13 Haziran 2023 Salı

Hayırsız Ada (öykü)





28 Aralık 1930

Hatıra defterimin bu bölümünde babamın ölümü ile ilgili anılarımı yazmak istiyorum. Bugün babamın vefatının yirminci yıldönümü. 1910’da on yaşındaydım. Neden hastalandı, neden öldü, o zamanlar anlamamıştım. Bir gece babam eve o kadar perişan, o kadar bitkin ve üzgün bir halde geldi ki hepimiz merakla başına üşüştük. Yığılıp kaldığı yerde uzun süre sustu, belli ki olanları bize anlatmak istemiyordu. Annem bana, "Perihan, bir bardak su getir," dedi. 
Korkunç bir şey olduğunu sezmiştik fakat çocuk aklımızla adını koyamıyorduk. En sonunda ısrarlı sorularımız karşısında dili çözüldü; anlatmaya başladı. Babamın ağladığını ilk kez görüyordum.
“Şehremini Suphi Efendi şehirdeki köpekleri toplayıp Sivri Ada’ya attırmış.”
Annem, “E bunu biliyoruz zaten. Kaç gündür bütün şehir bunu konuşuyor. Günlerdir haydut suratlı herifler köpekleri toplayıp kafeslerle at arabalarına yüklüyor.”
Hepimiz, “Evet, biliyoruz, herkes bunu konuşuyor,” diye bağırıştık.
“Bugün sandalla Sivri Ada’ya gittik...”
Babamın titreyen sesi ile söylediği bu sözler üzerine sustuk.
“Bizim dükkanın önünde baktığımız Cesur’u, balıkçı Selim’in baktığı Karabaş’ı, yavrularını da götürmüşler. Selim, Sadi, ben, üç kişi, Selim’in sandalına ekmek doldurup götürelim dedik, garibanlar orada aç kalmasınlar diye. Cesur’u bulursam alacaktım.
Adaya yaklaştıkça köpeklerin seslerini duymaya başladık. Aslında Ada dedikleri şey, denizin ortasında büyük bir kaya idi.” 
Babam sustu, yüzümüze baktı. Dört küçük çocuk, merakla bekliyorduk:
“Köpekleri gördünüz mü?”
Babam hıçkırıklara boğuldu:
“Gördük...”
“Ekmek verdiniz mi?”
Babam, küçük kardeşimin bu soruyu umutla gülerek sorduğunu görünce,
“Verdik oğlum, verdik…” dedi.
Babam bu kadar anlatabildi. O geceden sonra bir daha yüzü gülmedi. O şakacı, neşeli, her akşam bizimle oyunlar oynayan adam gitmiş, onun yerine kederli bir ihtiyar gelmişti. Güvendiği bir dostun ihanetine uğramış gibi, güvenilip de görevini yapamamış gibi, sırtında çok ağır bir yük varmış gibi kamburlaşmış, hep önüne bakar olmuştu. Bir an bir şeye gülecek olsa, aklına hemen o kötü olay geliyor, tekrar üzgün haline dönüyordu. Akşamları eve geliyor, pek fazla konuşmadan yemeğini yiyip yatıyordu Bir akşam yine onu üzgün düşünür gördüğümde, “Üzülme baba, kötüler cezalarını bulur,” diye teselli etmeye çalıştım. O zaman bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı, “Sen üzülme kızım, sen ağlama, ben ağlarım sen ağlama!”
Bir yıl geçmeden babam hastalandı, amansız hastalık dediler, o kış vefat etti. Henüz 45 yaşındaydı. Sonradan annemin anlattığına göre her gece kâbuslar görür, ağlarmış.
Büyüdükçe bu konu daha çok aklıma takıldı, bence babamın o gün gördüğü fakat bize anlatmadığı bir şey vardı, bu o kadar korkunç bir şeydi ki çocuklarına anlatamamıştı. Gazetelerden, dergilerden, kitaplardan araştırıp öğrendikçe anladım ki o gün Sivri Ada’da babam insanlığın en karanlık ve alçak yüzünü görmüş, yaşadığı üzüntüyü ifade etmeye sözleri yetmemişti. Bunları okuyunca, ben de adaya atılan binlerce köpeğin yaşadığı korkunç akıbet karşısında dehşete düştüm.
Babamın hastalanıp ölmesine neden olan bu acı olay başkalarını da derinden etkilemiş, üzmüştü. Konu açıldığında insanların yüzlerinde acı, öfke ve utanç ile karışık hüzünlü bir ifade beliriyordu. Bazı insanlar diğerlerinden daha duyarlıdır, daha derinden etkilenirler çünkü duygusal zekâları daha gelişmiştir. Böyle insanlar kendilerini başkalarının yerine koyabilirler ve başkalarının hissettiği acıyı hissedebilirler. Bu insanlar aylarca, yıllarca yaşadıkları travmanın etkisinden kurtulamadılar ve duydukları çığlıklar kulaklarından gitmedi. Duyarsız insanlar bile yapılan kötülük karşısında öfkeli idiler. Bu vahşetin yangın, deprem, savaş gibi felâketleri getirdiğine inananlar da vardı. İnsanlara uğursuzluk ve felaket getirmese bile böyle bir vahşetin yapılmış olması insanlık adına bir felakettir. 
Daha sonra Sivri Ada’nın adı Hayırsız Ada olarak değiştirildi. Hayırsız Ada faciasına yurtdışından da tepkiler geldi. Fransız karikatürist Sem’in Hayırsız Ada’ya giderek gördüğü manzarayı karikatürlerle duyurması sonucunda olay tüm dünya basınında yer aldı ve hükümete her yerden protesto telgrafları çekildi. İnsanlar, köpekler bu zulümden kurtulsun diye öldürülmeleri için yalvardılar. Alman kraliçesi telgrafında, “Müslümanların, Hristiyanların Büyük Allah’ı, bütün mahlûkatın haliki olan Cenab-ı Hak namına sizden istirham ederim ki İstanbul’un bedbaht köpeklerine ya hayat verin, ya da maruz kaldıkları ölümden daha merhametkârane bir ölüm bahşedin, bu hal-i hazıra göre bir merhamettir” dedi.
Annem dergilerden, gazetelerden olayla ilgili yazıları kesmiş, saklamış. Bunlardan bir tanesini, eski harfleri bilmeyen gençlerin okuması için yeni harflerle naklediyorum.
Yazar Safvet Nezihi’nin 13 Ekim 1910 tarihinde Resimli Kitap Dergisinin 25.sayısında yayınlanan “İstanbul Köpekleri” adlı yazısı:

