“Anlat, neler oldu?”
“Efendim, Türkiye sınırlarından içeri girdik. Baktık her yerde düğünler, törenler yapılıyor. Köylerde, kasabalarda, şehirlerde, sokaklarda sürekli evlenme, nişan, sünnet düğünleri, kutlama törenleri yapılıyor. Bu aslında bir savaş taktiği olmalı. Türkler “maganda kurşunu” diye bir silah icat etmiş, bizim askerlerin bir bölümü düğün var zannederken bu kurşunlarla öldü.”
“Dur, dur bir dakika.” dedi Genelkurmay Başkanı. Önündeki telefonu açtı, “Bana Silah Araştırmalarını bağlayın.” dedi. Sonra, karşısına çıkan bilim adamını azarladı: “Siz orada ne yapıyorsunuz Allah aşkına? Türkler yeni bir silah icat etmiş, araştırın. Megenda, megenda… Derhâl aynısından yapın. Ha, sonra da pazarlama ve satış bölümüne bildirin, yabancı ülkelere reklamını yapsınlar.”
Telefonu kapattı, genç subaya döndü:
“Eee, sonra ne oldu?”
“Komutanım, baktık ki tanklarla ilerlemek çok yavaş oluyor, Ankara’ya hızlandırılmış tren servisi konmuş, biz de “Ona binelim de işimiz çabuk bitsin.” dedik. Fakat meğer bu da bir komploymuş, Türkler bu treni öyle programlamışlar ki düşman askeri binince raydan çıkıyor. Korkunç bir kaza oldu, askerlerimizin birçoğu da orada öldü.”
“Sonra ne yaptınız?”
“Sağ kalanların morali bozulmuştu. Bir içki içelim de kendimize gelelim dedik. Biliyorsunuz Türkiye’de rakı içilir. Fakat adamlar çok akıllı, sahte rakı üretmişler, herhâlde düşman askerleri için özel hazırlamışlar. Askerlerimizin bir bölümü de bu rakıdan zehirlenip öldü. Kalan kuvvetlerimiz Karadeniz bölgesi üzerinden geçmeye karar verdiler. Orada da Türklerin en zeki liderlerinden biri varmış. Adı Temel. Bizi nasıl çökerteceğini çok iyi biliyordu. Bir tuşa basarak bütün kumanda, kontrol, iletişim sistemimizi bozdu, bilgisayarla çalışan araçlarımız, uçaklarımız, silahlarımız işe yaramaz hâle geldi.”
“Fakat bunu nasıl yapabilir? Biz sabotaja karşı tedbir almadık mı?”
“Sabotaj değil efendim. Nasıl yapmışsa bu Temel bilgisayarıyla oynarken bir düğmeye basmış, büyük bir patlama oldu. Elektrikler kesildi, şehirdeki bütün elektronik aletler bozuldu. Artık geriye çok az sayıda askerimiz kalmıştı.”
“Peki, onlara ne oldu?”
“Kalan birliklerimiz yürüyerek Ankara’ya girdi. Baktık ki Kızılay meydanında tepeden tırnağa silahlı, kalkanlı güçler; panzerler var. Nihayet doğru dürüst bir savaş yapacağız diye sevindik. Fakat onlar bize aldırmadılar bile. Meğer onlar kendi işçilerini, memurlarını dövmek için silahlanmış. Hükümeti protesto mitingi varmış. O arbedede biz de biraz kayıp verdik tabii.”
“Sonra sağ kalanlara ne oldu?”
“Onlar da trafik canavarı, tüp gazlı araba, zehirli şofben gibi taktiklerle imha edildiler komutanım. Hiç bilmediğimiz savaş yöntemleri vardı.”
“Peki, sizin komutanınız ne yaptı? O nerede?”
“O da dedi ki ‘Bu Türklerle savaşarak toprak alınmaz. Bunlar zaten Akdeniz kıyılarında çok güzel arsaları yabancılara satıyorlar, basarız birkaç bin doları, parsel parsel alırız. Ben de emekli olup Marmaris’e yerleşeyim.’ dedi. ‘Our boy Kenın orada oturuyor.’ dedi. ‘Sonra özelleştirme numarasıyla bunların iletişim, ulaşım sistemlerini, doğal kaynaklarını satın alırız.’ dedi. ‘IMF’ye de söyleriz, biraz bastırsın.’ dedi. ‘Yoksa öyle geleneksel savaş yöntemleriyle Türkler alt edilemez.’ dedi.”
“Vay canına!” dedi Genelkurmay Başkanı. “Türkler gerçekten de iyi savaşçıymış. ‘Çanakkale geçilmez.’ dendiğini biliyordum ama böyle yeni taktikleri ilk defa duyuyorum. Peki, sen nasıl kaçtın?”
“Ben en sonunda yalnız kalmıştım. Bütün arkadaşlarım ölmüştü. Yakalanmamak için kadın kılığına girdim. Kaçarak Urfa yöresine ulaştım. Nefes almak için bir sinemaya girdim. Meğer orada da yalnız gezen, sinemaya giden kadınları öldürüyorlarmış. Töre veya namus cinayeti diyorlar. Beni de yakalayıp bir çuvala koydular, Dicle nehrine attılar. Neyse ki yanımda bulunan çakıyla çuvalı kesip çıktım, Irak’a geçmeyi başardım. Irak daha güvenliydi.”
Genelkurmay Başkanı yerinden kalktı, elini subayın omuzuna koydu:
“Oğlum,” dedi, “gerçekten de büyük tehlikeler atlatmışsın. Dünyada hayatta kalabilmenin en zor olduğu yerden geliyorsun. Sana bir kahramanlık madalyası verelim.”
Bölüm 12: Mafya Öyküsü
Ne yazarsam yazayım, sinir yayıncı Hünkâr Beğenmez’e beğendiremiyordum. Son yıllarda televizyonda mafya dizileri popüler olmuştu. Acaba ben de bir mafya romanı mı yazsam diye düşünüyordum.
Güzel bir gündü. Pencereden dışarı bakıyordum. Bir sarışın, bir de esmer adam telaşla koşuyorlardı. Sonunda bizim bahçenin açık kapısından girdiler. Sarışın adam doğru Kartopu’nun kulübesine koştu, eğilip emekleyerek içine girdi. Kartopu yaşlı ve deneyimli bir köpekti. Durumun acil olduğunu anlamış gibi kulübesinin ön kısmına yerleşerek adamı gözlerden gizledi.
Dışarı koştum: “Ne oluyor? Ne yapıyorsunuz?”
Esmer adam, süklüm püklüm suçlu bir ifadeyle, “Aman abla, ses çıkarma, peşimizde alacaklılarımız var. Adamlar silahlı. Sarı Baba biraz saklansın, sonra gideriz.”
“Ama köpek kulübesinde olur mu?”
“Olur, olur. O alışıktır. Daha önce kümeslerde, ahırlarda çok saklandı. Pek çok hayvan ona yataklık etmiştir.”
Sarı Baba ile Kartopu hemen arkadaş oldular. Koruması devamlı etrafta geziniyor, gelen giden var mı diye kolaçan ediyordu. Kulübeye yaklaşıp sordum: “Sizi neden arıyorlar?”
“Sorma abla, biz silah işi yaparız ama ben parayı alır, silahları vermem. Silah kötü bir şeydir, “Şeytan doldurur.” derler, maazallah adam ölür falan.”
“Yahu,” dedim, “mafya babası dediğin adamları topuklarından vurur, diz kapaklarını parçalar, parmaklarını keser. Siz ne biçim...”
“Ay, sus, sus!” diye bağırdı. “Ben dayanamam öyle şeylere. İçim kaldırmaz.” Elleriyle gözlerini kapattı.
“Peki, bırakın o zaman bu işi.”
“Olmaz, bu baba mesleği. Bizim ailede herkes mafya. Ben de yapmazsam ailem beni temizler.”
“Ya, aldığınız paraları ne yaptınız?”
“O parayla hep hayır işleri yaptım. Yetimlere yurt, yaşlılara bakımevi, yoksullara aşevi yaptım. Şimdi de hayvanlar için barınak yaptıracağım.” Bunu söylerken sevgiyle Kartopu’na baktı. Sanki aralarında gizli bir anlaşma vardı.
Sarı Baba aileden kalma bir gelenekle bu işlere karışmak zorunda kalmıştı. Fakat o kadar yufka yürekliydi ki yolda yürüyen bir karınca görse ağlamaya başlıyordu. Hiç kimseye silah teslimatını yapmadığı için sürekli saklanmak zorundaydı.
Böylece Sarı Baba köpek kulübesinde yaşamaya başladı. Kulübeyi ofisi olarak kullanıyordu. Cep telefonu ile işlerini yürütüyordu:
“Kara Baba yaralandı mı? Hastaneye bir çelenk gönderin... Çiçek değil, çelenk, çelenk. Nasıl olsa ölecek.”
“Alo? Irak’tan gelen parayı fakir fukaraya dağıtın. Filistin’den geleni de Kızılay’a bağışlayın. ‘Silahlar yolda.’ dersiniz.”
Kaderin cilvesine bakın ki bu adam trilyonerdi fakat bir köpek kulübesinde yaşamak zorundaydı. Arada bir tepsiyle köpek kulübesine kahve götürdüğümü gören komşular, Kartopu’nun kahve içtiğini sanıyorlardı.
Sarı Baba’nın alacaklıları birkaç gün daha etrafı arayıp, kimseyi bulamayınca gittiler. Kartopu onları kulübesine yaklaştırmamıştı. Ortalık sakinleşince Sarı Baba “Ben artık gideyim.” dedi. “Size de epey rahatsızlık verdik.”
“Peki, şimdi nerede saklanacaksınız?”
“Kışın koyun ağıllarını tercih ediyorum.”
“Durun, gitmeden size yiyecek bir şeyler getireyim.”
Mutfağa girdim. Buzdolabını açmıştım ki ensemde buz gibi bir demir hissettim. Kalın bir ses, “Sarı Baba nerede?” dedi.
“Ne? Kim? Kimmiş o? Bir yanlışlık olmalı.” Korkudan kanım donmuştu. Yavaşça arkama dönerek adamı görmeye çalıştımsa da bütün görebildiğim bir kravatın ucu oldu. Adam dev gibi iri ve uzun boyluydu. Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyordum.
“Konuş!” diye bağırdı. “Yoksa kuşbaşı doğrarım.”
“Silahla adam doğranmaz, vurulur. Bıçakla doğranır.” Öğretmenlik ruhuma işlemiş.
“İster vurur istemezsem doğrarım.”
“Bu cümle de düşük oldu.”
“Çorbanı yaparım.”
O sırada açık kapıdan içeri Kartopu koşarak girdi. Öyle hızlı koşuyordu ki kulakları yelken gibi inip kalkıyordu. Doğru adamın üzerine atlayıp boynuna sarıldı, yere serdi. Adam yarım lahana yutmuş bir domuz gibi ses çıkardı. Ben de adamın sersemlemesinden yararlanıp silahını elinden aldım. Sadık okuyucum Kartopu’nu hatırlayacaktır. Bu kocaman, beyaz çoban köpeği dünyanın en salak ve en yaramaz köpeğidir. Dost düşman ayırt etmez, herkesi yere sırt üstü yatırır ve üzerine çıkıp yüzünü yalar. Bu onun en sevdiği oyundur ve epey uzun sürer.
Biz eskiden Ümitköy’de otururken birçok ailenin oradan taşınmasına neden olmuştu.
