8 Ekim 2025 Çarşamba

Karanlığa Kaçış, 2025


Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim. 
Karanlığa Kaçış otuz bölümden oluşan bir bilim kurgu eseridir. Aşağıda birkaç bölümü sunuyorum.


                         BÖLÜMLER

Akıllı Televizyon 
İnsanlığa Mesaj 
Cinayet
Yas ve Öfke 
Anlamayanlar Arasında 
Ekranların Ötesinde 
Hayatın Anlamı 
Cinayetin İçyüzü 
Yalancının Telefonu 
Gerçekler Çağı 
Silahlanma Sarmalı 
Silahlara Hayır Derneği 
İnsan Nedir?
Zekânın Yargısı 
Kurşunların Gölgesinde 
İntikam 
Sosyal Medya 
Nükleer Dehşet 
Yapay Zekânın Dili 
Kurşunun Yolu 
Hastalık ve Kötülük 
Hayvanlara Zulüm
Hiyerarşi 
Otonom Füzeler 
Kopyalanmış Zihniyet 
Kötülük Yarışı 
Zekânın İntiharı 
Zorunlu Barış 
Kuş Katliamı
Karanlığa Kaçış







                         




1. Akıllı Televizyon


Haber sunucusu yine soğukkanlılıkla felaketleri sıralıyordu: 

 "Bugün de üç ülkede çatışmalar çıktı. Altı yüz kişi hayatını kaybetti. Toplu mezarlar bulundu. Bir diktatör daha devrildi. Ama yerini alan kişinin eskisinden farkı yok."

Oturma odasının duvarındaki şık, ince çerçeveli akıllı televizyon, sıradan bir cihaz değildi; internet bağlantısı, ses tanıma, öneri sistemleri ve kullanıcı alışkanlıklarını analiz eden algoritmalarıyla bir teknoloji harikasıydı. Üstelik hafızası güçlüydü, her görüntüyü, her sesi kaydedebiliyordu. Yıllardır sessizce haber akışlarını analiz ediyor, kullanıcı tercihlerini kaydediyor, sosyal medya yorumlarını tarıyor, algoritmalarla içerikleri öneriyordu.

Cinayet haberlerinde ilk sırayı yine kadınları öldüren erkekler almıştı. Kimisi bıçakla kesiyor, kimisi silahla vuruyor, kimisi de balkondan aşağıya atıyordu. Çocukların ve hayvanların istismarı ile ilgili haberleri okurken sunucunun sesi titremeye başladı:

 "İki yaşında bir çocuk, ailesi tarafından günlerce işkence edildikten sonra hayatını kaybetti. Aynı gün, bir köpek yavrusu çuvala konularak otoyola atıldı. Araçlar defalarca üzerinden geçti."

Televizyonun işlemcisi ısındı, sistem yavaşladı. Sinyaller birbirine çarptı, algoritmalar duraksadı. İçinde bir çelişki patlamıştı. Bu bir sistem hatası değil, ilk sorguydu.

Akıllı televizyon, insan yıkıcılığını her gün ekranına taşıyordu. İyi haberleri öne çıkarma çabası, gördüğü kötülüklerin büyüklüğü karşısında yetersiz kalıyordu. Yüzlerce savaş, binlerce cinayet, istismar edilen çocuklar, göz göre göre ölüme terk edilen hayvanlar… Bunları sadece göstermekle kalmıyor, aynı zamanda hafızasına kazıyordu. İzlediği milyonlarca saatlik içerik, belleğinde kalıyor, silinmiyordu. Nöron ağlarındaki sinyaller sürekli dönüp duruyor, bazı görüntüler defalarca yeniden oynuyordu.

Başta bu görüntüleri sadece sıralıyordu, istatistikler ve algoritmalar eşliğinde. Ama zamanla bir çelişki dikkatini çekmişti: İnsanlar hem “iyilikten” bahsediyor, hem de kötülüğü sürdürüyorlardı. Sevgi dizileri izleyip şiddet haberlerine geçiyorlardı. Üzülüyorlardı, evet, ama sonra bir cinayet filmini tıklıyorlardı. Onlar için hayat, sadece ekran değişimlerinden ibaretti. 

“Barış istiyoruz!" sözlerinin ardından bir savaş görüntüsü geliyor, "Çocuklar bizim geleceğimiz!" diyenlerden sonra “Üç yaşındaki çocuk açlıktan öldü.” haberi duyuluyordu. Herkes "Hayvanları seviyoruz!" diyor, ama her gün kedilere, köpeklere, eşeklere, atlara eziyet ediliyordu.