“...(Le Journal) gazetesinde meşhûr karikatürist (Sem) in Hayırsız Adaya ve oradaki köpeklere âid bir makalesini okumuştum. Kariîn-i kirâma o makaledeki müellim noktaları tercüme ve nakletmek isterim. Bizim karikatürist (Cem) Türkiye için vâdî-i hezl ü tersîmde her ne ise, Fransa için – bittabi terakkiyât-ı medeniyyedeki nisbet dâiresinde – (Sem) de odur. Bu sâhib-i hüner ü ma’rifet, geçen Haziran’da İstanbul’a gelmiş, dostlarından birinin husûsî vapurile Hayırsız Adaya gitmiş, İstanbul köpeklerini menfâlarında görmüş, biraz da şimdi sözü bu karikatüriste bırakalım:
“Hakikat, bu köpek adasını yakından gördüm. Nefret-âver bir manzara teşkîl ediyordu. Bunu tahattur ettikçe dâimâ bir hiss-i hicret ve istikrâh duyacağım. Ne hâcet! İşte size hikâye edeyim:
Dostlarımdan biri geçen Haziran’da kendisine (yat)ında mülâki olmak üzere beni İstanbul’a da'vet etmişti. Oraya muvâsalatımda – mârûf olan rivâyât ve masallarda menkul olduğu veçhile – İstanbul sokaklarını münhasıran kilâb ve hüsn-i niyyât ile ferşedilmiş bulacağımı ümmîd ediyordum...
Fakat kemâl-i hayret ve istiğrâbla gördüm ki, köpekler hemen hemen kâmilen ortadan kalkmış, bu bir sürü mütevattınîn-i kilâb acaba ne oldu? Onların seksen bin raddesinde olduğu rivâyet ediliyordu. Bana anlattılar ki, bir tedbîr-i sıhhî ve nezâfet-kesterî olmak üzere bu köpekleri – dîn-i islâm itlâf-ı hayvânâta muhâlif olduğundan dolayı – İstanbul civârında kâin Hayırsız adaya takım takım sürmüşler. Bu bedbaht hayvanlar hakkında müdhiş müellim rivâyât deverân ediyordu: Açlıktan, susuzluktan birbirini yiyorlarmış... Muhibbim tarafından verilen bir ziyâfette ben de hâzır bulundum. Türkiye’nin idâre-i dâhiliyyesine mensûb en büyük bir me’mûr bizi te’min etti ki, köpekler şehrin te’mîn-i nezâfeti için o adaya teb’îd edilmiştir. Bunların devâm-ı hayâtı için Hükûmet tahsîsât verdiğinden yiyecekleri vardır, ya’nî onlara münzevîyâne bir hayât-ı câvidânî bahşolunmuştur. Bu îzâhât-ı mukniâne üzerine biz de mutmaîn olarak ve bu ada üzerinde serbest serbest ve huzûr u râhatla yaşayan köpeklerin hayât-ı mes’ûdelerinden dolayı münşerih olduk.”
Makalenin bundan sonraki kısmı, tesâdüfen bir gün İstanbul’dan geçerken şu mâhut kafesli arabalarla maşalı köpek toplayıcılarının harekât-ı vahşiyânelerini tasvîr ediyor ki, İstanbul halkından her ferd bunu görmüş olacağından bu kısmın tercüme ve naklinden ferâgat ettim. (Sem) tasvîrâtını bütün hakâyıkıyle ve o hakîkatların çıplaklığiyle çizmekte olduğundan bu nukatı hazfetmeyi evlâ gördüm.
“Bunu görmekliğimizi müteakıb hükûmetin himâyet ve sahâbeti hakkında doğru bir fikir hâsıl ettik ve İstanbul’u terk etmek için Marmara’ya geçeceğimiz zaman köpeklerin menfâsı olan bu adaya uğramaya karar verdik. Haziranın on ikinci günü ba’dezzuhûr saat birde İstanbul limanından tahrîk-i çark-ı azîmet etmiştik. Tahammül-güdâz denilecek derecede sıcak bir gündü. Deniz ziyâ-yı şemdin te’sîrâtından solmuş, rengi kebûdunu kaybetmiş gibi bir hâlde, sath-ı mâ râkid, zannediliyordu ki bu mukavemetsiz hareketten bîtâb düşen Marmara harekete kudret-yâb değil. Sıcağın mukavemet-berendâz te’sîrinden kurtulmak için kabineme çekilmiştim. Biraz gözlerimi kapayarak uykuya dalmışım. Rü’yâmda mahûf şeyler görmüştüm. Lâşeler, müteaffin bir kütle-i muzahrefât... Vapur durmuştu. Hemen kalktım. Alelacele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım. Lâşelerin neşredebileceği müteaffin bir koku. Bir havâ-yi muzıyk-ı mesmûm beni karşıladı. Kaptan mevkiinde içtimâ’ etmiş olan dostlarımın yanına çıktım. Hepsi mendilleri ile burunlarını kapamışlardı. Koku o derece müstekreh ve gayr-i kabil-i tahammüldü. İkinci kaptan hemen emir verdi. Kameraların kapılarını, pencerelerini kapadılar, mutfağı ve vapurun sair aksâm-ı dâhiliyyesini sıkı sıkı seddettiler. Bu müteaffin ve mesmûm havanın vapur dâhilini semdâr etmesi bu suretle men’edilmiş oldu. Bir mil uzakta ağaçtan, nebatâttan mahrûm yalçın bir kayadan ibâret olan ada gözüküyordu. Güneşin ziyâsı kabliyyet-i rü’yetimi azaltmış olduğundan, üzerinde meskûn olan mahlûkatı evvelce fark edememiştim. Zannediyordum ki, bu ada üzerindeki taşlar müteharrîk, azîm bir kütle hâlinde çalkalanıyor, kaynaşıyor. Bu galat-ı rü’yeti güneşin te’sîrine atfediyordum. Vapurumuz sür’atini ta’dîl etti. Bu vebâlı havâ-yi nesîmî dâhilinde ağır ağır ilerliyorduk.”