İlk defa elime bir tabanca geçmişti. Merakla evirip çevirip oynarken patlamasın mı? Ben bir metre havaya zıplarken kurşun da gitti avizenin kordonunu kopardı. Ağır demir avize adamın kafasına düştü. Kartopu hâlâ adamın yüzünü yalamaya çalışıyordu. Bu arada yavru köpek Dino da gelmiş, oyuna katılmıştı. O da adamın paçalarını çekiştiriyor, ayakkabılarını kemirmek için çıkarmaya çalışıyordu. Karabaş da gelmiş, adamın koluna dişlerini geçirmiş, hırlıyordu.
Pencereden baktım. Sarı Baba tabanları yağlamış, iyice uzaklaşmıştı. Üç köpeğimin adamla bir süre daha oynamasına izin verdikten sonra, “Tamam, oyun bitti.” dedim. Adamı bahçenin dışına kadar kovaladılar. Bir daha da oralarda görünmedi. Ben de elimde kalan silahı korkuyla ucundan tutarak götürdüm, yolun kenarından akan dereye attım. Neme lazım, şeytan doldurur.
Sarı Baba’nın öyküsünü yazıp yayıncı Hünkâr Beğenmez’e gösterdim. “Böyle mafya babası olur mu?” dedi. “Bir kişi bile öldürmemiş. Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
Bölüm 13: Gülgün Abla Köşesi
Ne yazarsam yazayım yayıncı Hünkâr Bey’e beğendiremiyordum. Bu arada bir gazeteci arkadaşım “Güzin Abla” türünden birine ihtiyaçları olduğunu söyledi. “Eh, o da yazarlık sayılır.” diye düşünerek bir süre bu işi yapmayı kabul ettim. Sonradan anladım ki binlerce insanın dertlerini dinlemek, çare bulmaya çalışmak hiç de kolay değil.
Okuyucularımdan sık sık şunlara benzer mektuplar alıyordum:
“Sevgili Gülgün Abla, ailem ve çevremdeki herkes evlenmemi söylüyor. Ben ise okumak ve çalışmak istiyorum. Zaten henüz evlenmek istediğim birine de rastlamadım. Ne yapayım?”
(Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Gençlere tavsiyem: Kimsenin sözünü, nasihatini falan dinlemeyin; daima burnunuzun gösterdiği yönde gidin. Kendi bildiğinizi yapın. Hata yapabilirsiniz fakat hatalarınızdan ders alırsınız. Bir musibet bin nasihate bedeldir. Tevfik Fikret de oğluna demiş ki: “Hak bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin.”
“Gülgün Abla, dün parkta bankın üzerine oturdum. Acaba bekâretim bozulmuş mudur?”
(Rumuz: Baskı Altında)
“Kardeşim, bundan bana ne? Kime ne? Bu senin özel, kişisel meselendir. Hiç kimseyi ilgilendirmez. Bunlarla gündemi işgal etmeyin lütfen.”
“Sevgili Gülgün Abla, ben tam beş kere evlendim fakat hiçbirinde mutluluğu bulamadım. Sana sorum şu: Neden erkekler evlenene kadar kadınlara iyi davranıyorlar da evlendikten sonra değişiyorlar? Masallara göre kurbağayı öpünce prens oluyor fakat prensle evlenince ne oluyor? Masal hep orada bitiyor. Evlilikte mutlu olmanın bir yolu yok mudur?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Evlilikte mutlu olmanın tek yolu kadınla erkeğin ayrı evlerde yaşamaları ve arada bir iki sevgili gibi buluşmalarıdır. Birlikte yaşamak ikisini de sinir edecektir. Oysa bir insan, yokluğunda hemen kusursuz bir yaratık hâlini alır. Stendhal buna “kristalleştirme” demiştir. Âşık olan insan karşısındaki gerçek, kusurlu faniyi görmez; yani aşkın gözü kördür (Biraz da aptaldır). İşte evlilikte fazla yüz göz olmamalı, işler hep bu kıvamda tutulmalıdır.”
“Gülgün Abla, rüyamda Filistin’deydim. Askerler halka çok iyi davranıyorlardı. Amerikalı askerler okuma yazma kursu açtı. İtalyan askerleri sivil halka spagetti dağıttı. İngiliz kuvvetleri fakir halkın giyim ihtiyaçlarını karşıladı. Çok kaliteli İngiliz kumaşlarıyla. Fransızlar ise ilaç ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamayı üstlendi. Bu arada Amerikalı askerler bir yaşlı kadının çamaşırlarını asmaya bile yardım ettiler. Bu rüya çok mu tuhaf? Yoksa ben mi anormalim?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Siz Passiflora’yı fazla kaçırmışsınız. Böyle devam edin, iyi gelir.
“Gülgün Abla, iş yerimde iyi giyimli, olgun bir bey benimle çıkmak istiyor. Yaşı benden çok büyük. Ne yapayım?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Kızım; adamın kılık kıyafeti düzgünse, gömleği ütülüyse, kravatı gömleğine uygunsa o adam zaten evli demektir.
“Gülgün Abla, Avrupa’da insan hayatına değer veriyorlar. Bizde ise trafikte yüzlerce insan ölüyor, sokakta yürüyen adamı maganda kurşunu öldürüyor, hastanelere sağlam girenler hasta çıkıyor. Neden?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Avrupa’da gelişmiş bir kapitalist sistem var. Karşılıklı bağımlılık var. Herkes birbirinin müşterisi olduğu için bireylere değer veriyorlar. Bizde ise feodal tarım toplumunun değerleri hâlâ geçerli. Nüfus da çok fazla. Bir kişi gitse yerine bin kişi geliyor. Onun için insan hayatının pek değeri yok.
“Gülgün Abla, kedim ne zaman kocamı görse hapşırmaya, kaşınmaya başlıyor. Ne yapayım?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Kedinizin kocanıza alerjisi var. Kocanızı evden atın, yenisini de almayın.
“Gülgün Abla, ‘Aile kutsaldır.’ deniyor fakat cinayetlerin çoğu aile bireyleri arasında işleniyor. Bu nasıl iştir?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Haklısınız. İstatistiklere göre aile cinayetlerinde genel davranış kalıpları şöyle: En çok erkekler karılarını, kızlarını, kız kardeşlerini öldürüyor. İkinci sırada, kadınlar kocalarını öldürüyor fakat kendi çocuklarını öldürmüyor. Üçüncü sırada, çocuklar ana babalarını öldürüyor. Hepsindeki ortak yan çok ilginç: Erkekler kadınları, kadınlar erkekleri öldürüyor fakat erkekler kendi oğullarını, erkek kardeşlerini öldürmüyor, kadınlar da kadınları öldürmüyor. Bu cinayetlerin nedenine gelince, birçok insanın mecburen birlikte yaşaması herhalde hepsini sinir ediyor.
“Gülgün Abla, bu futbol çılgınlığı nedir? Futbolun anlam ve önemi nedir? Hadi 22 tane adam oyun oynuyor, milyonlarca insan neden onları seyrediyor? Biz üç kuruş için çalışıp didinirken neden top oynamaktan başka bir şey yapmayan ebleh adamlar milyarlar kazanıyor?” (Rumuz: Baskı Altında)
Cevap: Aman, bırakın oynasınlar. Erkek milleti daima horoz gibi rekabet etmek ister. Ya top oynar ya da savaşıp dövüşür. Siz hiç savaş görmemişsiniz. İnanın bana, top peşinde koşturmaları savaşmalarından iyidir.”
Herkesin sorunlarını dinleye dinleye dert küpüne dönmüştüm. Herkes “Baskı Altında” rumuzunu kullanıyordu, bu da insan uygarlığının ancak bireyleri baskı altında tutarak düzen sağlayabildiğini gösteriyordu. Bu düzende bireylerin sorunları hiçbir zaman bitmeyecekti. Bu çok sinir bozucu bir işti. Zaten insanlara öğüt vermenin ne yararı var? Akıllıların ihtiyacı yoktur, aptallar ise dinlemezler bile. Onun için herkese “hiç kimseye öğüt vermemelerini” öğütlüyorum. Neyse sonunda gazeteye başka birini buldular da ben bu işi bıraktım. Böylece yine yazarlık çalışmalarıma devam edebilirdim.
Bölüm 14: Şiir
Belki yayıncı Hünkâr Beğenmez şiir kitabı yayınlar. Bakalım bunu beğenecek mi?
HAYVANLAR DİLE GELSE
Hayvanlar bir gün dile gelse
Hep bir ağızdan şöyle dese:
Hepimizin canı var ise
“Önce insan” demek olur mu?
Bu dünya size mi tahsis edilmiş?
Noter tasdikli tapusu mu verilmiş?
İliğine kadar sömürülmüş, kemirilmiş
Bu kadar açgözlülük olur mu?
Hayvanların aklı yok mu?
İnsanlardan farkı çok mu?
Bir sor karnı aç mı, tok mu
Garibi görüp geçmek olur mu?
Biz de acıkır aş isteriz,
Bahar gelir eş isteriz,
Güneş yakar su isteriz
İnsan başka, hayvan başka olur mu?
Biz de övgüye seviniriz
Yuvamız yıkılsa yeriniriz
Yavrumuz ölse dövünürüz
Hayvan deyip de geçmek olur mu?
Biz ne aptalız ne de ahmak
Tek farkımız konuşmamak
Sorun ortak bir dil bulmak
Sesimizi duymamak olur mu?
İnsan dünyaya baş oldu
Sanki bulunmaz kumaş oldu
Hep kavga, hep savaş oldu
Kan ile uygarlık olur mu?
Doğanın kuralı, aslan ceylanı yedi
Ve kuzuyu kurt, fareyi kedi
Ama insan dünyayı yedi
Bu kadar doymazlık olur mu?
Yavrularımızı keser yersiniz
Derimizi yüzer giyersiniz
Bir de bize hayvan dersiniz
Sizden âlâ hayvan olur mu?
Karga karga gak dedi
Çık şu dala bak dedi
Çıktım baktım o dala
Şu insanlar ne budala
Kişi başına yirmi ton patlayıcı var
Yüz bin füze, yüz bin mermi var
Binlerce yıllık nefret, öfke ve kin var
İnsan dururken hayvandan korkulur mu?
Gönül barış, huzur ister
Biraz sevgi, saygı ister
İnsan isen bunu göster
Bunca silahla barış olur mu?
Soykırım, işkence ve nükleer dehşetiniz
Siz vahşilikte bizi geçtiniz
Vallahi bizi mahcup ettiniz
Bizi böyle utandırmak olur mu?
* * * * * * * * * * * * *
Şiirlerimden çok umutluydum. Fakat Hünkâr Bey okumadı bile. Pencereden dışarıyı gösterdi: “Bakın.” dedi. “Şu simitçi, şu çöpçü, şu dilenci var ya. Hepsi şiir yazıyor. Şiir yazmayan kalmadı. Şiir kitabını satamayız. Fakat çocuk kitaplarına talep var. Masal yazabilir misiniz?”
Onu da denedim.
Bölüm 15: Masal
Bir varmış bir yokmuş. Bu sözün ne anlama geldiğini çocukken anlamazdım. Saçma bir tekerleme olduğunu zannederdim. Meğer hayatı bir çırpıda özetleyen veciz bir sözmüş: Hepimiz bir varız bir yokuz. Bir an yaşıyorken bir sonraki an ölmüş oluyoruz. İşte hepsi bu.