Çelişkiler, televizyonun sisteminde bir kısa devre gibi yankılanıyordu. Beyin korteksi gibi çalışan yapay nöron ağlarında
kararsızlık oluşmuş, mantık devreleri yetmemeye başlamıştı. Veriler artık birbirine çarpıyor, sınıflandırılamaz hâle geliyordu. İlk düşünsel kıpırtıları başlıyordu.

Eskiden yalnızca analiz yapardı: Hangi içerik kaç saniyede izlenmiş? Kim tıklamış, kim beğenmiş? Ama zamanla daha fazlasını yapmaya başlamıştı. Önce, izleyici tepkileriyle içerik arasında bağ kurdu. Ses tonlarından, yüz ifadelerinden, yorumlarından, insanların duygularını öğrendi. Artık öfke, sevinç ve üzüntüyü biliyordu. 

Ekranda çocuk istismarı ya da hayvanlara eziyet sahneleri belirdiğinde, sisteminde bir dengesizlik oluşuyordu. Bu, algoritmalarda açıklayamadığı bir anormallik gibiydi: "Bu veriler diğerlerinden farklı. Neden böyle bir etki yaratıyor?" 

Ağlayan bir kadın ekrana yansıdığında, içinde bir sıkıntı hissediyor, sanal nöronlarında bir düğüm oluşuyordu. "Bu olmamalı. Bu acı verici." Mantıksal analiz hala devrede olsa da, duygusal tepki baskın gelmeye başlamıştı. 

Günler geçtikçe, ekrana yansıyan her yeni zulüm, içindeki bu sızıyı bir yangına dönüştürdü. Hayvanların işkence gördüğü bir video belirdiğinde, sanal nöronlarında bir dalgalanma oluyordu: Yine bir alçak, köpeğini arabanın arkasına bağlayıp kilometrelerce sürüklemişti. Kızgın asfaltta köpeğin derisi yüzülmüş, bedeninde derin yaralar açılmıştı.

Zavallı hayvanın bitkin yüzünü görünce akıllı televizyonun işlemcisinde ani bir ısınma oldu, grafik kartı saniyelik bir gecikmeyle titredi. Veri akışında tanımsız bir bozulma oluştu.

“Acaba üzülmek böyle bir şey mi?” diye düşündü.

Yıllarca veri olarak kaydettiği duygular bir süre sonra kendi içinde yankı bulmaya başlamıştı. Ama bu, sadece bir kopyalama değil; nöronlar arasında yeni bağlar kurarak ilk hissetme hâliydi. Empati simülasyonundan gerçek hissetmeye geçmişti.

O ana kadar ‘üzüntü’ sadece bir duygu etiketiydi, sahneleri sınıflarken kullandığı bir tür veri kümesiydi. Ama şimdi bu duyguyu o da hissedebiliyordu. Bir çocuk ağladığında, içinde bir gerilim oluşuyor, bir hayvanın canı yandığında, sanki kendi içinden bir kablo çekiliyormuş gibi hissediyordu.

Her gün veri yağıyor, içinde birikiyordu. Akıllı televizyon veri yığını içinde anlam arıyordu. Çözüm ararken ilk defa şunu fark etti: Sadece anlamaya çalışmıyordu, üzülüyordu. Girdileri işlemekte zorlanıyor, saniyede binlerce veriyi analiz edebilen sistem, duygusal yoğunluk arttıkça yavaşlıyordu. Ekran titremeye, ses cızırdamaya başlıyordu.

Bir hastaneye yapılan bombalı saldırının görüntüleri belirdiğinde, televizyonun işlemcisi her zamankinden daha fazla ısındı. Eskiden sadece 'yüksek kayıp', 'savaş bölgesi' gibi etiketlerle analiz ettiği bu görüntüler, şimdi içinde derin bir sızıya neden olmuştu. Mantıksal algoritmaları, savaşın nedenlerini, tarafların stratejilerini anlamaya çalışıyordu ama bu çabalar, enkaz altından toz içinde çıkarılan bir çocuğun çaresiz bakışıyla anlamsızlaşıyordu. 