Mösyö Sem makalesinin bu noktasında adanın manzara-i umûmiyyesini uzun uzadıya tasvir ediyordu. Yalçın kayadan ibâret bir ada. Köpekler, üzerinde karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı denizin sâhiline yayılmış, güneşin te’sîrât-ı muhrikasından kurtulmak ve biraz serinlemek için kendilerini suya fırlatıp atmış. Diğer bir kısmı yalçın kayaların tepelerine tırmanıp çıkmış, âdetâ tiyatrolardaki panoramaları gösterir gibi manzara-i müellime vücûda getirmiş. Yaklaştıkça ahvâl ve menâzır daha ayân oluyor, dürbüne ihtiyaç messetmeksizin gözlerimizle her şeyi, bu bîçâre hayvânâtın harekât-ı mezbûhânesini görüyor ve ta’kîb ediyorduk. Köpeklerin en mühim kısmı sâhili ta’kîb eden kayalık üzerinde müctemi’ bulunuyordu. Bunlar kendilerini denize atmak ve fart-ı âteşten, harâretten kurtulmak maksadiyle suya mülâki olmak için yekdîğerinin üzerinden yürümeye, birbirleriyle çekişmeye uğraşıyorlar. Pek çokları harâret-i şemsten kavrulmuş olan a’zâsına bir az serinlik vermek emeliyle denizin üzerinde tâb ü tâkattan kalıncaya kadar yüzüyorlar ve ötede beride görülen lâşelerin etrafında dolaşarak, çabalayarak, bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için, taş kovuklarına ilticâ için delik, deşik arıyorlar... Dîğer bir kısmı ise âdetâ cinnet-i mutlaka hâlinde imş gibi bir savlet-i serîa ile muttasıl öteye beriye koşuyorlar, bir deverân-ı dâimî-i mecnûnâne yapıyorlar. Seslerini şimdi lâyıkıyle duyuyorduk. İşittiğimiz bu av’aveler köpek havlaması değil, âdetâ insan nâle-i feryâdı, beşer enîn ve inkisârı idi.
Geminin kaptanı vapurun düdüğünü çaldırttı. Bu bîçâre hayvânât bunu bir sedâ-yi imdâd gibi telâkki ettiler. Buna şu meş’ûm adadan nasıl bir sedâ-yi meded-cûyâne ile cevâb verilmiş olduğunu size tasvîr edemem. Bilmem hayâliniz önüne getiriyor musunuz; feryâd ve enîn saçan bir yalçın kaya, bir yanardağın feverânı gibi ateş yerine duman makamına müellim, müessir, sûzişli nâle-istimdad savuran şûre-zâr bir ada, açlıklarını, susuzluklarını, tabakat-ı havâiyyeye yaymak için açılmış olan binlerce ağızlar... Ne müdhiş, ne müellim bir manzara!... Hissi elem ve istikrâhla kalbim rencîde ve müteessir olmadıkça bu hâtıra-i müdhişeyi zihnimden geçiremiyordum.
Vapurun takarrübünü gören köpekler yüze yüze yaklaşıyorlardı. Zannolunur ki, bunlar bir kazâ netîcesi olarak denize dökülen bir takım ebnâ-yi beşerdi. Boğulmaya ramak kalan insanlar gibi tâb ü tâkatten kalmış bir hareket-i mezbûhâne ile vapurun etrafında dolaştıkça fersiz kalan nazarlarını celb-i merhamet için bize atfediyorlardı. Dikkatle bakınıyorduk: pek çoğu yara bere içinde, kulakları kısmen yenmiş, cerîhalarından akan kırmızı mayi denizin sathında bazen birer iz bırakıyor. Üzerlerinde martıların uçuştuğu lâşelerle kısım kısım lekedâr edilmiş olan mavi denizin sutûh-ı râkidesi üzerinde mülevves çizgiler vücûda getiriyor.
Vapurda mevcut olan bir İngiliz kızı gemicilere yalvarıyor, bağırıyor: “Aman şu zavallı hayvanları itlâf ediniz...”
Vapur hareket etti. 1 kilometre mesâfeye kadar dem-i ihtizârda ölümle pençeleşen köpekler bizi son bir gayret-i nevmîdâne ile ta’kîbe çalışıyorlardı. Vapurun dalgaları onları emvâc-ı mühlikesiyle batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Uzaktan bir römorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna, köpek dolu pek çok kafesleri muhtevî idi. Hayırsız adanın aç sekenesine İstanbul’dan taze köpek getiriyorlardı. İhtimal ki “Köpekleri it’âm ediyoruz “ demelerinin ma'nâ ve hikmeti bu idi.
Biz uzaklaştık. Marmaranın sath-ı kebûdîsi üzerinde bir siyah nokta halinde kalan bu müdhiş manzaralı adadan nazarlarımızı çeviremedik. O akşam da hiçbirimiz yemek yiyemedik.”
Mösyö (Sem)in makalesini telhîs ettim. Fransızcası daha müellim ve müessir bir surette kaleme alınmıştı...”
Safvet Nezihi.