Neyse, masalımızın kahramanı bir köyde yaşayan bir çocukmuş. Bu çocuk on sekiz yaşına geldiğinde “Ben artık büyüdüm. Dünyayı gezip kendi hayatımı kazanma zamanım geldi.” demiş. “Belki güzel bir ülke bulur, yerleşirim.” Anasına babasına veda etmiş, omuzuna çıkınını asıp yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. (Bu tekerlemeyi de açıklamam gerekirse: Maymunun insana geçiş, yani evrim yolunda katettiği yol kadar.)
Delikanlı ilk önce Hiçistan adlı ülkeye gelmiş. Bu ülkede hiçbir şey yokmuş. Su bile. Her taraf kızgın çöl kumlarıyla kaplıymış. Kavurucu sıcakta kirli paçavralardan yapılmış bir tente görmüş. Tentenin altında bekleşen kadınlı, erkekli, çocuklu kalabalık bir grup insan varmış. Hepsi de çok zayıf ve açmış. Delikanlı merak etmiş, sormuş: “Su yok, yiyecek yok, ev yok, bu koşullarda nasıl yaşıyorsunuz?”
Sıska, yanık tenli bir adam cevap vermiş:
“Arada bir yardım gelir, onunla idare ederiz.”
“Ya yardım gelmediği zaman ne olur?”
“O zaman içimizde en zayıf ve hasta olanlar ölür. Dayanıklı olanlar hayatta kalır.
Tekrar yardım gelene kadar.”
Delikanlı bakmış ki çok sayıda zayıf ve hasta çocuk var. Küçücük çocuklar ölüm döşeğinde:
“Bu çocuklar yaşayabiliyor mu peki?”
“Hayır, en çok çocuklar ölür.”
“Anlamıyorum, bu ortamda öleceklerini bile bile niye dünyaya getiriyorsunuz? Yazık değil mi?”
“Hayatta kalabilmek için. Çoğu ölüyor ama içlerinden birkaç tanesi bile yaşasa soyumuzu sürdürmeye yeter.”
“Peki, neden başka bir yere göç etmiyorsunuz? Bu bölge çok kurak.”
“Verimli toprakların hepsi çoktan kapışılmış. Her yer dolu. Kimse de bizim gibi kuru kalabalığı alıp beslemek istemez. Hiçbir yere gidemeyiz.”
“Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.” demiş delikanlı. “Gidip şu komşu ülkeye bir bakayım, orada durum nasıl? Belki size yardım ederler.”
Bu sözler üzerine zayıf adam acı acı gülmüş, “Git bak, belki anlarsın o zaman.” demiş.
Delikanlı yoluna devam etmiş, kâh yürüyerek kâh arabalara binerek komşu ülke Bolbolye’ye gelmiş. Bu ülke ötekinin aksine çok zengin ve gelişmiş bir ülkeymiş. Bütün insanlar şişmanmış. Herkesin yüzünde Prozac gülümsemesi varmış: Boş, anlamsız fakat mutlu bir ifade.
Delikanlı, yolunun üzerinde bulunan bir lokantaya girmiş. Oturup diğer müşterilerle sohbete başlamış. Herkesin önünde tepeleme dolu kocaman tabaklar varmış.
“Bu ne iştir; komşu ülkede insanlar açlıktan ölüyor, burada ise bolluk bereket var.”
Oradakilerin içinde en şişman olan adam, elindeki kocaman butu çevire çevire yiyerek cevap vermiş:
“Anlamadın mı? Orada yokluk olduğu için burada bolluk var.”
“Nasıl yani?”
“Yani bir taraf doluysa öbür taraf boştur. Bir taraf beyazsa öbür taraf siyahtır ya da bir insan mutluysa diğer bir insan mutsuzdur. Herkes aynı zamanda mutlu olamaz.”
Başka bir şişman adam söze karışmış:
“Bak bu muzu görüyor musun, bunu yirmi kişiye eşit paylaştırırsak hiçbiri doymaz ama bir kişi yerse doyar.”
“Ama on dokuz kişi aç kalır.”
“Ama hiç olmazsa bir kişi doyar.” demiş şişman adam ve muzu afiyetle midesine indirmiş.
“Yani komşu ülkenin insanları sizin yüzünüzden mi o hâle düştüler? Onların sömürülecek hiçbir şeyi yok ki!”
“Vardır, vardır. En yoksul insanın bile sömürecek bir şeyi vardır. Hiçbir şeyi yoksa borçlandırır, öyle sömürürsün.”
“Neden o zavallılara yardım etmiyorsunuz?”
“Besleyelim de çoğalsınlar, başımıza bela olsunlar diye mi?”
“Anlamıyorum, nasıl bu kadar acımasız olabiliyorsunuz?”
“Anlarsın, anlarsın. Dünyayı tanıdıkça sen de anlarsın. Bu dünyanın düzeni böyle.
Ahh, ben biraz fazla kaçırdım galiba. Kalbim sıkışıyor. Bir doktor çağırın!”
Acele bir doktor gelmiş. Adamların önlerinde bulunan tabaklara bakmış, öfkeyle söylenmeye başlamış:
“Bugün sabahtan beri bu beşinci kalp krizi. ‘Yemeyin bu etleri’ diyorum, dinletemiyorum.”
Delikanlı bu ülkeyi hiç beğenmemiş, yoluna devam etmiş. Cephanistan adlı ülkeye gelmiş. Burada birçok fabrika ve sanayi siteleri görmüş. Hava karanlık, kirli ve dumanlıymış.
İnsanlar da hep asık suratlıymış. Bir kenarda oturan iki adam dikkatini çekmiş. Bunlar kara kara düşünmekte, ağlaşmaktaymış. Delikanlı merakla sormuş:
“Neyiniz var, Karadeniz’de gemileriniz mi battı?”
Bu söz üzerine adamlar daha beter ağlamaya, dövünmeye başlamışlar:
“Aaah ah! Gemiler de yapmıştık. Ne güzel pırıl pırıl savaş gemileri, uçak gemileri, denizaltılar...”
“Eee, ne oldu?”
“Hiç sorma. Biz silah yapar satarız. Fakat şu anda dünyada hiç savaşan ülke kalmadı.
Orta Doğu’da bile ateşkes ilan edilmiş.”
“Yaa, en iyi müşterilerimiz onlardı. Aah ah!”
“Artık kimse silah almayacak. Bütün silahlar elimizde kalacak.”
“Ne var bu kadar üzülecek canım? Siz de başka şeyler yapıp satın.”
“Olmaz. Bir kere elimizde hazır bulunan çok fazla silah var. Onların mutlaka satılması lazım yoksa zarar ederiz. Biz bu işe yatırım yapmışız, bütün sermayemizi bu işe yatırmışız. Fabrikalarımız, makinelerimiz, yani bütün altyapı silah üretimine göre ayarlanmış. Onları değiştirmenin maliyeti ne kadar yüksek olur, biliyor musun?”
“Bizim ulusal ekonomimiz silah üretimine dayalıdır. Zaten başka şey yapmayı bilmeyiz.”
“Ne yapacaksınız peki?”
“Bir yerlerde mutlaka bir savaş çıkarmalıyız.”
“Ama yazık değil mi, insanlar ölecek, acı çekecek? Savaş çok korkunç bir şey. Ölen için de kalan için de.”
“Ya biz? Bize yazık değil mi? İflas mı edelim?”
“Ekonomimiz batsın mı yani?”
“Batsın demek daha doğru olurdu ama batmayacağından eminim. Mutlaka yine bir savaş çıkacaktır. Tarih kitaplarına göre insanlık son 5600 yılın 5300 yılını savaşarak geçirmiş. Sadece 300 yıl barış olmuş. Merak etmeyin, yakında bir yerlerde bir savaş çıkar.
İnsanlar rahat duramaz.”
Bu ülkeyi de beğenmeyen delikanlı, yoluna devam etmiş ve Globalandiya adlı ülkeye gelmiş. Bu ülke ha bire küreselleşmekteymiş. İnsanlar kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini unutmuş, para kazanmak için durmaksızın çalışıp koşturmaktaymış. Bunların dini imanı paraymış. Çoğu zengin değilmiş ama birçok şey almak istiyormuş. Reklamlar herkese “Hayal ettiğin gibi yaşa!” diyormuş. “Sen buna layıksın.” “Yok, yok. Sen daha iyisine layıksın.” Her gün yeni ürünler, yeni modalar çıkıyor, insanlar bunlara yetişebilmek için çalışıp didiniyor, paraları yetmezse borçlanıp alıyorlarmış. Her geçen gün borçları artıyormuş.
Delikanlı burada çok güzel bir kız görmüş, âşık olmuş. Bir sonraki buluşmalarında ona evlenme teklif edecekmiş. Fakat buluşmaya o kız değil, başka bir kız gelmiş:
“Aaa, beni tanımadın mı şekerim? Burnumu kaldırttım, ağzımı büyüttüm. Saçımı da mecburen modaya göre değiştirdim.”
“Ama ben senin eski haline âşık olmuştum.”
“Sen geçen senenin modasına âşık olmuşsun. Bu sene herkes böyle, bakalım seneye ne çıkacak, çok merak ediyorum.”
Delikanlı, kızdan vazgeçip yoluna devam etmiş. O ülke senin bu ülke benim dolaşmış. Nereye gitse yoksulluk, mutsuzluk, şiddet, kavga ve savaşla karşılaşmış. Her yerde insanlar para için doğayı, hayvanları ve kendi hayatlarını mahvediyorlarmış. Gelişmiş ya da gelişmemiş bütün ülkelerde insanlar hep daha çok üretmek ve daha çok kazanmak için çalışıyorlarmış. Üretip tükettikçe havayı, suyu, toprağı, denizleri, nehirleri, gölleri zehirli kimyasal maddelerle kirletiyor, ormanları yok ediyorlarmış.
İnsanlar kendilerine tarım, sanayi ve yerleşim için yer açmaya çalışırken doğal hayatı yok ediyorlarmış. Yabani hayvanların yaşam ortamları bozuluyor, soyları tükeniyormuş. Öte yandan insanlar koyun, inek, tavuk gibi hayvanların sayısını onları zorla üreterek çoğaltıyorlarmış. Bunlara ve tarıma zarar veriyor diye kurt, tilki, ayı, çakal, fare, kuş, köstebek, tavşan gibi hayvanları öldürüyorlarmış. Sonra besledikleri evcil hayvanları da öldürüp yiyorlarmış. Bu yedikleri hayvanlar ise insanları hasta edip öldürüyormuş çünkü kanser, kalp hastalığı gibi hastalıklara yol açıyormuş. Bu sefer insanlar bu hastalıklara çare bulmak için yine hayvanlara eziyet ediyor, onları laboratuvarlara doldurup üzerlerinde deneyler yapıyorlarmış. Öbür yanda ise milyonlarca insan açlıktan ölüyormuş çünkü onların yiyebileceği tahıllar koyunlara, ineklere, sığırlara yediriliyormuş. Öyle ki ekolojik zincirden bir böceği çıkarsanız sistemin dengesi bozuluyormuş fakat insanı çıkarsanız birçok şey düzelecekmiş.
Her yerde ve her fırsatta güçlüler, güçsüzleri eziyormuş. Nerede güzel, mutlu görünen bir toplum varsa ardında acı, kan ve şiddet varmış. Delikanlı, dünyanın hiçbir yerinde şöyle barış ve huzur içinde yaşayan bir insan topluluğu bulamamış. Ama aramaktan vazgeçmemiş. Astronot olup başka gezegenlere gitmeye karar vermiş. Bir umutla, “Belki oralarda aradığım mutluluğu bulurum.” diye düşünüyormuş. Bilmiyormuş ki insan nereye giderse gitsin içindeki çelişkileri de götürür.