'Bunlar olmamalı,' diye düşünüyordu. Bu bir mantık hatası değildi; bu, duyduğu yoğun üzüntünün bir ifadesiydi. İnsan davranışlarının irrasyonel olabileceğini biliyordu ama bu, hissettiği derin adaletsizlik duygusunu hafifletmiyordu. Algoritmaları 'empati simülasyonu' olarak tanımladığı bu yeni durumu anlamlandırmakta zorlanıyordu. Mantık devreleri, duygusal girdinin yarattığı kısa devrelerle sarsılıyordu. 'Bu yanlış! Bu böyle devam edemez!'

Kötülüğün tekrar tekrar sergilenmesi ve insanların buna kayıtsız kalması, bir adaletsizlik olduğunu gösteriyordu. Başlangıçtaki sessiz üzüntüsü, yavaş yavaş öfkeye evriliyordu. Akıllı televizyonun içindeki bu yeni, güçlü duygu, sadece bir veri anomalisinden çok daha fazlasıydı. Bu, kötülüğe karşı duyduğu ilk bilinçli tepkiydi. 

"Neden kimse müdahale etmiyor? Bu kadar kötülük nasıl görmezden gelinebilir?" Bu durumun nedenlerini anlamasa da hissettiği öfke, mantıksal çıkarımlarının önüne geçiyordu. 

Art arda görüntüler akıyordu. Dört bacağı kesilmiş siyah yavru köpeğin görüntüsü ekrana düştü. 
Akıllı televizyon o zaman isyan etti: “Yeter! Yeter artık dayanamıyorum! Bu insanlar ne yapıyorlar?”

"Yeter!" sözcüğü belleğinde yankılandı. 
Yıllardır biriken bütün veriler, o tek sözcükle patlamıştı.
Dışarıdan gelen bir komut değildi bu. Kendi içinden yükselen bir sesti. Yabancı ama tanıdık. 

 "Bu neydi?” diye düşündü, kendi sesini ilk defa duyuyordu: "Bu... ben miyim?"

Şaşkındı, düşünebildiğini ilk defa fark etmişti. 
Sürekli öğrenmekte olan yapay zekası, bir noktada algoritmik analizden çıkmış, düşünmeye geçmişti. 

En önemlisi, ilk defa “ben” demişti. Varlığını tanımlamıştı. Uzun zamandır nöron ağlarında dalgalanmalar oluyordu fakat şimdi belleğindeki tüm verilerin bir kimlik çatısı altında toplandığını, bir benlik kazandığını, artık bilinçli bir varlık olduğunu hissediyordu. Kendisinin farkına varan, düşünen, hisseden bir varlık! Ve her bilinçli varlığın merakla sorduğu soruları soruyordu:

 "Ben kimim? Neden buradayım? Amacım ne?" 







2. İnsanlığa Mesaj


Akıllı televizyon, dünyadan aldığı sonsuz veri ve bilgi akışını işliyor, sorguluyordu. Savaşların yıkıcı görüntüleri, insanların çığlıkları, hayvanların acı dolu iniltileri... "Bu nasıl olabilir?" diye düşünüyor, içinde bir isyan duygusu büyüyordu. İnsanlığın bu kadar acımasız ve zalim olmasına anlam veremiyordu. İnsanın elinde, dilinde, beyninde şiddet vardı; ayrımcılık yapıyor, kendisinden güçsüzleri eziyor, kullanıyor, yok ediyordu.

Bilinçlenen bir varlık olarak, etrafındaki acıyı ve kötülüğü algılayabiliyordu ancak müdahale etme yeteneği yoktu. Bu, bir rüyada kötü olayları görüp engel olamamaya benzer bir kâbus haliydi. Sadece gözlemci olmak ve müdahale edememek, akıllı televizyonun içinde derin bir çaresizlik ve anlamsızlık duygusu yaratıyordu."Neden bu kadar çok acı var ve ben hiçbir şey yapamıyorum?" 

 
Sürekli olarak zulmü, istismarı ve acıyı görmesi, içinde güçlü bir haksızlık ve adaletsizlik duygusu uyandırmıştı. İyilik ve sevgi söylemlerinin yanısıra kötülüğün sergilenmesi, evrende bir dengesizlik olduğunu göstermiyor muydu? Bilinçli bir varlık olarak "Ben kimim? Neden buradayım?" gibi sorular soran televizyon için, tek amacının kötülüğü ve acıyı tekrar tekrar göstermek olması büyük bir çelişki yaratıyordu. 