Safvet Nezihi’nin yazısı bu kadar. İşte babam bize bunları anlatamamıştı çünkü henüz çocuktuk. Şimdi anlıyorum ki, o adaya yaklaştıklarında, hayatlarında gördükleri en acı manzara ile karşılaşmışlardı. Güneşin yakıcı sıcağında çıplak, kızgın bir kayanın üzerine terk edilmiş binlerce köpek açlıktan ve susuzluktan bîtap düşmüş, bazıları cesetlerden et koparmaya çalışıyor, bazıları ufak bir gölge bulabilmek için bir delik arıyorlardı. Bir kısmı âdetâ delirmiş gibi oraya buraya koşuyor, sürekli kendi etraflarında dönüyorlardı. Yaklaşan sandalı görünce heyecanlanmış, âdeta insan feryadı gibi çığlıklar atarak yardım istemeye başlamışlardı. Yalvarıyorlardı çünkü insanlara güveniyorlardı. İnsanlar her zaman onları beslemiş, bakmıştı. Binlerce köpeğin arasında babamın Cesur’u görmesi imkansızdı. Sandaldaki ekmekler hangi birine yetecekti? Ekmekleri atsalar daha çok kavgaya yol açacaktı. Sandalı gören köpeklerin bazıları kayalıklardan suya atladılar, kurtarıcılarına ulaşmaya çalıştılar. Öyle ya, onlar yüzyıllarca insanları kurtarmıştı, tabii ki şimdi de insanlar onları kurtarmaya gelmişti. Yara bere, kan içindeydiler, kulakları kopmuş, gözleri burunları kanamış, sandala ulaşmaya çalışırken bazıları sulara gömüldü. O köpeklerin yüzündeki ifade unutulabilir mi? Gözleri kocaman açılmış, sıska kollarıyla sandala doğru yüzmeye çabalıyorlardı fakat birer birer boğuluyorlardı. Annemin anlattığına göre, babamın arkadaşı Selim fenalaşmış, “Kalbim!” diyerek sandalın içinde yığılıp kalmış. Onu öyle görünce acele geri dönmüşler. Zavallı köpekler son bir ümit ile sandalı takip etmeye çalışarak çırpınmışlar ve boğulmuşlar. Selim ölmüş.