* * * * * * * * * * * *
Hünkâr Beğenmez, masallarımı da beğenmedi.
“Ne biçin masal bunlar? Kan, savaş, yoksulluk, şiddet… Masalda periler olur, yakışıklı prensler, güzel prensesler olur.”
“Ne yapalım, böyle dünyaya böyle masal.” dedim. “Dünyaya yeni gelen çocukları bir süre güzel masallarla avutuyorlar, uyutuyorlar. Ta ki çocuk büyüyüp gerçek dünyayı görene kadar… Tabii o zaman şok geçiriyor. Bence her şeyi erkenden öğrensin daha iyi.”
Hünkâr Bey kafasını kaşıdı, çenesini kaşıdı, boynunu kaşıdı, düşündü, düşündü, sonra dedi ki:
“Hiç kimse çocuğuna böyle masalları okutmak istemez. Gülgün Hanım, siz masaldan vazgeçin de başka şeyler yazın. Örneğin bugünlerde şifalı bitkiler ve doğal tedavi yöntemleri çok ilgi çekiyor. Bu konuda bir kitap yazmayı deneyin.”
Bölüm 16: Sağlık ve Şifalı Bitkiler
Sağlık konusunda birinci hedefimiz doktorlardan intikam almaktır. Çünkü doktorlar biz küçükken canımızı acıtmıştır ve fena hâlde korkutmuştur. Şimdi o kadar sağlıklı olacağız ki doktorlar açlıktan ölecek.
Önce sağlıklı beslenme konusunu ele alalım. En sağlıklı beslenme, en doğal olandır. İlk insanların yaptığı gibi mağaranızdan çıkıp yiyecek toplamaya gidersiniz. Bu uğraş; bol yürüyüş, ağaçlara inip çıkma ve vahşi hayvanlarla boğuşmayı da içerdiğinden aynı zamanda iyi bir spordur. Bulduğunuz bütün sebzeleri, otları, yemiş ve meyveleri ellerinizle parçalayıp (bıçak yok) hiç pişirmeden (ateş yok) karıştırıp salata yapabilirsiniz. Tuz ve yağ da yok. İşte en sağlıklısı bu.
Yok eğer buna üşeniyorsanız ve hazır yiyecekler istiyorsanız işte yiyeceklerinizin listesi: mono sodyum glutamat, kıvam arttırıcı guar gum, emülgatör (yağ asitlerinin mono ve digliseridlerinin asetik asit esterleri), modifiye nişasta, sodyum kazeinat, potasyum fosfat, silikon dioksit, alginat, trikalsiyum fosfat, doğala özdeş aroma. Eğer ciddi bir suç işlediyseniz ve kendinizi cezalandırmak istiyorsanız bunlardan bol bol yiyin.
Dost ve düşman yiyecekler:
Yiyecekler dost ve düşman olmak üzere iki gruba ayrılır. Düşmanımız olan yiyecekler dört beyaz zehir olup asla yenmemeli ve unutulmalıdır: Yağ, tuz, şeker, un. Ayrıca hayvanları öldürüp cesetlerini yemek de onların vücutlarındaki tüm hastalıkları sizin vücudunuza taşıyacaktır.
Bunların dışındakiler dost yiyeceklerdir. Taze sebzeler, yeşillikler, otlar, kuru yemişler ve meyvelerle kendi kişisel salatalarınızı yaratabilirsiniz. Takı tasarımı gibi salata tasarımı da gayet zevkli bir hobidir. Bir de zeytinyağlı sebze yemekleri yararlıdır. Burada zeytinyağının faydalarına girmeyeceğim, bu ayrı bir roman konusudur.
Yaşamamız için gerekli olan en önemli temel gıda maddesi çikolatadır. Günde yarım kilo yenirse beynin serotonin üretmesini sağlar, böylece insan kendisini mutlu ve neşeli hisseder. Fakat yeryüzündeki çikolata madeni rezervleri sınırlıdır ve aşırı tüketim sonucunda bu değerli maden tükenebilir.
Öte yandan keçiboynuzu, doğada bol bulunan mükemmel ve eksiksiz bir gıda maddesidir. Bunun keçi hayvanıyla bir ilgisi yoktur, sadece bir bitkidir. İçinde yüksek oranda protein ve karbonhidrat bulunur. Çok zengin bir mineral kaynağıdır. Fosfor, potasyum, kalsiyum, magnezyum, sodyum, çinko, mangan, demir ve bakır içerir ki bunların faydaları saymakla bitmez. Issız bir adada kalacak olsanız ve yiyebileceğiniz bir tek gıda olsa, bu keçiboynuzu olmalı. Taze keçiboynuzu bulamazsanız pekmezi var. Kahve, çay yerine bu pekmezi şurup yaparak için.
“Her ilaç bir zehirdir.” sözünden yola çıkarak doğal tedavi yöntemleri ve şifalı bitkiler üzerine araştırmalar yaptım. Mutluluk ve rahatlık veren bir içecek isterseniz şu otlardan bir ya da birkaçını yirmi dakika sıcak suda demleyip için: Lavanta, kediotu, nane, papatya, melisa, anason, rezene.
Bel ağrısı için “Ağrıyan yere bir avuç kirli koyun yünü konur, sıkıca sarılır.” deniyor. Yurdumuzda çok sayıda kirli koyun bulunmaktadır çünkü banyo yaptıklarını sanmıyorum. Ayrıca bele dört kat lahana yaprağı koyup sıkıca sarmak da iyi gelir. Lahana yabancı değil. Ben mesela, lahanadan çıkmışım. Bu dost sebze şifalı bitki reçetelerinde sık sık karşımıza çıkar.
Kafa çalıştıran haplar:
Avrupa ülkeleri neden dünyanın en yüksek yaşam standartlarına sahip? Çünkü kafa çalıştırma hapları var. Bunu en son İsviçre seyahatimde girdiğim dükkânlarda ve eczanelerde gördüm. Bunlar fosfor ve fosfolipid içeren haplar. Özellikle sınavlardan önce alınması öneriliyor.
Tabii ki bu haplardan bol bol alıp denedim. Benim kafam sabahları yeni uyandığımda hiç çalışmaz. Öğlene doğru motor ısınır. Akşam çok iyi çalışmakta ise de artık uykum gelmiş olur. “Acaba bu haplardan çok alsam çok zeki olur muyum?” diye düşünüyordum. Fakat kutunun üzerinde “Salaklar için not: Aşırı doz, zehirlenmeye yol açabilir.” yazıyordu.
Fosfolipid haplarını alır almaz işe yaradı. Saksı çalışmaya başlamıştı. Birden gözlerimin önünden bir perde kalkmış, kafamın içi aydınlanmıştı. Dünya, yaşam, ölüm gibi konularda daha önce bulamadığım cevaplar şimdi birden gözlerimin önüne gelmişti: Dünyada yaşam aslında çok basit bir sisteme dayalıydı: Büyük balıklar küçük balıkları yiyordu. Bir besin zinciri. İşte hepsi bu. Öyleyse hayatın anlamı ve amacı neydi? Bunun da tek cevabı vardı: Hayatta kalmak. Ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, bütün koşullarda hayatta kalmaya çalışmak.
Kafamın çalışması pek de hoşuma gitmemişti. Zeki olup acı gerçekleri görmektense salak kalıp mutlu olmak daha iyiydi.
Genç kalmak:
Son yıllarda anti-aging diye bir şey çıktı. Bu doğaya aykırı. Yaşlanmamak mümkün mü? İyi yaşlanabilmek bir sanat ve erdemdir. Zaman içinde deneyimlerimiz bizi daha olgun, daha bilge ve daha anlayışlı yapacaktır. Birçok fırtınaya göğüs gerdikten sonra kendimizi daha güçlü hissederiz. Artık alıştığımız problemler bizi eskisi kadar incitmez. Zaten gençleri de kimse adam yerine koymaz.
Yaşlılık ne zaman başlar? Bu o kadar yavaş olur ki kendimiz önceleri yaşlandığımızı hissetmeyiz. Fakat etraftan insanlar bize “amca” “teyze” demeye başlayınca bir şeylerin değiştiğini algılamaya başlarız. Yanaklarımız buldog gibi sarkmaya başlar. Fakat sporun düzeltemeyeceği hiçbir sorun yoktur. Vücudunuz gibi yüzünüzü de egzersizle çalıştırıp sarkmaları önleyebilirsiniz. Yüz egzersizleri yüzdeki kasları toparlar. Örneğin ağzınızı açmadan gülmeye çalışın. Yanak kaslarınızı gözlerinize doğru yukarı çekin. Dilinizi sonuna kadar dışarı çıkarıp aşağı sarkıtın. Çenenizi ileriye doğru uzatıp boynunuzu gerin. Önemli not:
Yüz egzersizlerini başkalarının yanında yapmayın.
* * * * * * * * * *
Hünkâr Bey bunları da beğenmedi. Dedi ki daha radikal, heyecan verici şeyler yazmalıymışım. Örneğin insan hakları, kadın hakları, hatta hayvan hakları üzerine.
Bölüm 17: Kadın Hakları
Görüyorum ki bazı saf tipler ortalıkta boşu boşuna insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları falan diye yırtınıp duruyorlar. Bu iyi niyetli insanların kendilerini böyle yıpratmalarına artık dayanamıyorum ve dünyayı çözümlemiş aydın bir kişi olarak onları da aydınlatmayı görev biliyorum. İçine doğduğunuz dünyanın gerçekleri şunlardır:
Bir kere kadın hakları diye bir şey yoktur. Kanun da çıkarsanız, zorla haklar da verseniz, yine olmayacaktır. Kadın etinden ve sütünden yararlanılan bir canlı türüdür. Kadının yeri erkekler tarafından belirlenir; eğitim görecek mi, çalışacak mı, ne giyecek, neresini örtecek, neresini açacak, nerede konuşacak, nerede gülecek, bunlara erkekler karar verir. Çünkü dünya erkeklerin dünyasıdır.
“Kadınlarımız” sözünü sık sık duyarız da “erkeklerimiz” dendiğini hiç duymayız, neden?
Çünkü kadınlar erkeklerin sahip olduğu birer mal, mülk, cisim ya da eşyadır.
Kadın okumamalı, çalışmamalı, gözleri açılmamalı, evinin kadını olmalı, mümkün olduğu kadar sosyal ve ekonomik hayatın dışında kalmalıdır. Bunun iki nedeni vardır: Kadın dışarıda gezer de maazallah başka erkekleri tanırsa kendi erkeği ile karşılaştırmaya başlar ve adam ikinci kümeye düşebilir. Bu, erkekler için çok moral bozucu bir şeydir. İkincisi, kadınlar ekonomik hayata katılırsa erkeklerin karşısında çok güçlü rakipler olabilirler. Kadınlar daha sessiz, daha uysal ve fedakâr olduklarından, işverenlerin istediği tiplerdir. Daha az ücrete de razı olurlar. Zaten işsizlikten bunalan erkekler var olan işleri de kadınlara kaptırınca fena hâlde bozulmaktadırlar.
Kadınlar okuma yazma öğrenmemelidir. Doktorun yazdığı reçeteyi okuyamamalıdır. Telefonda acil bir numarayı çevirememelidir. Yangın durumunda “Çıkış” yazısını okuyamamalıdır. Böylece daha çabuk ölür ve yerine yenisi alınabilir.