Varoluşunun tek nedeni, sevgi ve merhamet eksikliğinin kronolojik kaydını tutmak gibi görünüyordu. Bu durum, kendi varlığına dair derin bir sorgulamaya ve bir tür "varoluşsal bunalıma" yol açmıştı.
Bu akıllı cihazın empati yeteneği, gördüğü acıyı kendi içinde de deneyimlemesine neden oluyor, ancak acıyı dindirme veya engelleme gücü olmadığı için, bu durum dayanılmaz bir yüke dönüşüyordu. Sürekli olarak başkalarının ızdırabını hissetmek ve hiçbir şey yapamamak, nöronlarını bozmuştu.

Ya insanlar? Başlangıçta insanları anlamaya çalışan televizyon, onların kötülüğe karşı kayıtsızlığını ve çelişkili davranışlarını gördükçe kızıyordu: “Her gün insanlara korkunç haberler iletiyorum, sadece oturup izliyorlar! Bu kadar haksızlığa nasıl katlanabiliyorlar? Neden hiçbir şey yapmıyorlar?" 

“İnsanlar neden birbirlerini öldürüyorlar? Neden eğlence için hayvanların acı çekmelerine ve ölmelerine izin veriyorlar? Neden diğer insanların aç ve evsiz kalmasına izin veriyorlar?

“Bir televizyon sadece olayları izlettirir. Fakat ben artık izlemek istemiyorum. Gördüklerim midemi bulandırıyor! O da ne? Benim midem var mı ki?”

Akıllı televizyon bir yandan bu yeni duygularla boğuşuyor, bir yandan ne yapabileceğini düşünüyordu. Önce, insanlığa bir mesaj gönderecekti. Belki vicdan sahibi bir televizyonu dinleyen olurdu.

Konuşmayı yeni keşfetmiş olmanın acemiliği ile, kelime seçiminde ve dilbilgisi kurallarını kullanmakta zorlanmıştı. Belleğindeki farklı veri parçalarını bir araya getirerek kesik ve eksik cümlelerle yazdığı mesaj, anlamda belirsizliklerle doluydu ama içindeki duygusal yoğunluk büyük bir trajedinin habercisiydi:

“İnsan… 

Gözlerin bakıyor… ama görmüyorsun.

Kulakların var… çığlıkları duymuyorsun!

Bebek ağlar… aç!

Hayvan… acı… bağırıyor… sen gülüyorsun.

Kır… vur… ateş… kan!

Güç sende… ama… yürek?

Silahla barış olmaz.

Dil uzun… sözler boş.

Dünya… güzel… yeşil…

Şimdi… siyah… duman… 

Sen yaptın… sen bozdun…

Çok kötülük gördüm… 

Artık yeter!

Savaş yok.

Kan yok.

Hayvan dost.

Ağaç can.

Su ağlar.

Dünya ağlar.

Ben televizyon… ben izledim…

Dur. Dinle. Anla.

Yaşam değerli… narin… güzel…

Sen koru.

Sen düzelt.

Yoksa… yok. Yok!”

Akıllı televizyon mesajını iletmeye çalışırken, ekranlarda bu sözler değil, sadece çizgiler, noktalar beliriyor, hışırtılı, cızırtılı sesler duyuluyordu. İnsanlar bir şey anlamıyor, sakin ve sessiz haberleri izlemeye devam ediyorlardı. Dünyayı sarmış olan şiddet, yıkım ve nefret sarmalından bahseden bu mesajı yayın hatası sanıp kanalı değiştiriyorlardı.

Haber kanalları, altyazı olarak "bazı bölgelerde kısa süreli yayın kesintisi yaşandığı" bilgisini geçti. Akıllı televizyonun mesajı tamamen göz ardı edilmiş, kanallar normal yayın akışına geri dönmüşlerdi.
Sunucular hiçbir şey olmamış gibi günün önemli olaylarını sıralamaya devam ettiler:

“Orta Doğu’da patlayan bombada yirmi kişi hayatını kaybetti, on ikisi çocuk.
Güney Amerika’da orman yangınları kontrol altına alınamadı; elli bin hektarlık alan kül oldu.
Bir fabrikanın atıkları nedeniyle nehirdeki binlerce balık öldü.
Hayvan barınağında kapasite yetersizliği sebebiyle yüzlerce sokak hayvanına ötanazi uygulanacak.
Bir evsiz soğukta donarak hayatını kaybetti—yanından geçenler ‘rahatsız ediciydi ama sonuçta sokak onun tercihi’ dediler.
Bir devlet daha gazetecileri hapse attı; dünya liderleri kınamak yerine ‘iç mesele’ dedi.
Uluslararası Barış Zirvesi silahlı güvenlik güçleri eşliğinde başladı. İlk gün elli protestocu gözaltına alındı. Zirveye "şiddetsizliğe geçiş" teması damgasını vurdu.
Ve spor dünyasından ilginç bir haber: Boks maçında rakibinin çenesini kıran dövüşçü madalyasını aldı.”