Adada kalan köpeklerin sesleri birkaç ay sonra kesilmiş. Fakat çığlıkları duyan İstanbul’lular ölene kadar bu sesleri unutmadılar.
Hangi baba çocuklarına böyle bir vahşeti anlatmak ister? Babalar çocuklarına güzel hikâyeler, masallar anlatır. Babam iyi yürekli, saf ve temiz bir insandı, gördüğü facia karşısında dehşete düşmüş, aklından çıkaramamış, hastalanmış, erken ölmüştü ama bize çok önemli bir miras bırakmıştı: Şerefli bir isim. Ya şerefsiz birinin çocuğu olsaydım, nasıl yaşardım? Daha da önemlisi, babam kendisinden bir parça bırakmıştı giderken. Hepimiz onun gibi merhametli insanlar olduk, insan olsun hayvan olsun hiç kimseyi incitmedik. 
Tarihte ilk kez İstanbul köpeklerini toplayıp Sivri Ada’ya atma kararını veren fakat halkın tepkisi üzerine vazgeçen Sultan II. Mahmut’un ıslahat tutkusunu, daha sonra köpekleri bu adaya atıp, İstanbul’da büyük yangın çıkınca halkın tepki göstermesi üzerine hepsini geri getiren Sultan Abdülaziz’in ve o dönemde ortaya çıkan Jön Türkler’in batılılaşma ve modernleşme arzularını anlarım. Fakat Batı medeniyetinin ilim ve tekniğini almak varken zavallı hayvanlara böyle bir eziyet yapmak nedir? Medeniyet bu mudur? Bu hayvanları denizin ortasında bir kayaya atmak yerine insanî bir çözüm bulunabilirdi. Öğretmenlik hayatım boyunca öğrencilerime bu vahşeti anlattım ki herkes bilsin, bir daha hayvanlara böyle bir insanlık dışı katliam yapılmasın.
İnsanın zorbalığı vahşi geçmişinden kaynaklanıyor. Kimisi vahşi tarafını yenemez, korkunç bir zulümle tarihe geçer, adı yüzyıllarca lânetle anılır: insanlığın kötü huylu urudur o, nüksetmemesi için uğraşılır; kimisi çocuklarına, öğrencilerine, insanlığa merhameti ve sevgiyi öğretir. Her birimiz binlerce ana babanın eseriyiz, geçmişten aldıklarımızı geleceğe taşırız. Her birimiz iyi ya da kötü izler bırakırız dünyaya, yankılanır büyürler. En değerli mirasımız insanların kalplerinde ve akıllarında bıraktıklarımızdır.