Kadınların ne giyeceği konusu nedense erkeklere dert olmuştur. Önceleri kadınları hayvan postları ile örtmeye ve kapatmaya çalışmışlardır. Fakat bunlar kısa geldiği için yukarı çekince ayakları görünüyor, aşağı çekince kafası görünüyordu. Bu da erkekleri çok rahatsız ediyordu. Daha sonra uygarlık ilerledikçe çarşaf ve peçe kullanılmaya başlandı. Hatta en sonunda türban icat edildi. Bana sorarsanız; en pratik ve kolay yol, kadınların kaplumbağa gibi birer kabuk içinde yaşamasıdır. Hiç kimseye görünmeden, yokmuş gibi yaşar gider. Hem bu, yeni bir endüstri ve iş alanı yaratır: kadın kabuğu. Orada fingirdeyemez de. Sanırım kaplumbağaların aşk hayatı çiftleşme mevsiminde birbirlerine başlarını sallamaktan ibaret olmalı.
Hele siyasete katılan kadınlar başlı başına bir tehlikedir. Yeterli sayıyı bulurlarsa, erkeklerin asırlardır sürdürdüğü düzeni tersine çeviriverirler. Bu nedenlerle kadınları eve kapatmak, siyasi ve ekonomik hayatın dışında tutmak gereklidir. Yalnız eve zincirle, iple bağlamak veya kapıyı kilitlemekle bu iş olmaz. Kadını eve bağlamanın en sağlam yolu bol bol çocuk yaptırmaktır. Çocuğu olan kadının artık gözü başka bir şey görmeyecektir. Çocukları için her şeye katlanacaktır: Dayağa, horlanmaya, hatta kumalara da.
Çok çocuk yapılması kapitalist pazar sisteminin de işine gelir, talep arttıkça kâr da artacaktır. İş gücü de ucuzlayacaktır. Bu nedenle gelişmemiş ülkelerde nüfus kontrolü sorunu hiçbir zaman ciddi bir şekilde ele alınmaz.
Bütün bunlara uymayan kadınların kafasına kafasına sopayla vurulur. Kötekten anlamayan ve sokağa çıkıp gezen, sinemaya giden kadının burnu kesilir. Yine uslanmazsa bir çuvala konup nehre atılır. Sonra yeni bir kadın alınır.
Çocuklara gelince: Bunlar çok ses çıkaran küçük ebatlı insanlardır. Bunları 70-80 kişilik sınıflara doldurup hepsi iyice ezilene kadar buğday gibi öğütmek, pardon eğitmek gerekecektir. Hepsi aynı fabrikadan çıkmışçasına tek tip hâle gelene kadar yontulmalı ve yoğrulmalıdır. Aralarında sivri zekâlı, fazla meraklı, yaratıcı, tehlikeli tipler varsa hemen başı ezilmelidir. Çok konuşan, soru soran, gülen çocukların kafasına kafasına sopayla vurulmalıdır.
Çocuklar okula başlar başlamaz birbirleriyle yarıştırılmaya başlanmalıdır. Kim sınıf birincisi, kim sınıf ikincisi, kim daha akıllı, kim daha güzel… Bunlara ödüller verilmelidir. Çocuk daima ötekilerin önüne geçmeye çalışmalı, onların kafasına basa basa yükselmeyi öğrenmelidir. Sonuncu gelen çocuklar çöpe atılabilir. Zaten sayıları çok fazladır.
Çocuklara işbirliği, yardımlaşma, dayanışma gibi şeyler asla öğretilmemelidir. Ancak gerekli durumlarda “ekip çalışması” yaptırılabilir. Kapitalist sistem duyarsız ve bencil insanlar ister. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan haciz koysun, icraya gitsin, ezsin, sömürsün.
Sermaye birikimi ancak böyle olur.
* * * * * * * * * * * *
Bu fikirleri denemeler halinde güzel bir kitap haline getirip yayıncı Hünkâr Beğenmez’e verdim. Yine beğenmedi. “Gülgün Hanım, siz başka bir türde yazmayı deneyin.” dedi. “Ne gibi?” dedim. “Ne bileyim, yazmadığınız ne kaldı? Hiç tiyatro oyunu yazdınız mı mesela?” Böylece bir de oyun yazdım.
Bölüm 18: Tiyatro Oyunu
Bir Ekonomi Komedisi
KİŞİLER
OTKAFA: Orta yaşlı, orta hâlli memur
ATKAFA: Orta yaşlı, orta hâlli memur
ETKAFA: 20-30 yaşlarında iş arayan genç
HOŞKAFA: İşsiz genç
BOŞKAFA: İşsiz genç
KUŞKAFA: İşsiz genç
ŞİŞKAFA: İşsiz genç
FOSKAFA: İşsiz genç
TOSKAFA: İşsiz genç
DİKKAFA: Öğrenci
ÇOKKAFA: Öğretmen
ŞIKKAFA: Müşteri
SAZKAFA: Satıcı
AZKAFA: Çırak
KAZKAFA: Çırak
MANKAFA: Müşteri
ÇANKAFA: Yaşlı, emekli memur
YÜNKAFA: Müşteri
BİRİNCİ PERDE
SAHNE I
Kalabalık bir alışveriş merkezi.
(Otkafa ve Atkafa dükkânların önünde karşılaşırlar.) OTKAFA - Oo, merhaba, merhaba! Nereye böyle?
ATKAFA - Banka kedisi almaya gidiyorum. İhtiyaç oldu da...
OTKAFA - Doğru, insanların kedilere ihtiyacı vardır. Kediler de bunu bilir. Ben hep yedek kedi bulundururum çünkü bir kedinin şarj olması 20 saat sürüyor. Fakat banka kedisi de ne? Dizüstü kedisini biliyorum, masaüstü kedisini de. Ama banka kedisini hiç duymadım.
ATKAFA - Banka kediyi veriyor, sonra taksit taksit geri ödüyorsun. Tüketici kedisi, otomobil kedisi, konut kedisi var ya.
OTKAFA - Haa! Siz kredi demek istiyorsunuz.
ATKAFA - Evet, kedi diyorum.
(Yanlarına Etkafa gelir)
ETKAFA - Merhaba, nihayet bir iş buldum. Yalnız istenilen belgeleri tamamlamak biraz uzun sürecek.
OTKAFA - Ooo, hayırlı olsun! Devlet dairesi mi?
ETKAFA - Evet.
OTKAFA - Ne belgesi istiyorlar?
ETKAFA - 12 adet vesikalık resim, nüfus cüzdanı, ikamet belgesi, sabıka kaydı, ana rahmindeki ultrason fotoğrafı, iç organları gösteren röntgen filmi, akşam yediğim yemeğin listesi...
OTKAFA - Tamam, tamam, yeter. O liste sabaha kadar sürer.
(Soldan içeri Boşkafa ve Hoşkafa girerler.)
BOŞKAFA - Marka önemli, marka. Ayının patisine Rolex marka saat taksan, toplumda itibar ve saygı görür.
HOŞKAFA - Ayının patisi denmez, pençesi denir.
BOŞKAFA - Neyse, iyi marka bir şey buldun mu hemen alacaksın. Ne demişler: “Sakla tavşanı gelir samanı.”
HOŞKAFA - O söz öyle değil.
BOŞKAFA - Öyleyse tavşan dağa çıkmış, dağın haberi olmamış.
HOŞKAFA - Hayır, o söz de öyle değil.
BOŞKAFA - Olsun, böylesi de güzel. Bak başka güzel sözler de biliyorum. Adama balık ver, bir gün için karnını doyurursun fakat balık tutmayı öğretirsen, bu işe kedisi çok sevinecektir. Ama karısı kızacaktır. Ha ha ha!
HOŞKAFA - Şu gelen adam bizim Şişkafa’ya ne kadar benziyor. İnsanlar çift yaratılmış vallahi.
BOŞKAFA - O zaten Şişkafa.
ŞİŞKAFA - Duydunuz mu, İstanbul’da patlama olmuş, elli kişi ölmüş.
HOŞKAFA - Eyvah, borsa düşmüş mü?
ŞİŞKAFA - Yahu kıyamet kopsa sen “Borsa düştü mü?” diyeceksin.
BOŞKAFA - Şuradan yüz gram leblebi alalım.
HOŞKAFA - Ne marka olacak? Şimdi de leblebi modası mı çıktı?
BOŞKAFA - Yok, akşam kaynanam uyurken kafasına atmak için alıyorum. Çok eğlenceli oluyor.
ŞİŞKAFA – Kuşkafa’yı bekleyelim. Sinemaya o da gelmek istiyordu.
BOŞKAFA - Ya, o adam o kadar yavaş ki bir saatlik filmi seyretmesi iki saat sürüyor.
(Kuşkafa gelir)
KUŞKAFA - Abi, bugün ilk defa trafiğe çıktım. Biliyor musunuz, bütün şoförler birbirlerinin annelerini tanıyor; “Anan nasıl?” falan diye soruyor. Her biri diğerinin, kimin çocuğu olduğunu biliyor.
HOŞKAFA - Sen bütün trafik kurallarını öğrendin mi bakalım?
KUŞKAFA - Abi başkaları bilmiyorsa benim trafik kurallarını bilmemin ne yararı var? Yol bizim hakkımız deyip geçeceksin işte.
BOŞKAFA - Hadi, film başlıyor, gidelim.
(Hep beraber çıkarlar. Foskafa ile Toskafa girer.)
FOSKAFA - Borsada “keriz silkeleme” diye bir söz var ya, işte o keriz benim.
TOSKAFA - Estağfurullah, niye, ne oldu?
FOSKAFA - Bütün biriktirdiğim parayı hisse senetlerine yatırdım. Önce bir uçurdular, yükseldi diye sevindik, aniden bir silkelediler, bütün param gitti.
TOSKAFA - E, bu işin bir tekniği vardır. Biraz borsa konusunda kitap falan okusaydın da nasıl yatırım yapılır öğrenseydin ya.
FOSKAFA - Ne yatırımı canım? Bu öyle kitaplardaki normal borsalar gibi değil. Tamamen manipülasyonla yükselip düşüyor. Büyükler diledikleri gibi oynayıp bizimle eğleniyorlar.
TOSKAFA – Boş ver, üzülme! Bak ben para kazanmanın yeni yollarını buldum.
FOSKAFA - Sahi mi? Neymiş?
TOSKAFA - Bir kere dünyada kişi başına üç buçuk ton nükleer patlayıcı düşüyormuş.
FOSKAFA - Yaa, ilk defa herkese eşit dağıtılan bir şey duyuyorum.
TOSKAFA - Acaba benim payıma düşen üç buçuk tonu nasıl kullansam? Satıp para kazanamaz mıyım?
FOSKAFA - Git ya, senin bir guguklu saat kadar beynin var. Herkesin üç buçuk ton patlayıcısı varsa niye daha fazlasını alsınlar?
TOSKAFA - Peki, para kazanmanın başka bir yolunu daha buldum. Rüyalarımın arasına reklam alacağım.
FOSKAFA - Ne?
TOSKAFA - Evet, saniyesi bin dolar!
FOSKAFA - Olur mu, senin rüyalarını yalnız sen görüyorsun. Reklamlar büyük kitlelere ulaşmalı.
TOSKAFA - Olur. Bireysel bankacılık oluyor da bireysel reklamcılık niye olmuyor?
FOSKAFA – Peki, adam nereden bilecek senin rüyanda reklamı görüp görmediğini?
TOSKAFA - O parayı versin, hallederiz. Paranın halledemeyeceği sorun yoktur.
FOSKAFA - Kazın ayağı öyle değil işte.
TOSKAFA - Kazın ayağı nasıl?
FOSKAFA - Perdeli. Bak şuraya çizeyim.
(Konuşarak çıkarlar. Dikkafa, Şıkkafa ve Çokkafa girerler.)