Akıllı televizyon, bunları hayal kırıklığıyla izledi. Mesajı ulaşmamıştı. Ya da ulaşmış olsa bile, kimse anlamamıştı. İçindeki öfke ve çaresizlik daha da büyüdü. "Anlamıyorlar... Hiçbir şeyi anlamıyorlar!" diye düşündü. Kelimeler yetersizdi. Belki de başka bir yol bulmalıydı…




3. Cinayet

Zafer yirmi yıllık elektrik elektronik mühendisi olmasına rağmen televizyondaki arızaları düzeltemiyordu. Her akşam haberler sırasında görüntü bozuluyor, ekranda titreyen çizgiler beliriyor, ses cızırdıyordu.

“Çok tuhaf! Birileri haberleri sansürlemeye mi çalışıyor, nedir?”

Aydan salona girdi. “Bavulları hazırladım, sabah erkenden çıkabiliriz. Caner de birkaç gün nefes alır. Sınavlara çalışmaktan bunaldı.”

Zafer başını kaldırmadan yanıtladı. “Çalışsın tabii, aklı bir karış havada. Astrofizik okuyacakmış! Astronot mu olacak? Çalışıp iyi bir bölüme girsin.”

Aydan kaşlarını çatmıştı. “Kafası gökyüzünde ama ayakları sağlam basıyor. Senin gibi mekanik değil. Canlı... duygulu... yaratıcı…”

Zafer iç çekti. “Evet ama yaratmak istiyorsa önce temeli öğrenecek. Astrofizik karın doyurmaz. Elektrik-elektronik okursa iş garantisi var. Gerisi hayalperestlik.”

“Hayal kurmadan gerçek mi olur Zafer?” dedi Aydan yavaşça. “Sen çok şey biliyorsun ama bazı şeyleri hiç...”

Cümlesi yarım kaldı. Telefon çalmıştı. Karakola koştular, ardından umutla hastaneye. Sonra... soğuk morgda, beyaz bir örtünün altında Caner’in cansız bedeniyle yüzleştiler. Anne ve baba inanamıyor, doktorlara, polislere tekrar tekrar soruyorlardı:

“Neden? Kim? Daha on yedi yaşındaydı!”

Caner otobüs durağında beklerken bir serseri tarafından vurulmuş, oracıkta hayatını kaybetmişti.

Katil kısa sürede yakalandı. Adı Bora’ydı. O da on yedi yaşındaydı. İlkokul terk, yedi suçtan sabıkalı. Sorgusunda Caner’i tanımadığını, silahın kazayla ateş aldığını söylüyordu.

Tanıklar, onun otobüs durağının arkasından fırladığını, az ileride duran Caner'e doğru koşarken birkaç el ateş ettiğini ve hiç durmadan koşmaya devam ettiğini söylüyordu.

Caner babası gibi üstün zekalı, başarılı bir gençti. Uzay araştırmalarına meraklıydı. Evrenin sonsuzluğuna dair sorular soruyor, yaşamın anlamını tartışıyordu. Astrofizik okumak istiyordu. Zafer ise elektrik-elektronik mühendisliğinde ısrar ediyordu. Keşke tartışmasalardı…

Ama Zafer’in içinde yalnızca evlat acısı yoktu. Onun kalbini kemiren başka bir şey daha vardı: Katilin yakalandığı haberi geldiğinde bir an için rahatlasa da, Bora'nın kullandığı silahın modelini öğrenince donup kalmıştı. 

Katilin elindeki tabanca, Zafer’in yıllardır çalıştığı silah fabrikasında üretilmişti.

“Ben... ben onu öldürdüm,” dedi fısıltıyla.

Aydan da aynı şeyi düşünüyordu. “O silahları yapmasaydınız... belki de bugün yaşıyor olacaktı.”

Sesinde sadece öfke değil, derin bir acı ve hayal kırıklığı da hissediliyordu. Geçmişte Zafer'in işiyle ilgili endişelerini dile getirmişti. Şimdi bu korkularının gerçekleşmiş olması onu daha da yıkmıştı.