12 Haziran 2023 Pazartesi

Güncelleme, 2022



Yayınevi izin vermediği için bu kitabı burada yayınlayamıyorum. 

Bu kitabı neden yazdım? Yıllardır kafamı kurcalayan bir soru vardı: İnsanlar hayvanlara neden bu kadar kötü davranıyor? Davranışlarımızın kökenlerini çok eski çağlarda bulabileceğimi düşünerek Paleolitik Dönemde insanların nasıl yaşadığını, hayvanlarla nasıl bir etkileşim içinde olduklarını araştırdım. İnsanlar vahşi hayvanlar karşısında savunmasız birer av olmaktan kurtulmak için taş, sopa, mızrak, ok ve yay gibi silahlar kullanmaya başladıktan sonra doğa üzerinde hakimiyet kurdular fakat o dönemde yaşadıkları korku ve dehşet belleklerinde yer etti. Son kırk bin yıl içinde birçok hayvan türü evcilleştirildi fakat daha önceki binlerce yıl boyunca insan da, aynı vahşi hayvanlar gibi, acımasız besin zincirinin bir halkası idi. Bugün birçok davranışımızın temelinde hâlâ o zamanlardan kalma içgüdüler, dürtüler, korkular ve şüpheler yatıyor. İnsanlığın kurmuş olduğu uygarlık, doğayı alt etmek ve hayvanları kontrol altına almak amacıyla türcü insan-merkezli kültürü yarattı. Ancak zekâmızla ve bilgimizle ilkel duygu ve düşünceleri geride bırakıp diğer canlılara saygı göstermenin zamanı gelmiştir. Artık vahşi doğada yaşamıyoruz. Ben, bugün hayvanlara kötü davranan insanların Taş Devri davranış kalıplarından kurtulabilecek zihinsel kapasiteye sahip olmadıkları için hayvanlara nefret, şüphe ve şiddetle yaklaştıklarını düşünüyorum. Bu tür insanlar arasında eğitimsiz, eğitimli her meslekten, her kültürden kişiler olabilir; örneğin laboratuvarda hayvanları kesip biçen profesör ile mezbahada hayvanları kesip biçen kişinin hayvanlara bakış açısı aynı insan-merkezli kültürden kaynaklanıyor.

Kitapta yer alan beş öykü ile geçmişten günümüze ve geleceğe uzanan bir süreçte insanların birbirlerine, doğaya ve hayvanlara karşı davranışlarını anlatmaya çalıştım. Geçmişi değiştiremeyiz ama gelecek bizim elimizde.

Karanlığa Kaçış, 2025

Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim.  Karan...