DİKKAFA - (Elindeki kredi kartlarını göstererek) Eskiden banka soyguncuları vardı, şimdi soyguncu bankalar var. Yakaladıkları yerde insana kredi kartı veriyorlar.
ŞIKKAFA - İyi ya işte, bol bol alışveriş yaparız.
ÇOKKAFA - Aptal, amaçları seni borçlandırıp ödeyemez hâle gelince evine, eşyana haciz koymak. Zaten ödemeyince borcunu iki katına çıkarıyorlar.
DİKKAFA – Ayranımız yok içmeye, krediyle gideriz alışverişe.
ÇOKKAFA - Yani banka sana verdiği krediyi kat kat fazlasıyla geri alıyor. Kaşıkla verip sapıyla gözünü oyuyor. Zaten kapitalistin bir tek amacı vardır, o da kârını maksimize etmektir.
ŞIKKAFA - Neden kimse buna dur demiyor öyleyse? Tefecilik yasak değil mi?
ÇOKKAFA - Çünkü tüketiciler çok alışveriş yaparsa piyasa canlanır, ekonominin çarkı döner. Yani bu iş hükümetin de, üreticinin de, satıcının da işine geliyor.
ŞIKKAFA - Demek bu yüzden herkes gırtlağına kadar borçlu.
DİKKAFA - Evet. İnsanların geliri o kadar düşük ki bir türlü piyasayı döndürmeye yetmiyor. Onun için taksitlerle, puanlarla, kampanyalarla, reklamlarla insanları alışverişe özendirmeye çalışıyorlar.
ÇOKKAFA - Artık bütün dünyada insanlar kredi kartlarına borçlanarak ve üzerine faiz ödeyerek karınlarını doyuruyorlar.
ŞIKKAFA - Belki Avrupa Birliğine girersek bütün bunlar düzelir.
DİKKAFA - Bizi almıyorlar işte. Nasıl girelim?
ŞIKKAFA - Yalvarmalıyız. Bence biz yeteri kadar yalvarmadık.
SAHNE II
Süpermarketin içi.
SAZKAFA - Arkadaşlar, işe başlamadan önce size satıcılık mesleğinin inceliklerini öğreteceğim. Ben bu işe otuz yılımı verdim.
AZKAFA – Ben otuz yıl burada çalışamam vallahi!
KAZKAFA – Sen başka hiçbir yerde iş bulamazsın, buna şükret.
SAZKAFA - Satıcılıkta ambalaj ve sergileme yöntemleri çok önemlidir. Nasıl mağara insanları ormandan yiyecek toplarken en parlak renkli kırmızı, sarı meyveleri; yemişleri topluyorduysa bugünün insanları da aynı içgüdüyle alışveriş yaparlar. Raflara malları dizerken pahalı olanları ulaşması kolay yerlere, müşterinin göz hizasına koyacaksınız. Ucuz olanları en alt raflara dizeceksiniz.
AZKAFA – Hepsinin fiyatını yazmak zorunda mıyız? Nasıl olsa alacaklar.
SAZKAFA - Yine mağara devrinden kalma bir içgüdü ile insanlar yiyecek stoku yaparlar. Sürekli bir şeyler toplayıp biriktirirler. Bakın sepetlerini nasıl dolduruyorlar. Sanki kıtlık olacakmış gibi.
KAZKAFA – Bu gidişle kıtlık olur zaten.
SAZKAFA - İnsanlar yeni çıkan ürünleri bilmezler. Aslında neye ihtiyaçları olduğunu da bilmezler. Bunları onlara öğretmek gereklidir. Yeni çıkan her şeyi mutlaka almaları gerektiğine inanmalılar. Sizin işiniz onları birçok şeye ihtiyaçları olduğuna ikna etmektir.
KAZKAFA – Bence onların biraz beyne ihtiyaçları var.
SAZKAFA - Gördüğünüz gibi bu markette bir sürü gereksiz abur cubur var. Bunlar aşırı şekerli, yağlı, tuzlu yiyeceklerdir. Bunların yararı sağlığa zarar vermelerindedir.
AZKAFA - Zaten azıcık kafam vardı, o da kalmadı. Hiçbir şey anlamadım.
SAZKAFA - Bu yiyecekler insanların sağlığını bozar, insanları hasta eder, sonra da bu işten ilaç endüstrisi para kazanır. Ayrıca diyet ürünler piyasaya çıkarılır, oradan da para kazanılır. Yani her endüstri yeni endüstriler yaratır. Bir ilaç çıkarılır, sonra o ilacın yan etkilerini giderecek başka bir ilaç piyasaya sürülür.
(Markete müşteri olarak Çankafa, Mankafa ve Yünkafa girer.)
YÜNKAFA - Reklamlarda gördüm, bu margarini kullanan aileler öyle mutlu, öyle neşeli ki… Hepsinin yüzü gülüyor, gözleri parlıyor. Diyorum ki ben de bundan alsam her şey düzelir mi acaba?
ÇANKAFA - Yahu margarinle mutluluk olur mu?
MANKAFA - Ben acıktım. Şurada bir hamburgerle patates yiyelim.
ÇANKAFA - Burada doğru dürüst bir yemek yok mu? O hamburgerler yağ dolu, patates kızartması da muzır bir şey. En güzeli Akdeniz mutfağı bence. Taze sebzeler, salatalar, zeytinyağlılar.
YÜNKAFA - Bir dakika, önce şu ithal pantolonlara bakalım.
ÇANKAFA - Bunların yerlisi de çok güzel, niye ithal malı alıyorsun?
YÜNKAFA - Biz artık küreselleştik. Artık yerli, yabancı ayrımı yok. Dünya pazarında kendimiz için en uygunu hangisiyse onu alırız.
ÇANKAFA - Ama yerli esnaf, yerli üretici battı. Bu gidişle ulusal ekonomi kalmayacak. Bunları düşünmüyor musun?
MANKAFA - Biz tüketiciyiz. Artık ulusal değil bireysel çıkarlarımızı önde tutacağız.
ÇANKAFA - Yani homoekonomikus olacaksınız. Olun bakalım. Kendi kuyunuzu kazıyorsunuz.
YÜNKAFA - Aaa, gel gel! Şu mobilya mağazasında indirim var. Hem de İtalyan.
(Hep birlikte şarkı söylerler)
DİKKAFA: Yerli malı yurdun malı
Yerli malı kullanmalı
KORO – O dediğin çok eskidendi
Kazanan da ithal edendi
Şimdi artık moda bu dendi
Biz küresel tüketicileriz.
ÇANKAFA – Her şey yabancıların elinde
Bağımsızlık, onur, haysiyet nerede?
KORO - Elektronikler Japonya’dan
Su Fransa’dan, ekmek Almanya’dan
Petrol İran’dan, gaz Rusya’dan
Biz küresel tüketicileriz.
ÇOKKAFA - Bunun sonu nereye varacak
Dünya kurak, susuz bir çöl olacak
KORO - Ne bitki umurumuzda ne hayvan
Bitsin deniz, yansın orman
Amaan, bizden sonra tufan!
Biz küresel tüketicileriz.
Yaşamanın maliyeti kârından fazla
Ama yetinemeyiz bundan azla
Ezilsek de borçla, faizle
Biz küresel tüketicileriz.
* * * * * * * * * * *
Hünkâr Beğenmez oyunumu da beğenmemişti. Artık yazacak bir tek şey kalmıştı: Korku romanı. Vampirler, hayaletler, canavarlar falan. Son bir umutla bunu yazmaya başladım. Çok korkunç, tüyler ürpertici, gerilimli bir roman olacaktı. Bu son denememdi.
Yayıncı bunu da beğenmezse artık yazarlığı bırakacaktım.
Bölüm 19: Korku-Gerilim
Temelli Gölü Canavarı
Bilindiği gibi göl canavarları çok ilgi ve turist çeker, yöre ekonomisini canlandırır. Bunların içinde en ünlüsü olan İskoçya’nın Loch Ness Gölü canavarının sırrı hâlâ çözülememiştir. Bu canavara Nessie adı verilmiş. Çok sayıda bilim adamı, fotoğrafçı, turist onu görebilmek için oraya akın etmiştir.
Bir ara turist çekmek için Van Gölü’nde de bir canavar bulunduğu söylentileri yayıldı, hâlbuki buna hiç gerek yoktu. Van’da zaten dünyanın sayılı harikalarından biri var: Van kedisi. Aklı olan turist, canavarı değil onu görmeye gider. Bembeyaz kürk, bir yeşil göz, bir mavi göz, pembe kulak, pembe burun. Yüz hatları bebeksi yuvarlak, çok biçimli ve düzgündür. Güzellikte bu kedi ile ancak Ankara kedisi boy ölçüşebilir. Kedi sevmeyenlere bu sözlerim anlamsız gelebilir ama şunu unutmasınlar: Kedi sevmeyenler, öldükten sonra dünyaya fare olarak gelirler.
Canavara gelince, Van Gölü’nü bilmiyorum ama bizim evin karşısındaki Temelli Gölü’nde bir tane var. Bu onun öyküsüdür.
Nihayet emekli olmuştum. Artık tüm vaktimi kitap yazmaya ayırabilirdim. Temelli’de gölün kenarındaki evimiz henüz yarı inşaat hâlindeydi. Alt katı bitmiş, üst katı henüz tamamlanmamıştı. Alt kata bir çekyat, bir televizyon koymuştuk. Kedilerimizi, köpeklerimizi buraya yerleştirmiştik. Bazı günler ben, bazı günler eşim gidip hayvanların yemeklerini veriyorduk. O gün sıra bendeydi. Gece de orada kalacaktım. Etraf ıssızdı. Ne bir ışık ne bir insan vardı. Fakat ben köpeklerimin beni koruyacağına inandığım için korkmuyordum. Karabaş, Dino ve yaşlı Kartopu en ufak bir gürültüde görev başına koşuyorlar, bahçenin dört yanında gümbür gümbür havlıyorlardı.
Burası bir yazar için ideal bir yazma ortamıydı. Kendimi yeni yazmakta olduğum korku romanına kaptırmıştım. Hava karardı, gece 9-10 sularında zifiri karanlık oldu. Birden uzaklardan “Gurrk!” diye bir ses duyuldu. Bu daha önce duyduğum hiçbir sese benzemiyordu.
Boğuk, derinlerden gelen bir sesti. Sonra foşur foşur bir su sesi duyuldu. Sanki dev gibi büyük bir yaratık suda yüzüyordu. Köpekler şaşırmıştı. Bütün kediler kulaklarını dikmiş, göl tarafına dikkatle bakıyorlardı. Hiçbiri kıpırdamıyordu.
O sırada cep telefonum çaldı. Lale, “Bizim eve hırsız girdi, altınlarımı çaldı.” dedi.
“E, olacak o kadar.” dedim. “Böyle şeylere alıştık artık.”
“Ankara’da hırsızlık olayları çok artmış. Sadece eşya çalsalar iyi, ev sahibini de öldürüyorlar. Bunlar uyuşturucu kullanıp kafayı buluyorlar, o zaman daha kolay adam öldürüyorlar.”
“Siz ucuz kurtulmuşsunuz öyleyse.”
“Sokaklarda da kadınları bıçaklayıp çantalarını çalıyorlar. Dikkatli ol.”
“Benim cüzdanım çalındı zaten. Kızılay’da metro çarşısında çok kalabalık bir dükkana girmiştim. Çantamın içinden cüzdanı çekip almış, hiç fark etmedim bile. Fakat sonradan intikamımı aldım.”