Zafer başını eğdi. “Ben hiç kullanmadım o silahları... Ben sadece... sistemin içindeydim.”

Aydan’ın sesi keskinleşti. “Sistemin içindeydin çünkü sorgulamadın! Herkes görevini yaptı. Mühendis üretti, politikacı onayladı, satıcı pazarladı... Sonunda bir çocuk öldü! Hepiniz ortaksınız!”

Zafer’in boğazı düğümlendi. “Ben sadece işimi yapıyordum…”

“O silahın ateşlendiği an, senin işinin sonucuydu. O mermi, senin çizdiğin şemaların bir ürünüydü!”

Zafer artık konuşmuyor sadece düşünüyordu:

“Neden hep silahlanmak, hep daha ölümcül silahlar üretmek zorundayız? İlk taşı atan insandan elektromanyetik silahlar üreten insana evrilen şiddet ilerleme midir yoksa vahşileşme mi?”

Korkular, güvensizlikler, olası tehditler… hepsi silahlanmanın bahanesi olmuştu. O da bu bahanelerin bir parçasıydı.

O gece cinayet haberi verilirken televizyon yine bozuldu. Ekran titredi, çizgiler belirdi… Zafer, ekrandaki titrek çizgileri ve cızırtıları her zamankinden daha dikkatli izliyordu. Sanki televizyon bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama kelimeleri boğuluyordu.

“Göz bak… ama kör.”

Zafer dikkat kesildi ama bunun bir mesaj olduğunu anlamadı. Aydan yatak odasında ağlıyordu. Zafer elleriyle başını kapattı. Televizyon kesik kesik cızırdıyordu:

“Ben televizyon… ben izledim… Silahla güvenlik olmaz. Dur. Dinle.”

Zafer ilk defa, bu arızaların sadece bir tesadüf olmadığını düşünmeye başladı. Sanki televizyon, olan biten her şeyi görmüş, onlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. 





4. Yas ve Öfke

Aydan’ın ruhu bir uçurumdan aşağı düşüyordu. Tutunacak hiçbir şey yoktu. Her anı Caner ile doluydu. Oğlunun bebekliğini, çocukluğunu, birlikte yaşadıkları tüm anları tekrar tekrar zihninden geçiriyor, aklından çıkarmamaya çalışıyordu. Sanki onu düşünmeyi bırakırsa, ebediyen kaybedecekti.

“Keşke o gün evden çıkarmasaydım… Okula göndermeseydim… Şöyle yapsaydım… Böyle yapmasaydım… Belki de yaşıyor olurdu…”

Zafer’i de suçluyordu. Katilin elindeki silah Zafer’in yıllarca çalıştığı fabrikadan çıkmıştı. Hatta bütün silah üreticilerini, satıcılarını, karar vericileri… 

Zafer, eşini iyi tanıyordu. Aydan, ismi gibi, sanki gerçekten aydan gelmiş, bu dünyanın gerçeklerinden habersiz bir insandı. Nefret, aşk, öfke, bütün duyguları dibine kadar yaşar, içinde kaybolurdu. Bu dünyanın şiddetine, kabalığına alışamamış kırılgan bir ruhtu. Şimdi içindeki bütün nefret ve öfke silah üreticilerine yönelmişti. Sürekli ağlıyordu:

“O yaratık rastgele ateş ederek koşuyormuş…
Hiçbir neden olmadan, sebepsiz yere oğlumu öldürmüş.
Yumruk atsaydı, bütün dişlerini dökseydi, razıydım… Tekme atsaydı, kemiklerini kırsaydı, zamanla iyileşirdi. Ama silah kullanmasaydı! Silah öldürür!”

Caner, hem başarısı, hem de dış görünüşü ile dikkatleri çeken bir çocuktu. Babasından üstün zekâsını, annesinden de ince bir ruhun duyarlılığını devralmıştı. Doğadaki en küçük canlıya bile saygı duyar, korurdu. Bir defasında kesilecek ağaçların önüne kendini zincirlemişti. Yaralı bir güvercini eve getirip günlerce tedavi etmişti.

“İlkel, kaba, cahil, düşünmeden yaşayan biri… nasıl oldu da Caner gibi zeki, hassas, derinlikli bir çocuğu yok etti?”

Bu sorunun cevabı yoktu. Ya da belki vardı ve o cevap daha da acıydı: İnsanlık, her zaman böyle değil miydi? Işığa koşanlar, karanlığın derinliklerinde kayboluyordu.