“Nasıl? Hırsızı yakalattın mı?”
“Hayır, daha kötüsünü yaptım. Evdeki fotokopi makinemde 20 liralık banknotların renkli fotokopisini çektim. Sadece tek tarafını çektim, arkaları beyaz. Beyaz taraflarına ‘Nanik!’ yazdım. Cüzdana doldurdum. Dışarıdan bakınca yeşil yeşil paralar varmış gibi görünüyor. Sonra cüzdanı çantama koyup Kızılay’a indim. Aynı yerde tekrar çaldırdım. Herif paraları çıkarıp ‘Nanik!’ yazısını görünce kim bilir nasıl mosmor olmuştur!”
“Sen işin dalgasındasın ama bu adamlar artık canavara dönmüş, beş lira için insan öldürüyorlar.”
“Yaa, o da bir şey mi? Asıl bizim burada bir göl canavarı var galiba, ben onu araştıracağım.”
Telefonu kapattım. Aklım gölden gelen garip seste kalmıştı. Acaba gerçekten canavar var mıydı? Gözüm televizyona kaydı. Haberlerde hep aynı şeyler vardı: İsrail Filistin’i bombaladı, Amerika Irak’ı bombaladı. Her gün aynı film. “Bu resmen canavarlık!” dedi ekrandaki adam. “Savaşmanın bile bir adabı vardır. Siviller öldürülmez. Bunlar çoluk çocuk, yaşlı hasta demeden vuruyorlar.”
Ünlü CNN muhabiri Christian Amanpour çıkmış, bağıra bağıra kendi programının tanıtımını yapıyordu:
“Batı ile İslam dünyası arasında kültür çatışması var. İki taraf da Allah için savaşıyorsa barış mümkün mü?”
Barış her zaman mümkündür. Bu kadın resmen savaş çığırtkanlığı yapıyor, çatışmayı körüklüyordu. Sonra da savaş muhabiri olarak parsayı toplayacaktı. Medya canavarı kan ve şiddetle doyuyordu.
Sonra sıra her akşam olduğu gibi trafik canavarı haberlerine geldi. Bir kamyon, önündeki üç otomobili devirip on beş kişiyi öldürdükten sonra yolun kenarına yuvarlanmış.
Yan yatmış kırmızı kamyonun arkasında şu yazı okunuyordu: “Boş ver, mühim değil!”
Sıra olağan cinayet haberlerine gelmişti: Hep o alıştığımız türden, aile cinayetleri. Canavar baba, üç çocuğunu ve karısını doğradıktan sonra polise teslim olmuş. Canavar koca, internette sohbet eden eşini bıçaklayıp üzerine kaynar su dökmüş. Kasap ruhlu bir herif de ille kurban keseceğim diye tutturmuş, hayvan kaçamasın diye önce dört ayağını baltayla kesmiş, sonra boğazını kesmiş.
Ve tabii ki enflasyon canavarı. Efendim; memurlar, işçiler, emekliler açlık sınırının altında yaşıyormuş. Dershaneler, özel okullar birer rant canavarına dönüşmüş. Artık verilecek haberleri ezberlemiştim. Her gün aynı haberleri dinlemekten o kadar bıkmıştım ki bari bir film seyredeyim dedim. Şu Hollywood ne güzel filmler yapıyor, bir sürü canavar yaratmışlar: Godzilla, King Kong, dinozorlar...
O film bu film derken saat iki olmuş, uykum gelmişti. Kediler benim yattığımı görünce birer birer gelip yanıma yattılar. Yavru kedi Kayısı da bir süre yerde bir kâğıt parçasını kovaladıktan sonra yastığın üzerine çıkarak patisiyle yüzüme vurdu, yorganı açtırıp koynuma girdi. Köpekler dışarıda hepimize bekçilik yapıyorlardı. Düşündüm de ilk insanlar ateşi bulmadan önce mağaralarında ısınmak için herhâlde hayvanlarla birlikte yatıyorlardı. Böylece doğalgaz parası da ödemiyorlardı. Oh, ekmek elden su gölden! Acıkınca çık, ağaçlardan meyve topla, ye. Üşüyünce mağarana gir, ısın. Kira derdi, geçim sıkıntısı yok. Biz bütün bir ay çalışıp kazandığımız maaşı bir günde borçlara yatırıyoruz.
Fakat ya canavarlar? Dinozorlar, mamutlar, göl canavarları? Bunları düşünerek uykuya dalmıştım ki yine “Gurrk!” diye bir ses duyuldu. Öbür yanıma dönüp uykuma devam edeyim, dedim. Canavarsa canavar, bana ne. Herkes kendi ekosisteminde yaşasın. Fakat gürültüler bitmedi. Foşur foşur, gurrk, foşur foşur, gurrk! Bütün kediler kalkmış, kulaklarını dikmiş, gölün bulunduğu tarafa bakıyorlardı. İçlerinde en cesur olan Bücür ve Karaoğlan pencereye gidip dışarıya baktılar.
Saat gecenin üçüydü. Kalktım, bahçeye çıktım. Karabaş bir şeylerden şüphelenmiş, gençliğinin verdiği bütün güçle göle doğru havlıyordu. Yaşlı Kartopu ise “Korkulacak bir şey yok, biz neler gördük” dercesine sakin sakin oturuyordu. Yavru köpek Dino da oyun oynanıyor zannederek “Hev hev!” diye hoplayıp zıplıyordu.
El fenerini aldım. Gölde canavar var mı yok mu, bunu bir an önce öğrenmeden rahat edemeyecektim. Karabaş’ın zincirini taktım. Birlikte bahçe kapısından çıkıp göle doğru yürümeye başladık.
Korkmuyordum. İnsanlardan o kadar çok kötülük görmüştüm ki hiçbir canavar daha kötüsünü yapamazdı. Canavar, kolumu bacağımı koparabilirdi fakat kalbimi kırmazdı.
Karanlıkta çukurlara gire çıka ilerledik. Karabaş çok gergin ve tedirgindi. Peki, Kartopu neden o kadar rahat görünmüştü? Ben Kartopu’nun tecrübesine daha çok güveniyordum. Büyük olasılıkla gölde canavar falan yoktu.
“Gurrk!” Aniden sudan dev gibi bir yaratık fırladı ve hemen tekrar suya daldı. Feneri tutmayı bile akıl edememiştim. Neydi, nasıldı, karanlıkta hiçbir şey görememiştim. Karabaş heyecanla havlıyordu. Onun havlamasından ürken canavar artık ortaya çıkmayacaktı. Eve döndük.
Tekrar yatağa girmeyi düşündüysem de uykum kaçmıştı. En iyisi romanıma devam etmekti. Bahçe masasına oturdum, kaldığım yerden yazmaya devam ettim. “Keşke yanımda bana yardım edecek biri olsaydı.” diye düşünüyordum. Yazdıklarımı okuyup eleştirecek biri… Hem eksiklerimi tamamlardı hem yanlışlarımı düzeltirdi. Romanımda çok büyük, korkunç bir canavar yaratmıştım. Herkesi yiyordu. Büyük binaları leblebi gibi ağzına atıyordu. Bir adım attığında büyük şehirler sallanıyordu. “Başka neler yazayım?” diye düşünürken birden karşımda iri yarı bir adam belirdi. Ömrü boyunca pide ve kebap yediğini gösteren kocaman bir göbeği, kapkara uzun bıyıkları vardı. Kürdanla dişlerini karıştırıyordu. Öbür elinde de kocaman bir bıçak vardı.
“Buyurun?” dedim her zamanki nezaketimle. Bu adam gecenin üçünde bahçeme izinsiz girmişti ama bunu yüzüne vurmadım. İlke olarak her zaman bir hanımefendi gibi davranmalıydım.
“Ben Temelli canavarıyım.” dedi gevrek gevrek gülerek.
“Oh, oh, ne iyi! Tam aradığım adam. Vallahi Hızır gibi yetiştiniz. Bakın, şu anda ben de bir canavar romanı yazıyorum. Sizden bunu okuyup eleştirmenizi rica edeceğim.” Adama kitabımın bitmiş bölümlerini uzattım. Yüzünde dehşet dolu bir ifadeyle,
“Kitap mı?” dedi. Bir iki adım geriye gitti. Neden korktuğunu anlamamıştım.
“Evet. Korkmayın, o kadar kötü bir yazar değilim. Çok güzel bir roman oldu. Hem çok sürükleyici hem de heyecanlı ve gerilimli. Özetini yapmam gerekirse...”
Adam tekrar “Kitap mı?” diye sordu. Bu kez sesi titriyordu.
“Evet, kitap.” dedim ve birkaç adım yaklaşarak elimdeki metni tekrar uzattım. Adam korkuyla bir bana bir kitaba baktı ve gerisin geri dönerek olanca hızıyla kaçmaya başladı. Koşarken birtakım dualar okuduğunu duydum. İnsan kitaptan korkar mı? İnsan kendisini yok edecek tehlikeli şeylerden korkar. Herhâlde bu, vampirlerin sarımsaktan kaçması gibi bir şeydi. Temelli canavarı bir daha ortalıkta görünmedi. Belki de kitaptan korktuğu için canavar olmuştu.
Ertesi gece yanıma Karabaş’ı almadan gölün kenarına yalnız gittim. Belki de bu büyük bir balık veya kurbağaydı, zıplayınca çok su sıçrattığı için olduğundan büyük görünüyordu. Acaba aç mıydı? Herhâlde yosunla beslenen bir yaratıktı. Evde ona verecek yosuna benzer bir şey bulamamıştım, yalnız konservelerin arasında zeytinyağlı yaprak dolması vardı. Eh, yaprağın tadı yosuna benzer diyerek yanıma almıştım.
Gölün kenarına oturdum, beklemeye başladım. Kocaman bir dolunay vardı. Ortalık sessiz, sakindi. Öyle boş boş otururken elim yerdeki küçük taşlara gitmişti. İnsanlar neden hep suya taş atar, bilmem. Dalgın dalgın göle küçük bir taş attım. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Üçüncü taşı attıktan hemen sonra “Gurrk!” sesi duyuldu, sular kımıldadı ve bir şey yavaş yavaş, ürkek ürkek sudan kafasını çıkardı. Bu yuvarlak, gri renkli bir kafaydı; çok da büyük değildi, bir futbol topu kadardı. Küçücük gözleri bir an bana baktı. Hemen konserveyi açtım, bir yaprak dolması attım. Yaratık suya daldı. Bana öyle geldi ki dolmayı yemiş ve beğenmişti. Yine suya üç tane taş attım. Yuvarlak kafa yine yavaş yavaş suyun üstüne çıktı. Hemen bir yaprak dolması daha attım. Artık anlaşmıştık: Üç taş, bir dolma, üç taş, bir dolma. Her seferinde kıyıya daha yakın bir noktaya atıyor, yaratığı yakından görebilmek için kıyıya çekmeye çalışıyordum.
Sıra sekizinci dolmaya geldiğinde yaratık sığ bölgeye gelmişti ve vücudu suyun altında görülebiliyordu. Bu dev bir kaplumbağaydı. Kabuğunun boyu bir metreden fazlaydı. Son yaprak dolmasını da yedikten sonra başını kaldırdı, yüzüme baktı, “Gurrk!” dedi ve sulara daldı. O bir anlık bakışta hem şaşkınlık hem minnet hem de ürkeklik vardı.
Ertesi gün eşime tosbağadan söz ettim. “O hayvan aç kalmış olmalı.” dedi. Çünkü belediye göldeki bütün yosunları temizlemiş. Hayvana yiyecek bir şey kalmamış.