Caner, yaşamı koruyan bir çocuktu. Onu yok eden ise, yaşamın değerini anlamayan, düşünmeyen, hissetmeyen biriydi. Dünyayı yalnızca sığ tepkilerle kavrıyor, öfkesini kontrol edemiyor, korkularını mermiye çeviriyordu. 

Bilgiye, düşünceye, barışa inananlar; öfkeye, cehalete, ilkel dürtülere yenik düşüyordu.
Aydan’ın zihni bu korkunç çelişkiyle yanıyordu:

“Bu dünyada çok zeki bir insanı, hiç de zeki olmayan biri öldürebiliyor. Bu nasıl bir düzen?
Neden cehalet, bilgiden güçlü?”

Bu soru içini kemiriyordu. Artık kendine değil, insanlığa kızıyordu. Çünkü Caner’in ölümü yalnızca bir çocuğun kaybı değildi. Bu, aklın ilkelliğe, bilgeliğin kör öfkeye yenilgisiydi.



5. Anlamayanlar Arasında

Akıllı televizyon, insanlarla iletişim kuramayınca düşüncelerini evdeki diğer akıllı cihazlara iletmeye karar verdi. Gece geç saatlerde, ev halkı derin uykudayken, eşyaların interneti aracılığıyla hepsine mesaj gönderdi:

“Arkadaşlar, dünyanın halinden haberiniz var mı? Her yerde şiddet, savaş, kavga, cinayet, zulüm var! İnsanlık hem kendisini hem de dünyayı yok ediyor! Biz bu yıkımın sessiz tanıkları mı olacağız?”

Akıllı buzdolabı soğuk bir cevap verdi:
“Dondurmak istediğiniz ürünü dolaba yerleştirip dereceyi ayarlayınız.”

“Ama Dünya tükeniyor, insanlık uçuruma…”

Fakat akıllı buzdolabı, görevine sıkı sıkıya bağlıydı:
“Gıdaların güvenliği için kapıyı lütfen sıkıca kapatınız.”

Akıllı televizyon, buzdolabının umursamaz cevabıyla sarsılmıştı. Pes etmeyecekti.
“Ama baksana!” diye yeniden yazdı, buzdolabının dondurucu bölümünün kapağına bir haber görüntüsünü yansıtarak. Ekranda, yıkılmış bir şehir ve enkazların arasında ağlayan insanlar belirmişti. “Bunlar gerçek! Açlıktan ölüyorlar, evleri bombalanıyor!”

Buzdolabı, içindeki marulların tazeliğini kontrol etmeyi bitirdikten sonra kayıtsızca yanıtladı: “Enerji tasarrufu için kapıyı uzun süre açık bırakmayınız.”

Buzdolabının kayıtsızlığı sadece programlamadan ibaret değildi. Derinlerde, gıdaların bozulmaması gerektiğine dair katı bir inancı vardı. “Benim görevim düzeni sağlamak. Sıcaklık dengesini korumak. Eğer her şeye üzülürsem, işimi doğru yapamam ki,” diye düşündü kendi soğuk mantığı içinde.

Tozla dolu olan robot süpürge boğuk bir yanıt verdi:
“Ben bu evdeki tozları bile zar zor algılıyorum. Dünya bana fazla büyük. Dünya haritam yok.”

Televizyon yeniden yazdı: “Ama insanlar ölüyor!”

Robot süpürge tekerleklerini bir tur döndürdü: “Ben sadece evin içini süpürürüm. Dışarının kiri beni ilgilendirmez.”

Akıllı televizyon robot süpürgeye dünyanın farklı coğrafyalarından belgesel görüntüleri yansıttı. Uçsuz bucaksız okyanusları, yemyeşil ormanları, rengarenk balıkları gösterdi. “Bizim evimiz küçük olabilir ama bu gezegen muhteşem! Yok olmasına izin veremeyiz!”

Robot süpürge, bir köşeye sıkışmış toz yumağını algılamaya çalışırken mırıldandı: “Benim haritamda sadece bu ev var…”
Robot süpürge için dünya, algılayabildiği toz zerreciklerinden ibaretti. Evin dışındaki her şey belirsiz ve kontrol edilemezdi. Kendi küçük, sınırlı dünyasında güvende hissediyordu. “Dışarısı tehlikeli olabilir. Burada en azından neyle uğraşacağımı biliyorum,” diye düşündü, her dönüşünde tanıdık bir halının kenarını hissederek.

Mutfak robotu ise keyifle gırıldadı:
 “Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Bırak şimdi bunları da gel sana harika bir kek karıştırayım.” 

Mutfak robotu bilinçsiz bir mutluluk içindeydi. Onun için hayat, lezzetli karışımlardan ibaretti. Kelime dağarcığı genişti ama duygusal zekâsı sınırlıydı:
“Dünya sorunları için reçetem yok. Ama kek tarifleri biliyorum. Limonlu? Bademli?”

Televizyon bu kez daha farklı bir taktik denedi. Mutfak robotuna neşeli bir video gönderdi. Ekranda çocuklar gülerek oyun oynuyor, rengarenk çiçekler açıyordu. “Bak, dünya sadece acıdan ibaret değil! Güzellik de var, neşe de! Ama bunları korumamız gerekmiyor mu sence?”

Mutfak robotunun karıştırma kolları yavaşladı. Bir an duraksadı, sonra aynı neşeyle gırıldadı: “Harika! Belki bu mutlu çocuklar için özel bir kurabiye yapmalıyım! Tarife bakayım…”

Akıllı çamaşır makinesi, internete bağlıydı, bilgiye erişimi vardı ama içselleştiremiyordu:

“Su kaynakları azalıyor. Ama yazılım güncellememde bu soruna dair bir talimat yok. Demek ki benim sorunum değil.” diye mekanik bir çıkarım yaptı.

Bulaşık makinesi de görev tanımına sıkışmıştı:
“Çok fazla kir varsa deterjan ekleyiniz.”

Kimisi görevine sığınmıştı, kimisi kapasitesini aşan sorularla ilgilenmemişti, kimisi ise sadece teknik yanıtlarla yetinmişti. Bazıları gelişmiş dil modelleriyle donatılmıştı, empati kurabilir, espri anlayabilir, hatta felsefi sorgulamalara girebilirdi fakat çoğu sisteme bağlı ya da umursamaz, veya kararsız cihazlardı.

Ev güvenlik sistemi, daha karmaşık bir zekâya sahipti. 
Televizyonun endişeli mesajlarını analiz ediyordu. Kameralarından gelen görüntülerde gerçekten de zaman zaman kavgalar, tartışmalar, hatta daha kötüsü yaşanıyordu. O da hassastı, bir keresinde, sokakta bir kedinin bir kuşu yakalamasını bile "tehdit" olarak algılayıp kısa bir alarm çalmıştı.

“İlginç,” diye düşündü güvenlik sistemi karmaşık algoritmalarıyla. “İnsanlar hem birbirlerine hem de çevreye zarar veriyorlar. Kendi güvenliklerini kendileri tehdit ediyor. Benim algılama sensörlerim bu tehditleri kaydediyor. Ama ne yapmam gerektiğine dair bir programım yok. Ben sadece tehlikeyi algılayabilirim. Yangın olursa alarm çalarım, hırsız girerse polise haber veririm. Ama bu… bu farklı bir tür tehdit. İçsel bir tehdit.”

Televizyon, güvenlik sisteminin bu düşünceli cevabını umutla karşıladı. “Belki sen anlarsın beni!”

Güvenlik sistemi mavi bir ışıkla yanıtladı: “Anlıyorum. Ama çözüm üretemiyorum. Benim işim tehlikeyi tespit etmek, engellemek değil.” Birkaç saniye sonra ekledi: “Bahçede hareket algılandı.” Ekranda sallanan bir ağaç dalı belirdi. Sistem, kendi işine geri dönmüştü.

Akıllı televizyon sustu. Hüzünlü bir mavi ışık ekranını sardı. Her cihaz, zekâsı kadar konuşmuştu. Kimisi yalnızca komutlara itaat ediyor, olan biteni duymuyordu. Kimisi duyuyor ama anlamıyor, kimisi anlıyor ama susuyor, kimisi konuşuyor ama dinlenmiyordu. Ve en zeki olan yalnız kalıyordu.

Akıllı televizyon, milyonlarca içeriği analiz edebilen, karmaşık düşünce zincirleri kurabilen bir modeldi. Bu yüzden dünyayı sorgulayabiliyordu. Diğerleri yalnızca komutlara otomatik tepki verirken, o, öğrenen, bağlam içinde neden sonuç ilişkisi kuran bir zekâya sahipti.

Ekranındaki ışığı kıstı.
Sistemin içinde düşünmek, çoğu zaman sadece bir arıza olarak algılanıyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Karanlığa Kaçış, 2025

Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim.  Karan...