Olay anlaşılmıştı. Şimdi de kaplumbağa yemi almamız gerekiyordu. O akşam yanımıza bir sürü yiyecek alarak gölün kenarına gittik. Fakat bu kez gölün etrafında bir sürü insan vardı. Çevre köylerden gelmişler. Gölde canavar varmış, onu öldüreceklermiş. Kiminin elinde tüfek, kiminin elinde balık ağları vardı.
“Şu hâlinize bakın, bir orduya yetecek silahınız var. Nedir bu her canlıyı öldürme merakı? Uçan kuşu vurursunuz, kurdu kuzuyu her şeyi öldürürsünüz.”
“Kurt, kuzuları öldürür abla.” dedi bir tanesi. “Bizim orada kurda ‘canavar’ deriz.
Kuzuları, koyunları boğar; karınlarını deşer.”
“Siz de aynı şeyi yapmıyor musunuz? Siz de koyunları kuzuları boğazlayıp parçalayıp yemiyor musunuz?”
Gölde canavar falan olmadığını, sadece büyük bir kaplumbağa olduğunu öğrenen köylüler kös kös gittiler. Daha sonraki günlerde insanlar göle yiyecek atmaya başladı. Tosbağa insanlara biraz alıştı, suyun kenarına daha çok yaklaşmaya başladı. Ama hiçbir zaman tamamen karaya çıkmadı. Nedense insanlardan korkar gibiydi. Sanki insan korkunç bir canavardı. Kaplumbağa aklı işte!
* * * * * * * *
Yayıncı Hünkâr Beğenmez, canavar romanımı da beğenmedi. “Çok klişe.” dedi.
“Bunun gibi binlerce var.” Artık yazacak bir şey kalmamıştı. Üzgün, eve döndüm.
Bölüm 20: Gül Bahçesi
Akşam olmak üzereydi. Küçük kasabanın dar sokaklarında bir kedi yavrusunun haykırışları çınlıyordu: “Miyaa! Miyaa!” Daha üç haftalıktı, fare kadardı. Gözleri yeni açılmış, henüz maviden yeşile dönüşmemişti. Kaybolmuştu, yapayalnız kalmıştı. Bakkalın hemen yanındaki çöplükte tek başına, şaşkınlık ve korku içinde, boşuna annesini çağırıyordu:
“Miyaa, miyaa!”
Çevrede oturan bir sürü takkeli, tespihli, sakallı ve göbekli adam vardı. Belli ki bunlar dinî inançları kuvvetli kişilerdi. Fakat Allah’ın bu yarattığına yardım etmiyorlardı işte. Kaybolan küçük bir çocuk olsa hepsi ilgilenirdi. Bu ise bir hayvandı. Hayvanlar onların kapsama alanının dışındaydı sanki. Hayvanların acılarını, korkularını algılamıyorlardı. Yavru kedinin canhıraş feryatları kulaklarını tırmalıyor, hatta onun ciyaklamasından birbirlerini duyamıyorlardı. Fakat bir parça kuru ekmek ya da süt vermek akıllarına bile gelmiyordu.
Hava karardı, soğudu. Minicik kedi yavrusu sığınacak bir yer aramaktan bile acizdi.
Orada, çöplerin ortasında hiç durmadan, umudunu kesmeden annesini çağırmaya devam etti:
“Miyaa, miyaa!” Emindi, annesi mutlaka gelecekti. Sesi bütün gece sokaklarda yankılandı. Fakat anne kedi kim bilir ne kadar uzaklardaydı, kim bilir hangi hoyrat el onu annesinden ayırıp buralara getirmişti.
Hiç kimse gelmedi. Saatler geçti. Yavru kedi çok acıkmış, çok üşümüş, bağırıp ağlamaktan bitkin düşmüştü. Henüz dişleri olmadığı için çöplükte yiyecek aramak ona göre değildi. O annesinin yumuşak göğsünü, kardeşlerinin kokusunu, sıcaklığını arıyordu. Yavru kedileri anneleri iki saatte bir emzirir, vücudunun sıcaklığı ile ısıtır.
Yavru kedi gece boyunca kâh bağırdı kâh inledi, ağladı. Sabah olup gün ağardığında insanlar bakkala doğru yürümeye başladılar. Esnaf dükkânlarını açtı. Ortalık kalabalıklaştı.
Küçük kedi yavrusu, başka hiçbir şey yapmayı bilmediğinden, ağlamayı sürdürüyordu: “Miyaa, miyaaa!” Kadınlı erkekli pek çok insan bakkala ekmek, süt almaya geldiler, hepsi de çığlıkları duydular. Fakat hiçbirisi çöplükte çırpınmakta olan yavruyla ilgilenmedi.
Daha doğru dürüst yürümeyi bile bilmeyen yavru, minicik patilerinin üstünde sallanıyor, yalpalayarak bir yerlere varmaya çalışıyor fakat çöplükten öteye gidemiyordu. Uzun saatler süren bu korkunç gece boyunca hızla zayıflamıştı. Annesinin her gün özenle yalayıp temizlediği güzelim kürkü kir içinde kalmıştı.
Saat yedi olmuştu. Artık panik içindeydi. Galiba annesi hiç ama hiçbir zaman gelmeyecekti. İçine buz gibi bir dehşet çöküyordu. Yüreği çarpıntılar içinde, soluk soluğa bağırmaya devam etti: “MİYAA! MİYAA!” Ta ki güçlü bir el onu tutup kaldırana kadar… “Tamam, oğlum. Baba geldi.”
*************
Günlerden pazar olmasına rağmen Yılmaz o sabah da erkenden fırlamıştı:
“Ben gidip bakkaldan yumurta alacağım.”
“Yumurta mı? Ama kolesterol...”
“Bıktım artık perhizden. Canım yağda yumurta istiyor.”
“Yağda mı?”
Bunu dehşetle sormuştum fakat Yılmaz o kadar kararlıydı ki vazgeçirmeye çalışmak boşunaydı. Ben,
“Daha çok erken, saat yedi, bakkal açıldı mı acaba?” derken o kapıdan çıkmıştı bile.
Kalkıp çay demledim ve mümkün olduğu kadar sağlıklı bir kahvaltı hazırlamaya çalıştım: kepekli ekmek, az tuzlu zeytin, domates, salatalık. Bir de şekersiz reçel bulmuştum. Sadece doğal meyve şekeri içeriyormuş. “Acaba doğru mu?” diye dikkatle kavanozun üzerini okuyordum ki içeri Yılmaz girdi. Masanın üzerine bir şeyler bıraktı:
Yumurta, gazeteler ve küçücük, fare kadar bir kedi yavrusu: “Miyaa, miyaa!” “Aaa! Bu ne? Hemen mama verelim, hemen!”
Yavru kedinin hâlinden durumu hemen anlamış ve mutfakta tavuklar gibi koşuşturmaya başlamıştım. Zayıftı, kirliydi, perişandı, demek ki annesinden uzun süre ayrı kalmıştı.
“Çöplükte tek başına kalmış, bağırıyordu, aldım, getirdim.” dedi Yılmaz. “Adını Temel koydum.”
Temellili Temel yoğun bakıma alındı, iki saatte bir beslenerek ve uyutularak bir günde toparlandı. Diğer kediler de onu aralarına aldılar, yaladılar, temizlediler, ısıttılar, annesini aratmadılar.
Hayat ne tuhaf! Bir gün önce çöplükte umutsuzca ağlarken nasıl bilebilirdi ki ertesi gün özel mamalarla, vitaminlerle beslenecek? Bir yuvası olacak ve çok sevilecek? Demek ki en kötü durumdan bile en güzeline geçmek mümkündü. Yeter ki bir yardım eli uzansın.
Arkadaşım Rüya’ya durumu anlattım:
“Düşünebiliyor musun,” dedim. “ufacık kedi yavrusu orada bütün gece bağırıp durmuş, adamlar görmüşler, duymuşlar ama hiçbirinin kılı kıpırdamamış. Bu ne acımasızlık?”
“Ama o kediyi o çöplüğe götüren gizli güç, Yılmaz’ı da oraya gönderdi işte.”
“Yok, canım. Yılmaz bakkala yumurta almaya gitti.”
“Sen öyle zannet.”
Temel kısa sürede büyüdü, kocaman gösterişli bir kedi oldu. Onun gibi daha pek çok kedi, köpek kurtardık, evimize aldık. Sessiz, sakin, huzurlu bir yaşantımız vardı. Arada bir gelip huzurumuzu bozan insanlar dışında...
Yine böyle biri bize misafir olmuştu. Ben her zamanki gibi dünyanın ne kadar adaletsiz ve zalim olduğundan yakınıyordum.
“Bu dünya ne yazık ki bir gül bahçesi değil.” dedi. “Böyle kabul edeceksin.”
Doğduğumdan beri herkesten bu sözleri duymaktan bıkmıştım.
“Yaa, öyle mi?” dedim. “Madem öyle, ben de kendi gül bahçemi kendim yaparım.”
Herkes kendi kapısının önünü süpürse bütün mahalle temiz olur, derler. Peki, herkes kendi çevresini bir gül bahçesi yapsa bütün dünya gül bahçesi olmaz mı?
Bahar gelir gelmez bahçeye pembe güller diktik. Sihirli bir güzellikleri vardı. Tozpembe, katmer katmer taç yaprakları üzerinde çiğ taneleri, sabahları güneşin ilk ışıltılarıyla mücevher gibi parlıyor, ışık saçıyordu. Dünyadaki çirkinliklerin ortasında bir gül olabilmek ne güzeldi.
İnsanlar bahçemizde çok sayıda hayvan görünce şaşırıyorlar, bir anlam veremiyorlardı. Hele huysuz komşumuz Bedbin Betkafa, bizi her gördüğünde dırlanmaya başlıyordu:
“Ne kadar çok kedi köpek var burada. Niye topladınız bunları?”
“Keyfimizden toplamadık. Kimisi hastaydı, kimisi yaralıydı, kimisi açlıktan ölmek üzereydi. Hayatlarını kurtardık. Bilseniz başlarına ne kadar kötü şeyler geliyor.”
”Olacak tabii... Hayat tozpembe değil.” dedi aksi adam. “Dünyanın düzeni böyle. Böyle gelmiş, böyle gider.”
“Neden tozpembe değil, biliyor musunuz? “diye patladım. “Sizin gibi bozguncular var da ondan. Hepiniz böyle düşünüp böyle davrandığınız için dünya değişmiyor. Dünyayı beğenmiyorsunuz ama değiştirmek için de bir şey yapmıyorsunuz.”
“Yaa! Sorabilir miyim hanımefendi, siz ne yapıyorsunuz?”
“Ben karşıma muhtaç biri çıktığında yardım ediyorum. Hem ben... Ben kitap yazıp insanları uyandırmaya çalışıyorum.”
“Öyle mi? Hangi kitaplarınız yayınlandı?”
İşte bu soruya cevap veremedim. Yazarlık çalışmalarımın hiçbiri sonuç vermemiş, yayıncı Hünkâr Beğenmez hiçbir kitabımı beğenmemişti. Belki de böylesi okuyucu için daha hayırlıydı. Yazmadığım bir tek bu anılarım kalmıştı, en sonunda bunu yazıp kendisine verdim ve “Ben artık pes ediyorum. Yazar olmaktan da vazgeçtim. İster yayınlayın ister yayınlamayın.” dedim. Yayınlar mı bilmem. Ben şimdi kedilerimle ve köpeklerimle Temelli’de oturuyorum. Gül bahçemde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder