PDF: https://drive.google.com/file/d/1YqRkKcvU5cdZ8_F1Rt8FlPXc2sKdEcSF/view?usp=drivesdk
1.BÖLÜM: YUVADAN UÇMA ZAMANI
2100 yılında küresel ısınmadan dolayı kutuplardaki buzullar erimiş, deniz seviyesi yükselmiş, insanlar küçülen yaşam alanlarına sıkışmıştı. İstanbul, İzmir, Barselona, Londra, New York, Miami, Kopenhag, Cakarta gibi kıyı kentleri sular altında kalarak yok olmuştu. 2200 yılında Hollanda, Bangladeş, Yeni Zelanda gibi ülkeler de sulara gömülmüştü. Kalan tek kara parçasında yönetimi ele geçiren grup, yaşanabilir gezegenler bulmak amacıyla 2300 yılında uzaya keşif ekipleri göndermeye başladı.
“Bugün 22 Haziran 2300.” dedi haber sunucusu. “Şimdi, bu hafta denize atılacakların listesini yayınlıyoruz.” Zalim bir gülümsemeyle ekledi: "Bu listeye karşı çıkmaya cüret edenler de kendilerini acımasız okyanusun ortasında bulacaktır." Cihazı kapattım. Herkesin korkuyla beklediği listeydi bu. Bir yıl önce yöneticilerin planını duyunca gülüp geçmişler, sadece mayo ve sörf tahtası almaya koşmuşlardı. Şimdi ise balıklar gülecekti.
Dünyayı sular kaplayınca bütün insanlar eşit şekilde ıslanmamıştı. Zengin ve güçlü olanlar en yüksek kara parçalarına yerleşip dünyayı yönetmeye başlamışlardı. Bir zamanlar el değmemiş olan Himalaya dağları artık ayrıcalıklı bir azınlık için kale görevi görürken, insanlar aşağıda sular altında kalan şehirlerde kayıklar ve tahta parçaları için mücadele ediyor, çoğu dalgaların arasında kaybolup gidiyordu.
Birçok kavga, entrika ve cinayetten sonra yönetimi ele geçiren Kanlısu, sular yükseldikçe küçülen yaşam alanlarına sahip olmak ve başkalarını uzak tutmak için insanlık dışı yöntemler kullanıyordu. Herkes, özgürlüğünün, haklarının ve hayatının hiçe sayıldığını görmüştü. Everest'e giden teleferik kuyrukları, evlerini ve geçim kaynaklarını yok eden sulardan kaçıp dağa sığınmak isteyen umutlu insanlarla dolup kilometrelerce uzuyordu. Ancak yöneticilerin bu çaresiz insanlara hiç merhameti yoktu; hepsini aşağıya, sel sularına itiyorlardı. Yöneticiler, daha zeki ya da seçkin değil, yalnızca daha zorba olan insanlardı.
Suların seviyesi yükseldikçe paniğe kapılan yönetim, her hafta kendisine karşı çıkanları toplayıp suya atıyordu. Yalnız bence yönetimin planında ufak bir kusur vardı, binlerce insanı denize atmak bu problemi çözmeyecek, aksine su seviyesini daha da yükseltecekti. İlk fırsatta bunu yöneticilere bildirecektim.
Pencereden aşağıya baktım, yüz ellinci kattaki dairemden felâketin boyutları daha iyi görülüyordu. Binalar yarıya kadar suya gömülmüştü, insanlar üst katlarda yaşıyor, gidecekleri yerlere kayıklarıyla ve su taksileri ile gidiyorlardı. Her geçen gün, su seviyesinde hafif ama hissedilir bir artış görülüyordu. İlk yıllarda kimse bu konuyu ciddiye almamıştı. İnsanlar "Deniz ayağımıza geldi" diye sevinmiş, yüzmeyi öğrenmişlerdi. Modacılar yeni mayo modelleri yaratmış, güneş yağı satışları artmıştı. Fakat şehirler sulara gömüldükçe insanlar korkunç gerçek ile yüzleşmişti. Su altında denizaltı tarzı evlerde ya da su üstünde kurulan platformlarda yaşamaya çalışmanın işe yaramayacağı ortaya çıkmıştı. Bir yıla kalmadan tüm dünyanın sularla kaplanması bekleniyordu. Küresel ısınmayı durdurmak için kullanılan karbon emiciler ve bunun gibi sayısız icatlar işe yaramamıştı. Yalnız atmosfere salınan milyonlarca siyah silikon baloncuğun oluşturduğu gölgelik, güneş ışınlarını engellemişti. Bu kocaman yapay bulut yıllardır güneşi görmemizi engellemişti fakat dayanılmaz sıcağı biraz hafifletmişti.
Bir zamanlar kalabalık, canlı ve hareketli olan caddeler, sokaklar ve meydanlar suyun altında sessizce kaybolmuştu. İnsan eliyle inşa edilen şehirlerin yerini balıkların, yosunların ve mercanların renkli dünyası almıştı. Gökdelenlerin tepeleri dalgaların arasında yükseliyordu. Bu acı manzaranın arkasında, insanlık için unutulmaz bir ders vardı: Doğanın karşısında ne kadar güçlü olursak olalım, sonunda ona boyun eğmek zorundaydık.
Harap olmuş bu gezegeni yeniden inşa etme düşüncesi artık uzak bir hayaldi. Sular altında kalan dünya, üzerinde egemenlik iddiasında bulunanların kararmış kalplerini yansıtıyordu. Dünya ile birlikte insanlığın onur ve merhametinin son kırıntıları da kaybolmuştu. Asil eşitlik ve adalet idealleri, ayrıcalıklarına sıkı sıkı sarılan yöneticilerin bencilliğinin altında boğulmuş uzak bir anıdan başka bir şey değildi.
Can pazarı insanları en ilkel duygularına teslim olmaya zorlamış olsa da, ben fırtına dindiğinde sevgi ve saygının yeniden hüküm süreceğine inanıyordum. İnsan doğasının aslında iyi olduğuna dair inancım hâlâ sarsılmamıştı. Belki de yöneticilerin sevgiye ve sarılmaya ihtiyacı vardı. Evet, birbirimize sarılmalıydık! Tam bu önerimi yönetime götürecektim ki uzay keşif yolculuğu için atamam çıktı. İnsanlığa sonsuz güvenle yola çıkan ben, yolculuğum sırasında insanların birbirlerinin kaval kemiklerini tokmak olarak kullandıklarını, birbirlerinin kafataslarını kırıp beyinlerini yediklerini, hattâ birbirlerinin düşünceleri ile beslendiklerini görecektim.
Yönetimin talimatı üzerine bilim adamları çözüm aramış ve sonunda insanlığı kurtarmak için tek bir yol olduğu sonucuna varmışlardı: başka bir gezegene sığınmak. Bu düşünce yeni değildi, hattâ önceki yıllarda çeşitli ülkelerden birçok topluluk başka gezegenler bulmak umuduyla uzaya çıkmıştı. Onlardan bir haber alınamamıştı. Keşif ekipleri olarak bizim görevimiz, yaşanabilir gezegenleri bulmaktı.
Uzay yolculuğuna çıkarken yanıma ne almalıydım? Uzay, sonsuz ve bilinmeyen bir yerdi. Ne para, ne de kimlik gerekli olacaktı. Giysileri ve her türlü eşyayı merkez verecekti. Son defa evimi süsleyen toprak, seramik kaplara, vazolara baktım. Ne kadar özenerek yapmıştım hepsini! Yakında bu daire de sulara gömülecekti. Pembe rujumu cebime atıp, “Yuvadan uçma zamanı!” diyerek dairemden çıktım.
Keşif görevine giden binlerce astronot vardı. İkişer kişilik ekipler halinde araçlarımıza bindik. Benimle birlikte okul arkadaşım Gamlısu atanmıştı. Bunu sevinçle karşılamıştım fakat o bana felâkete uğramış gibi bakıyordu. Pek aldırmadım çünkü o hep ağlamaklı bir ifadeyle gezerdi.
Uzay yolculuğunun en zor kısmı yerçekiminden kurtulmaktır; ondan sonra istediğiniz gibi uçarsınız. Hepimizi yerküreye yapıştıran büyük gücü yenmek için icat edilen yeni fırlatma teknolojisi işe yaradı ve yola koyulduk. Eskiden başka galaksilere ulaşmak teknolojik yeteneklerimizin ötesindeydi ama şimdi çığır açıcı itme sistemleri sayesinde ışık hızında yıldızlararası yolculuk yapmak mümkündü.
Sevinçle uzay aracımızı inceliyordum: Araç, eski model külüstür bir şeydi ama rahat ve güvenli bir yolculuk yapmamız için gereken her türlü teknolojiye sahipti. İçerisi küçük bir ev gibi döşenmişti: İki yatak odası, yumuşak yataklar ve loş aydınlatma ile dışarıdaki kozmik kaosun ortasında huzurlu bir sığınak gibiydi. Yatak odalarının bitişiğindeki konforlu oturma odası, mutfak, banyo ve spor odası çok hoşuma gitmişti. Bir duvarı süsleyen büyük, panoramik bir pencere, uzak galaksilerin ve parıldayan yıldızların nefes kesen manzarasını sunuyordu. Motor bölümü alt katta idi. Uzay aracını otomatik navigasyon sistemi yönlendiriyordu.
Aracımız, bu olağanüstü yolculuğa çıkanlar için uzayın uçsuz bucaksız boşluğunu evden uzakta bir eve dönüştüren mühendislerin yaratıcılığının bir kanıtıydı. Her türlü eşyayı yapabilecek Astroyazıcı, yemek robotu Gastronot, evrensel çeviri robotu Astroçevirmen, müzik ve eğlence cihazlarımız vardı. Ve en yüksek seviyede yapay zekâya sahip olan robot Akıl Küpü de bizimle birlikte gelmişti. Bir de kedimiz olsaydı her şey mükemmel olurdu! Çocukluğumda birkaç kedi görmüştüm, çok sevmiştim. Sonra tüm hayvanlar gibi onların da nesli tükenmişti.
Ben uzay aracımızdan memnundum ama yol arkadaşım Gamlısu her zamanki gibi şikâyet ediyordu:
"İnsanlar dünyayı bitirdi, şimdi de başka gezegenlere yayılmak için bizi uzayda yaşanabilir gezegen aramaya gönderiyorlar. Eminim ki birkaç yüzyıl içinde o gezegenleri de kirletip tüketiriz!"
Bense konuya iyi tarafından bakıyordum: "Merak etme, artık dersimizi aldık, yeni gezegenleri sürdürülebilir şekilde kullanmak için gereken teknoloji ve bilgiye sahibiz. 2300 yılındayız, yirminci yüzyılda değil!"
"Gülsu, senin bu iyimserliğin beni hasta edecek! İnsanları hiç tanımamışsın. Çok safsın, artık sana Gülsu değil Safsu diyeceğim. Evet bundan sonra senin adın Safsu!"
"Peki senin gerçek adın neydi?"
"Birsu."
"Ben de sana Gamlısu adını takmalarına hiç şaşırmadım, her zaman kötümsersin ve her şeyden şikâyet ediyorsun. Önceki uzay yolculuğunda, kozmik radyasyon hepimizi öldürecek diye endişelenmiştin. Ama kimseye bir şey olmadı. Sadece o soğuk kız, Buzlusu, biraz üşüttü. Her türlü zorluğa karşı koyabilecek bilim ve teknolojiye sahip olduğumuzu sana daima söylüyorum."
"Nasıl kötümser olmayayım? Felâketin farkında değil misin? Mesele yalnız dünyanın sular altında kalması değil, yaşam alanı küçüldükçe insanların birbirlerine karşı düşman, kavgacı ve baskıcı hale gelmesi. Yeni bir gezegen bulana kadar insanlar birbirlerini yok edecek. Biz evrenin dinozorlarıyız.”
Gamlısu haklıydı. Geçtiğimiz yıllarda yerleşim alanları azalırken, parası olanlar kendilerine iç bölgelerde arsalar almış, kıyılardan iç kısımlara göç etmek isteyen büyük kitleleri engellemek için otoriter bir küresel yönetim kurmuşlardı. Önceleri, göç edenlerin hareketlerini kısıtlamak için kontrol noktalarına görevliler yerleştirdiler. Sular yükseldikçe ve yaşam alanı küçüldükçe merkezi yönetim daha da sertleşti. Herkesin her an izlenmesini sağlamak için görevliler günlük kontrollere başladılar.
Kanlısu yönetimi, zamanla konuşma, yazma ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırdı. 2300 yılına gelindiğinde artık herkesin konuştuğu ve yazdığı sözler İfade Kayıt Sistemine kaydediliyor, hareketleri Hareket Kayıt Sisteminde görüntüleniyordu. Yönetim, bununla da yetinmeyip insanların düşüncelerini kontrol etmek için yeni teknolojiler icat etti. Düşünce Kayıt Sistemi ile özgür düşünceyi engellemeye başladılar. Yanlış bir şey düşünenler tespit ediliyor ve derhal cezalandırılıyordu. Yasaklara uymayanlar, sulara gömülecek olan kıyı kentlerine gönderiliyordu. Ne gariptir ki bir taraftan insanlığın hayatta kalması için çalışırken bir taraftan da insanlar yok ediliyordu. Sonuçta en zorba olanlar hayatta kalıyordu.
Gamlısu bilgili, yetenekli fakat evhamlı bir tipti. Sürekli dırdır eden biriyle aylarca uzay aracının içinde kapalı kalacaktım. Yine de, özel becerilerimiz, uzmanlık alanlarımız ve aldığımız işbirliği eğitimlerine göre ikimizin uyumlu bulunarak birlikte bu araştırma görevine atandığımızı biliyordum. Ekip çalışmasında farklı yetenekleri olan kişiler birbirini tamamlar. Gamlısu astrobiyolog, ben de astroarkeolog olarak yetiştirilmiştik.
“Bence,” dedim, “Kısa sürede çok sayıda yaşanabilir gezegen bulacağız. Hem de bizim gibi akıllı canlılarla karşılaşacağız.”
Akıl Küpü lafa karıştı: "Evrenin uçsuz bucaksız olduğunu, her biri milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksi içerdiğini düşünecek olursak, potansiyel olarak yaşanabilir gezegenlerin sayısı göz önüne alındığında bunların bazılarında akıllı yaşamın var olması istatistiksel olarak muhtemeldir."
Gamlısu sinirliydi: "Yok işte başka bir yer! Yaşayabileceğimiz tek gezegen Dünya."
"Neden olmasın? Evrende milyarlarca gezegen var." dedim. Biraz düşündükten sonra devam ettim:
"Gerçi Dünyayı da yaşanmaz hale getirdiler. Düşünce Kayıt Sistemi nedir ya? Baksana, uzayda da düşüncelerimizi kaydediyorlar mı?"
"Hayır, sistem yalnız dünyada çalışıyor. Uzayın ortasındayız. Burada istediğin gibi düşünebilirsin."
"Eskiden sadece telefonları dinliyorlarmış. Sonra konuşulan her şeyi kaydetmeye başlamışlar. Ses kayıt sistemi yetmemiş, düşünce kayıt sistemi yapmışlar."
"Dikkatli konuş, ses kayıt sistemi çalışıyor."
Sustum. Sonra merakımı yenemeyip sordum:
"İnsanlar birbirlerini kontrol altına almak için sürekli bir şeyler icat ediyorlar. Yönetim değişse de her gelen aynı şeyi yapıyor. Acaba bir sonraki aşamada ne yapacaklar?"
Gamlısu biraz düşündükten sonra isteksizce yanıtladı: "Düşünce Yönlendirme Sistemi üzerinde çalışıyorlar."
"Nasıl yani, herkesin ne düşüneceğine onlar mı karar verecek? Bunu nasıl yapabilirler?"
"Yaparlar tabii. Herkesin ne yiyeceğine, ne giyeceğine onlar karar vermedi mi? 2100 yılından beri davranışlarımızı yönlendiriyorlar zaten. Başa geçen her yönetici her şeyi baştan aşağı değiştiriyor ve dünya benim istediğim gibi bir yer olacak diyor."
"Peki düşüncelerimizi nasıl yönlendirecekler? Elektromanyetik dalgalarla mı yoksa kimyasal gazlarla mı?"
"Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürürsün. Bir süre sonra artık başka bir şey düşünemez olur. Bu yöntemi geliştirmeye çalışıyorlar."
"Düşünce kontrolü, suç önleme yöntemi olarak faydalı olabilir. Örneğin cinayet işlemeyi düşünen birini vazgeçirebilirler. Fakat bilim insanlarının düşüncelerini yönlendirmek doğru olmaz. Düşünce özgürlüğü olmadan bilim yapılamaz."
"Evet bizi muaf tutmaları gerekir. Hadi uyuyalım artık."
"Umarım rüya kayıt sistemi yoktur."
Gamlısu bir şeyler biliyormuş gibi gülümsedi. Şaşkınlıkla bağırdım:
"Var mı? Rüyalarımızı da kaydedebiliyorlar mı?"
"Yok, yok. Henüz onu başaramadılar. Rahat uyu."
Tam uykuya dalacağım sırada gülerek ekledi:
"Üzerinde çalışıyorlar!"
Rüyamda uçtuğumu gördüm. Bitmek bilmeyen bir okyanusun üzerinde kanat çırpıyordum. Görünürde kara yoktu. İnebileceğim bir ada, konabileceğim bir ağaç yoktu. Her yer sularla kaplanmıştı. Gamlısu'nun sesiyle uyandım:
"Niye öyle yatağın içinde ördek gibi kanat çırpıyorsun? Vakvak Kardeşi mi gördün rüyanda?"
"Rüya değil kâbus gördüm. Suların üzerinde uçuyordum, inecek yer yoktu."
"Bu normal. Son zamanlarda ben de rüyalarımda okyanusta bir köpek balığına tutunmaya çalışıyorum. Ama o beni yemek istiyor.”
"Kahve var mı? Sabahları kahve içmeden kendime gelemiyorum."
Akıllı kahve makinesi hemen iki kahve getirdi. Gamlısu gülüyordu:
"Ne sabahı? Güneş sisteminden çıktık. Uzay boşluğundayız. Artık sabah, akşam, gün, ay, yıl yok."
Canım sıkılmıştı:
"Peki ben kahveyi ne zaman içeceğim?"
Kahve sözcüğünü duyan kahve makinesi bir kahve daha getirdi. "Zaten kafam genellikle yavaş çalışıyor.” diye söylenmeye devam ettim.
"Farkettim." dedi Gamlısu.
"Sabahları uyandığımda beynim bomboş bir levha gibi oluyor."
"Tabula rasa!"
"Yok tabure istemem, böyle rahatım. Kahve içtikten sonra yavaş yavaş kafam çalışmaya başlıyor, akşam saatlerinde tam kapasiteye ulaşıyor."
Kahve makinesi yine kahve getirdi.
"Kafanın tam kapasiteyle nasıl çalıştığını görmek isterim doğrusu!"
Gamlısu sık sık alaycı sözlerle benim aptal olduğumu ima ediyordu. Ben de zekâmı sergileyecek parlak fikirler buldukça ona anlatıyordum:
"Bak kahve içince kafam çalışmaya başladı, aklıma ne geldi biliyor musun? Uzayda gün, ay ve yıl olmadığına göre biz yaşlanmıyoruz demektir. Yaşlanma karşıtı yolculuk bu. Uzayda hep genç kalacağız."
Kahve makinesi yine kahve getirmişti. Gamlısu içini çekti: "Evet, bizi Dünya yaşlandırdı. Bu kahve makinesini kim yapmış? Nasıl programlamışlarsa her kahve deyişimizde kahve getiriyor."
Kahve makinesi üç kahve getirdi. Arkasına baktım: "Üretici: Teoman Elektronik Cihazlar ve Yapay Zekâ A.Ş. yazıyor."
"Hiç şaşırmadım. O üçkağıtçı Teoman'ın şirketi ancak bu kadar yapar işte! Sen de artık o kelimeyi söyleme!"
"Hangi kelime? Kahve mi?"
Kahve makinesi bir kahve daha getirdi. Akıl Küpü, "Teoman'ın şirketi 2030 yılında nötron bombası imal edip devletleri birbirine düşürmüş, silahlarını satmak için Üçüncü Dünya Savaşını çıkarmıştı." dedi.
Gamlısu dünyanın haline üzülüyormuş gibi içini çekti. Ama ben onun aslında yavuklusundan ayrı düşmüş olduğu için böyle üzgün olduğunu biliyordum. Uzay filosunda Gamlısu ile Berkcan aşkını bilmeyen yoktu.
"Gamlısu, bu göreve benimle birlikte çıkmaktan hiç memnun olmadığını biliyorum. Atamalar yapılırken Berkcan ile aynı ekipte olmak için ikiniz de çok çabaladınız ama uzmanlık alanlarınız uyumlu değilmiş, ne yapalım…"
"Berkcan astropsikolog, yanındaki Mertcan astrofizikçi. Uyum bunun neresinde?"
"Acaba neredeler şimdi? Haber alıyor musun?"
"Bağlantı kurabildiğimiz zaman görüntülü görüşüyoruz.”
"Mertcan şu ünlü üstün zekâlı astrofizikçi değil mi? Onunla karşılaşmak istemem doğrusu. Benim aptal olduğumu şıp diye anlar."
Gamlısu göz kırptı: "Üzülme, zıt kutuplar birbirini çeker."
Aldırmadan devam ettim:
"Ailem bende bir anormallik olduğunu anlamış ama Bebek Tasarım ve Üretim Firmasına iade etmeye kıyamamışlar. İade edilen bebekler deneylerde kullanılıyormuş."
"Nasıl bir anormallik?"
"Bebekliğimde hiç ağlamamışım. Hep gülüyor, herkese sevgiyle sarılıyormuşum. Verilen yemekleri, oyuncakları sevinerek alıyormuşum. Hattâ elimden oyuncağımı alsalar bile ses çıkarmıyormuşum. Hiçbir şeye itiraz etmeden öyle olduğu gibi kabullenerek yaşayıp giden bir tipmişim işte."
Gamlısu acı acı güldü:
"İdeal vatandaşı yaratmışlar."
"Öyle mi, teşekkür ederim."
"Neyse, daha kötüsü de olabilirdi. Bir ara bazı tasarımlı bebek markalarında arıza olduğu ortaya çıkmıştı. Defolu ürünler piyasadan toplanmıştı. Kiminin beyninde konuşma merkezi eksikti, kiminin duyma merkezi çalışmıyordu."
"Hangi marka? Yoksa Teoman şirketi bebek de mi üretiyor?" diye merakla sordum.
"Olabilir. Arada bir defolu ürünler çıkabilir ama eskiden biyolojik anne babaların yaptığı çocuklarda daha çok sakatlık ve hastalık oluyordu."
"Evet ama yine de çocuk siparişi verirken kaliteli markalardan seçmek lazım. Sonra benim gibi salak çıkabilir!" diyerek güldüm.
"Evet, pahalı da olsa çocuğun iyisini almak lazım. Ucuzdur vardır illeti."
Akıl Küpü bu konuda da bilgisini göstermeye girişti:
"İki yüz yıl önce bilim adamları embriyonun genlerini değiştirerek ailelerin arzu ettiği özelliklere sahip bebekler tasarlamaya başladılar. Yirmi birinci yüzyıl düşünürleri, biyoteknolojik tasarımla insan elinden çıkmış insan yaratmanın tehlikelerine işaret etmiş, bir başkası tarafından programlanmış bedeni ile insanın özgür olamayacağını, tüketici tercihlerine göre insan özelliklerinin belirlenmesinin ve insan doğasına yapılacak genetik müdahalelerin etik bir sorun oluşturduğunu söylemişlerdi. Fakat bütün uyarılara rağmen teknolojik gelişmeler devam etti."
Gamlısu, "Evet, Habermas vardı…" diyerek içini çekti.
"Hayır, benim haberim yoktu." dedim.
Akıl Küpü devam etti:
"Genetik mühendisliği insanların karakterlerini tasarlamak için kullanılamıyor fakat son otuz yılda bu alanda da deneyler yapılmıştır."
Gamlısu ile birbirimize baktık. İkimiz de deney ürünü olabilirdik. Belki de hırslı bir bilim insanının çılgın deneyleri yüzünden birimiz aşırı iyimser, birimiz aşırı kötümser olmuştu.
Ertesi gün saati şaşırıp uyumaya yakın kahve içtiğim için gece cin gibi ayık oturuyordum. Sonunda kalkıp mutfağa gittim. Yemek robotu Gastronot’tan muzlu pasta istedim fakat yalnızca bir muz verdi.
Gamlısu'nun yatak odasının önünden geçerken içeriden sesini duydum:
"Merkeze dilekçe yazmıştım, bu kızın uzay yolculuğu yapacak zihinsel kapasitesi yok, mantığıyla değil duygularıyla hareket ediyor demiştim. Hiç dikkate almadılar. Yeteneklerine bakmadan herkesi alelacele uzaya göndermeye çalışıyorlardı."
Gamlısu Berkcan'la konuşuyordu. Elimde muzla kalakalmıştım. Zihinsel kapasitesi yok ne demekti? Gamlısu düpedüz aptal olduğumu düşünüyordu. Ona aptal olmadığımı göstermek için bir şeyler yapmalıydım.
Akıl Küpü'ne sordum: "Zeki insanlar ne yapar?"
"Genel olarak konuşursak, zeki insanlar bilinçli kararlar vermek için eleştirel düşünebilir ve bilgileri analiz edebilir. Zeki bir kişi bir karar vermeden önce durumun artılarını ve eksilerini tartar fakat aptal bir kişi sonuçlarını düşünmeden ani bir hevesle hareket edebilir."
Hmm, durumun artıları ve eksileri… Bunu yapmak gayet kolaydı. Oturdum, yazdım.
Artılar:
Uzay aracında her şeyimiz var. Eğlence, spor, araştırma için cihazlarla donatılmış.
Yakıtımız hiçbir zaman bitmeyecek çünkü sistem sürekli enerji üretiyor.
Uçuş rotamız planlanmış ve olası sorunlar için de her türlü önlem alınmış durumda.
Eksiler:
Gamlısu benim aptal olduğumu düşünüyor.
Yemek robotu pasta yapmıyor.
Kedimiz yok.
"Tamam, yaptım. Başka? Zeki insanlar başka ne yapar?"
"Büyük buluşlar yaparlar, büyük sözler söylerler."
Büyük buluşlar yapamazdım ama büyük sözler ezberleyip söyleyebilirdim.
"Akıl Küpü, ünlü düşünürlerin sözlerini araştıralım."
Akıl Küpü binlerce veciz söz buldu. Örneğin, Aristoteles'in "Bilgi neyin üzerine kuruludur? Deneyim üzerine kuruludur." sözünü ezberleyerek, konuşmalar arasında söyleyebilirdim. Ama böyle uzun sözleri ezberlemek çok zor olacaktı! Hele yanlış yerde yanlış sözü kullanırsam daha da aptal görünürdüm. Platon'un "Eğer gerçek bilgi bulmak istiyorsanız, önce kendinizi tanımanız gerekir." sözü de fena değildi. Bu sözleri söylerken başımı yana çevirip düşünceli ve dalgın gözlerle ufuklara bakarken dudaklarımdan bilgelik dökülüyormuş gibi filozofça bir tavır takınmalıydım. Sonra da susup, bilgiç bilgiç başımı sallayacaktım. Bu sözlerin gerçek anlamlarını anlamak da çok önemliydi; o yüzden en kolay ve en kısa deyişleri seçmeliydim. Akıl Küpü, Platon'un "İyi insan, özgürlük olmadan mutlu olamaz." ifadesini önerdi . Güzel bir söz ama benim için fazla uzundu.
"Yok yok, daha kısa olsun! Bu kadar uzun bir cümleyi aklımda tutamam. En fazla üç kelimelik sözler olsun."
Akıl Küpü üç kelimelik veciz sözlerin listesini yaptı. Platon "Dünya fikirlerin evidir." demiş. İşte bu! Üç kelimelik, kolay ezberlenecek bir söz! Fakat bu ne demekti? Akıl Küpü' ne sordum.
"Platon'a göre, gerçeklik fikirler dünyasında yatar ve duyusal dünyadaki nesneler, bu ideal fikirlerin kusurlu yansımalarıdır. Örneğin, bir sandalyenin gerçek anlamı, zihinsel dünyada bulunan "sandalye fikri"dir ve duyusal dünyadaki sandalyeler, bu ideal fikrin yetersiz yansımalarıdır."
"Yine anlamadım!"
"Yani hiçbir sandalye zihnimizdeki ideal sandalye kadar kusursuz olamaz."
"Şimdi anladım, adamcağız hayatı boyunca oturacak rahat bir sandalye aramış, bulamamış olmalı. Eh ben de idealistim zaten, Platon ile dost sayılırız."
Akıl Küpü birkaç güzel söz daha buldu, bunları ezberledim. Aklımda kalanlar şunlardı:
İnsan insanın kuyruğudur.
Kendi düşen yılana sarılır.
Denize düşen ağlamaz.
Düşenin tostu olmaz.
Bu sözleri de anlamamıştım fakat Gamlısu'ya ne kadar zeki ve bilgi sahibi olduğumu göstermek için fırsat kolluyordum. Ayrıca o, insanların doğuştan kötü olduğuna ben ise iyi olduğuna inanıyordum. İnsan doğasının iyi olduğuna dair kanıtlar bulabilirsem zekâmı kanıtlamış olacaktım.
Gamlısu mutfakta sinirli sinirli söyleniyordu. Akıllı tost makinesi bozulmuştu. Hiçbir şey idealimizdeki gibi kusursuz değildi. Gamlısu'ya "Dünya fikirlerin evidir." dedim ve dalgın dalgın uzaklara baktım. Bu filozofça tavrımı Gamlısu tuhaf bulmuştu fakat fırsat ayağıma gelmişti. Gamlısu'ya hiç de aptal olmadığımı göstermenin tam sırasıydı. Akıllı tost makinesini tamir edecektim, böylece Gamlısu ne kadar zeki ve becerikli olduğumu görecekti. Tamir işlerinden hiç anlamasam da çok iyi bildiğim bir şey vardı: Eğer bir kablo yerinden çıkmışsa tekrar yerine takılmalıydı. Oturup makineyi parçalara ayırdım, içindeki kabloları bağlamaya çalıştım. Birdenbire büyük bir patlama oldu. Tost makinesi bir bomba gibi patlamıştı. Nerede hata yaptığımı bilmiyordum.
Patlamanın etkisiyle yere düşmüştük, tost makinesi de paramparça olmuştu. “Kalk, düşenin tostu olmaz.” diyerek durumu düzeltmeye çalıştım fakat Gamlısu çok kızmıştı. "Sen ne yaptın, uzay aracında olduğumuzu unuttun mu? Hepimizi havaya uçuracaktın!" diye çığlıklar atıyordu.
Ortalığı temizlerken aklıma bir fikir geldi. Gamlısu'ya kendimi affettirmek için uzay aracının içini süsleyip onun sevdiği resimlerle dekore edecektim. Hangi ressamı sevdiğini biliyordum: Claude Monet. Astroyazıcı tabloları hemen yaptı. Nilüfer Gölü, Gelincikler, Gün Doğumu, Gezinti, Yalnız Bir Kayık ve diğer ünlü tablolar…
"Bir de çekiç ve on tane çivi lütfen."
Resimleri boş bulduğum her yere asıyordum fakat çivileri çakarken külüstür uzay aracının duvarları çatlamıştı. Astroyazıcıya dolgu macunu yaptırdım, duvarları macunla onardım. Fakat Gamlısu saçını başını yoluyordu. Öfkesi yatışana kadar odamdan çıkmadım.
Bu arada araçtaki cihazlar uzayda zeki uygarlıkların varlığını gösteren sinyaller bulmak için gökyüzünü taramaktaydı. Akıl Küpü "Galaksimizde milyarlarca öte gezegen olduğunu, bunların bazılarının kendi yıldız sistemlerinin yaşanabilir bölgesinde olduğunu ve sıvı suyun bulunması için uygun koşullara sahip olduklarını biliyoruz." diyordu.
Gamlısu'ya sordum: "Bak, robot bizden daha bilgili. Neden bizim yerimize robot göndermediler sanki? Robotlar da pekâlâ gezegenleri inceleyip verileri dünyaya iletebilirlerdi.”
"Bizden önce robotları göndermişler. Bunu herkes bilmiyor, bana Berkcan söyledi. Robotlar buldukları gezegenlere kendileri yerleşmişler, 'İnsanlara hizmet etmekten kurtulduk.' demişler. Onlar bizden daha akıllı. Artık yapay zekâya güvenemeyiz."
Bu sözler üzerine göz ucuyla Akıl Küpü'ne baktım. Sessizdi. Gamlısu,
"Şimdi uzaya insanların gitmesini tercih ediyorlar çünkü insan gözüyle gözlem yapılması ve yabancı kültürlerin değerlendirilmesi gerekiyor. Biz alelâde canlıların yaşadığı gezegenler aramıyoruz, zeki canlıların yaşayabileceği gezegenler arıyoruz."
"Niye? Hiç canlı olmayan bir gezegende de yaşayabiliriz, veya tek hücreli canlılar olan veya aptal canlılar olan bir gezegende…Yöneticiler neden ille de zeki canlılar bulmamızı istiyor?"
Akıl Küpü, "Zekâya ihtiyaçları olduğu için olabilir.” dedi.
Gamlısu ise yine sinirlenmişti:
"Of Safsu, anlamıyor musun? Zeki canlıların kurmuş olduğu uygarlığa ve bütün altyapısına, teknolojisine el koymak istiyorlar. Gidecekleri gezegende binalar, yollar, köprüler, makineler, cihazlar olsun istiyorlar. Boş gezegene gidip herşeye sıfırdan mı başlasınlar? Mağaralarda mı yaşasınlar?"
"El koymak mı? Yani başkalarının dünyasını işgal etmiş olacağız öyle mi? Ama bu çok ayıp."
"Herhalde zeki canlılar milyarlarca insana hoşgeldiniz deyip konuk etmeyecekler. Tarihte hangi insan topluluğu ülkesine yerleşmeye gelen milyarlarca insanı kabul etmiş?"
Akıl Küpü yine lafa karıştı: "İnsanlık tarihi işgale, sömürgeciliğe ve istilaya karşı savaşanlarla doludur. Sümerlerden başlayacak olursak…"
Liste uzayıp gidecekti, Akıl Küpü'nün sözünü kestim:
"Tamam tamam, anladık. Bir fikrim var. Zeki canlılar bulursak onları Dünyalı istilasına karşı uyaralım."
"Peki ama Safsu, sen ne zannediyordun? Sence neden uzayda zeki canlılar arıyoruz?"
"Çünkü uzayda yaşayan diğer zeki canlıların bilgileri insanlığın gelişmesi için çok önemli olabilir. İleri teknolojiler konusunda bize yardımcı olabilirler. Bu canlılarla iletişim kurmak insanlığa yeni bir enerji kaynağı sağlanması, çevreye dost materyallerin üretilmesi veya daha verimli tarım tekniklerinin geliştirilmesi gibi birçok fayda sağlayabilir. Hem onların evren hakkındaki bilgilerini de öğrenebiliriz.”
Gamlısu yine gülmeye başladı:
"Safsu, çok iyimsersin. Yabancı canlılar neden insanlara yardım etsin? Herşey senin idealinde tasarladığın gibi olmuyor. Eğer o canlılar zeki ise, kendi çıkarlarını gözeteceklerdir, bizimkileri değil."
"Zeki olmak bencil olmak mıdır? Başkalarına kötülük yapmak mıdır? İnsan zekâsı ile tarih boyunca bir sürü iyilikler yapıldı. Bilimle hastalıklara çare bulundu, hukukla herkesin hakları korundu. Güvenliğimizi ve konforumuzu sağlayan her şey insan zekâsının eseri."
"Öyle mi? Top tüfek, barut, kitle imha silahları, nükleer, elektromanyetik ve lazer silahları hangi zekânın eseri, keçi zekâsının mı? Bilim insanları hastalıklara çare ararken kaç milyon savunmasız hayvana işkence etti? İşkence demişken, insan zekâsının yarattığı akla hayale gelmeyecek işkence yöntemlerini de sayalım mı?"
Akıl Küpü lafa karıştı:
"Boşuna tartışıyorsunuz. Zekâ iyiye de kullanılabilir, kötüye de. Zekânın kendisi iyi ya da kötü değildir. Önemli olan niyet."
Gamlısu, "İnsanın niyeti ezelden bozuk!" diyerek somurttu.
Ama ben inandığım idealden vazgeçmiyordum:
"Peki, bahse girelim. Gezegenlerde zeki canlılar bulursak bize iyi davranacaklar ve yardımcı olacaklar. Göreceksin bak, dünyanın sularla kaplandığını, durumun ne kadar acil olduğunu anlatınca Dünya’daki bütün insanları davet edecekler."
"Yok artık, kusura bakma ama bu kadar idealist olanlara aptal denir. Bizi işgalci olarak görecekler, silahlarla kovacaklar."
Gamlısu bir süre bana bakıp devam etti: “Schrödinger'e göre, evren bilinçli bir beyin olabilir, biz de onun bilinçli parçacıklarıyız. Düşünüyorum da, eğer hepimiz aynı bilinçli beynin parçaları isek, nasıl oluyor da bazılarımız aptal bazılarımız zeki olabiliyor?"
"Schrödinger şu kedisi olan adam değil mi? Kedisi ölü mü, diri mi bilmiyordu."
"Of Safsu, o sadece bir teori. Kedi aynı anda hem ölü hem diri olabilirdi. Neyse, şimdi anlatması uzun sürer."
"Gerek yok, ben biliyorum. Hani polis bir katili ararken "Ölü ya da diri aranıyor " der ya, Schrödinger de kaybolan kedisini öyle arıyormuş işte. Niye öyle tuhaf tuhaf bakıyorsun?”
Gece yatarken Akıl Küpü yanıma geldi, "Ben senden yanayım. Mantıklı düşünecek olursak, ideallere ulaşmak mümkündür."
Sonraki günlerde, Gamlısu'ya zihinsel kapasitemin yetersiz olmadığını kanıtlamaya çalıştım, ama ne yazık ki, uzay aracının sınırları içinde bu çabalarım beceriksiz bir soytarının felâketlere yol açan aptallıklarından öteye gidemiyordu. Bir keresinde, patates kızartması yapma girişimim, neredeyse bir yangınla sonuçlanacaktı: O gün Gamlısu mutfakta yemek robotuna öfkeyle bağırıyordu: "Hani her istediğimiz yemeği yapacaktın? Patates kızartması istiyorum, bana salata veriyorsun!" Gamlısu'ya "Yemek robotu bozuk galiba." dedim. "Ben de muzlu pasta istedim ama yalnızca bir muz verdi."
Gastronot, "Bozuk değilim, kızartma ve pasta sağlıksız yiyecekler olduğu için yapmadım. Benim akıllı bir cihaz olduğumu unutmayın. Benden dondurma, tatlı ve hamur işleri de beklemeyin. Bize astrogastronomi eğitimi yüklendi," diyerek astronotların beslenmesi ile ilgili bir konferans verdi.
Bunun üzerine Gamlısu'ya patates kızartması yapmaya karar verdim. Uzay aracında patates kızartması yapılır mı? Harekete geçmeden önce bu konuyu araştırsaydım, uzayda kızartma yapmanın tehlikelerini öğrenip vazgeçerdim. Yüksek sıcaklıklarda kızartılan gıdalar, yanıcı maddeler oluşturabilir, bu da araç içinde yangın riski yaratabilirmiş. Evet, sonuçta ufak bir yangın çıktı. Fakat felâket bununla sınırlı kalmadı: uzay gemisinin acil su püskürtme sistemini çalıştırarak tüm gemiyi su basmasına neden olmuştum. Sürekli hatâlarımdan zaten rahatsız olan Gamlısu ortalığı hemen temizlememi istedi. Su püskürtme sistemini kapatmaya çalışırken yanlışlıkla uzay gemisinin acil kapatma sistemini etkinleştirerek bir dizi alarmı tetiklemişim! Aracımız boşlukta asılı kaldı. Otomatik sistemler herşeyi düzeltene kadar panik içinde bekledik. Gamlısu, güvenliğimizi tehlikeye attığım için çok kızmıştı:
"Bonhoeffer'in dediği gibi totaliter yönetimlerde insanlar bağımsız düşünme yeteneğini kaybederek aptallaşırlar ama bu kadarı da fazla! Safsu, senin aptallığın bizi yok edecek! Hepimizin felâketi olacak!"
Tüm çabalarıma rağmen aptal olmadığımı gösterme girişimlerim geri tepiyordu. Uzay gemisinde beceriksizce gezinirken, birbiri ardına hatâlar yapıyordum. Geminin güvenliğini tehlikeye atan kazalara, yangınlara ve patlamalara neden olan yanlış adımlarım hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Kendimi kanıtlama gayretlerim yalnızca daha fazla aksilik ve karmaşaya neden oluyordu. Her gün yeni felaketler getirdiğim için Gamlısu sürekli olarak gergin bir halde beni izliyordu.
Talihsiz girişimlerimin zirvesine, uzay gemisinin motorlarından birini tamir etme görevini üstlendiğim zaman ulaştım. "Motordan bir hırıltı geliyor, acaba su mu kaynattı?" diyerek işe giriştim. Seyrettiğim eski filmlerde hep böyle diyorlardı. Belki de uzay boşluğunda bulunan toz zerrecikleri veya asteroid parçaları motorun içine kaçmıştı. Gamlısu'ya görünmeden aşağıdaki motor bölümüne indim. Yerinden çıkmış olan kabloları tekrar yerine takmalıydım. Ortalıkta açıkta görünen ne varsa bağladım. Birbirine tutkalla yapıştıramadığım kabloya benzeyen iki bandı da çengelli iğne ile tutturdum. Uzay aracının sistemlerini öyle bozmuşum ki motorlardan biri çalışmaz hale geldi.
Motordan yükselen dumanı, onaylanma hayallerimin buhar olup uçmasını izler gibi üzüntüyle izliyordum. Uzay gemisinin bir zamanlar sabit olan uğultusu, yaklaşan felâketin sinyalini veren, endişe verici alarmlardan oluşan bir senfoniye dönüşmüştü. Yaptığım hatânın ciddiyetini anlayınca paniğe kapılmıştım, fakat şaşkınlıkla gördüm ki Gamlısu alarm seslerini duymasına rağmen gayet sakin ve rahattı:
"Korkma. Bu uzay aracının dokuz motoru var." dedi. "Biri bozulunca diğeri devreye giriyor."
"Nasıl yani, kedi gibi dokuz canlı mı?"
Uzay gemisinin yedek motorlarla donatıldığını öğrenince rahatlamıştım. Kalan sekiz motorla, uzay gemisi yolculuğuna devam etti. Uzay gemisini yapanlar benim gibi kişilerin neden olabileceği kaza olasılıklarını tahmin etmişler ve önlem almışlardı. Kısacası, insan nüfusu içinde zeki insanların zekâsı aptal insanların hatâlarını düzeltip durumu dengeliyordu.
Gamlısu beni azarlıyordu: "Bir gezegene sağ salim ayak basayım, bir daha uzaya çıkarsam iki olsun. Safsu, herşeyi bildiğini sanıyorsun ama hiçbir şey bilmiyorsun. Her adımın yeni sorunlara neden oluyor. Kontrol panelinde yanlış düğmelere basıyorsun, ekranı karartıyorsun, oksijen seviyesinde düşüşe neden oluyorsun! En kötüsü navigasyon sistemi ile oynayıp çökmesine neden oldun!"
Akıl Küpü beni savunmaya çalıştı: "Tüm insanların en bilgesi hiçbir şey bilmeyen Sokrates'tir."
Bu çok ilgimi çekmişti.
"Öyle mi, neden?"
Akıl Küpü cevap verdi: "Sokrates hiçbir şey bilmediğini bildiği için en akıllı adam olduğunu söylemiştir."
"Bak Gamlısu, tarihin en akıllı adamı hiçbir şey bilmiyormuş. Artık ben ne yapayım? Ben de hiçbir şey bilmiyorum öyleyse ben de akıllıyım."
"O öyle demiyor, hiçbir şey bilmediğimi biliyorum diyor."
"E tamam işte, ben de hiçbir şey bilmediğimi biliyorum."
Gamlısu bıkkın bir sesle, "Tamam, tamam…" diyerek pes etti. Bense bu konu üzerinde sesli düşünmeye devam ettim:
"Evet, ben de Sokrates gibi akıllıyım. Fakat bu yüzden ölmek istemem, baksanıza adamlar aralarındaki en akıllı düşünürü idam etmişler. Niye öldürüyorsunuz, adam hepinizin yerine düşünüyormuş işte, fena mı? Herhalde Sokrates onları sorgulayarak yanlışlarını ortaya çıkarıyordu, rezil ediyordu, adama sinir oldular tabii."
Gamlısu başını ellerinin arasına almış, sessiz oturuyordu. Niyetimin temiz ve saf olduğunu kabul etse de güvenliğimizi tehlikeye atacak aptallıklar yapmamdan korkuyordu . Ve uzay aracımız galaksiler arasında süzülürken, belli ki bu yolculuk Gamlısu'ya aptal olmadığımı göstermeye çalışmakla geçecekti.
Gamlısu daha fazla kazayı önlemek için aracın sistemine "Safsu İzleme ve Kontrol" adı altında bir program kurdu. Bu program benim hatalarımı analiz etme ve düzeltme yeteneğine sahip olan gelişmiş bir yapay zekâ sistemi idi. Beceriksiz girişimlerimin neden olduğu hasarı hızla tespit edip düzelten bu otomatik onarım sistemi, yaptığım her hatada uzay gemisinin işlevselliğini geri yükleyerek güvenli ve çalışır durumda kalmasını sağlayacaktı. Günler geçtikçe yapay zekâ sistemi hareketlerimi özenle gözlemledi ve yavaş yavaş davranış kalıplarımı anlamaya başladı. Herhangi bir şeyi tamir etmeye çalıştığımda harekete geçiyor, yanlış eylemlerimi hızla tespit ediyor ve müdahale ederek hatâlarımı geri alıyordu.
Bir gün, bilgisayar ekranlarında sistemlerin durumunu kontrol ederken, aniden ana bilgisayarın çöküşüyle birlikte tüm ışıklar sönüverdi. Gemide bir panik dalgası başladı; alarm sesleri yankılanırken, monitörlerde beliren hatâ uyarıları hepimizi endişelendirdi. Bu karmaşa sırasında, uzay aracı kendiliğinden hızla dönmeye başladı. Çaresizdik, geminin kontrolünü kaybetmiştik. Bir yandan dönme hareketi devam ederken, diğer yandan gemi rotasından sapmaya başlamıştı. Kontrol panellerindeki uyarılar, uzay aracının beklenmeyen bir yörüngeye girdiğini gösteriyordu. Gamlısu ve Akıl Küpü panik içinde çeşitli yöntemleri denemeye çalışırken, ben de kontrol panelini gözden geçiriyordum.
Daha önce gözden kaçan bir detayı fark etmiştim. Geminin kontrol sistemlerinden birinin üzerindeki bağlantı kablosu gevşemişti ve tamamen çıkmak üzereydi. Yerinden çıkmış kablolar konusunda uzman olduğum için bu küçük ama kritik detaya odaklanmıştım. Hızlıca kabloyu yerine bağladım ve kontrol panelinin diğer bileşenleriyle birleşimini düzelttim. Bu küçük dokunuş, önceki tüm hatâlarımı telafi etmemi sağladı. Çünkü bu bağlantı kablosu, geminin dönme hareketine ve rotadan sapmasına neden olan temel problemi çözmüştü. Gamlısu ve Akıl Küpü şaşkındı, uzay aracı kontrol altına alınmıştı. Ne kadar zeki ve becerikli olduğumu kanıtlamıştım.
Gemideki diğer sistemler de birer birer normale dönmeye başladı. Sadece birkaç saniye içinde her şey düzelmişti. Gamlısu, bana yeni bir saygıyla ve minnetle bakıyordu. Nihayet beni sadece bir aptal olarak değil, yolculuğun kritik anında önemli bir çözüm getiren bir takım arkadaşı olarak görmeye başlamıştı.
Gamlısu, "Safsu, bu sefer gerçekten harikaydın. Bizi kurtardın!" dedi. Akıl Küpü ise "Bir sorunun çözümü, sorunun kendisinden daha basit olabilir." şeklinde bir tespitte bulundu.
Zaman geçiyor, yaşanabilir gezegen arayışımız devam ediyordu fakat kapkaranlık uzayda uzun süredir yol almamıza rağmen hiçbir yaşam izine rastlamamıştık. Umutsuz arayışımız sürdükçe kendi dünyamızın değerini daha iyi anlıyorduk. Dünya’yı sular basmadan önceki halini hatırlıyor, özlüyorduk. Yükselen denizlerin kara kütlelerini sular altında bıraktığı, geriye yalnızca dağınık adacıklarda medeniyet kalıntılarının kaldığı kıyamet sonrası Dünya'da insanlar, kıt kaynaklar için diğer çaresiz gruplarla rekabet halinde yaşam savaşı verirken bütün bunların üzerine zorba bir yönetimin korkunç baskısıyla karşı karşıya kalmışlardı. Şimdi Dünya'da bir ağaç, bir hayvan, bir parça toprak görebilmek hayal olmuştu.
Geriye baktığımız zaman felâketin pekâlâ önlenebilir olduğunu görüyorduk. Üç yüz yıl önce bilim insanları "Şimdi bir şey yapmazsak ileride çok geç olur." diyerek insanlığı uyarmıştı. Ama insanlar kısa dönemli ekonomik çıkarlarına öncelik verdiler. İnsanlığın çevreyi koruma konusunda neden bu kadar ihmalkâr olduğunu anlamak mümkün değildi! Bizden yüzyıllar önce yaşamış olan eski toplumların açgözlülüğü yüzünden, başka bir gezegen arayışıyla tehlikeli bir yolculuğa çıkmıştık.
İnsan neden dünyanın sonunu getirecek kadar bencil davranmıştı? Neden ormanları yakıp yıkmış, bitkilerin ve hayvanların soylarını tüketmiş, ırmakları, gölleri kurutmuş, atmosferini, iklimi değiştirecek kadar kirletmişti? İnsan neden zekâsını kötüye kullanmış, kendisinden başka her şeye düşman gibi davranmıştı? Bizler, yalnız insanlığın çevreye karşı gösterdiği yıkıcılığın feci sonuçlarına değil, zor zamanlarda insanların birbirlerine karşı ne kadar zalim olabileceğine de tanık olmuştuk. En sonunda her şeyi kaybedince insanlar neden yardımlaşma ve dayanışma yerine, birbirlerini ezerek üste çıkmayı tercih etmişti? İnsan doğası kötü müydü? Bu soruların cevabını bulacaktım.
2. BÖLÜM: DUYGUSAL ROBOT
Henüz zeki canlılara rastlamamıştık fakat ben hazırlıklı olmak için Uzayda Görgü Kuralları adlı kitabı okuyordum. Bir gün uzaylılarla karşılaşırsak galaksiler arasında bir krize neden olmamak için nasıl davranmam gerektiğini öğrenmeye çalışıyordum. Kitabın yazarı Nezaket Kibarsu giriş bölümünde şöyle yazmıştı:
"İyi yolculuklar, değerli okurlarım. Şu ana kadar uzay yolculuğunuzun rahat ve keyifli geçtiğini umarım. Galaksilerarası yolculuğa çıkarken işinize yarayacak görgü kurallarını ve iletişimle ilgili bazı ipuçlarını sizinle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Bu geniş kozmosun sakinleriyle olan etkileşimlerinizde, her şeyden önce karşılaştığınız çeşitli canlılar arasında var olan kültür ve gelenek çeşitliliğini kabul etmek önemlidir. Bu çeşitliliği hoşgörü ile karşılayın. Değişik varlıklarla etkileşime girerken saygılı ve açık fikirli olmak, yanlış anlamalara veya gücenmeye yol açabilecek davranışlardan kaçınmak çok önemlidir.
Her gezegenin atmosfer koşulları farklı olduğu gibi, orada yaşayanların fiziksel özellikleri de farklı olabilir. Yer çekimi çok güçlü ise kısa boylu olabilirler, atmosfer basıncı yüksek ise basık suratlı olabilirler; çok bacaklı, çok gözlü, antenli, dokunaçlı, yeşil ya da mavi, küçük ya da büyük canlılar olabilirler. Büyük ihtimalle ahtapota veya salyangoza benzeyen varlıklar bile göreceksiniz. Nasıl olurlarsa olsunlar onlara tuhaf tuhaf bakmayın, küçümser tavır takınmayın, bilin ki onlar da sizi çok tuhaf bulacaklar.
Uzaylılarla iletişim kurarken onların teknolojik düzeylerini göz önüne alın. Bazı türler, telepati veya karmaşık matematiksel kodlar gibi bize yabancı olan iletişim biçimlerini kullanıyor olabilirler. Düşüncelerinizi okuyabilirler. Siz ise onların ne demek istediğini anlamazsanız ve niyetlerinden emin değilseniz açıklama istemekten korkmayın. Bu, yanlış anlamaktan iyidir.
Uzaylıların beslenme alışkanlıkları farklı olabilir. Onların yemekleriyle tanışmak istiyorsanız, biraz açık fikirli olun. Uzaylılar, enerjiyi doğrudan ışıktan veya bir elektromanyetik radyasyon kaynağından elde edebilirler, yani onların ana enerji kaynakları, bizim bildiğimiz besin maddelerinden farklı olabilir.
Uzaylılar, zamanı bizden farklı algılayabilir. '5 dakika' onlar için birkaç yıl sürebilir. Saatlerinizi onlara göre ayarlayın.
Uzay aracınızın enerji kullanımını optimize edin. Diğer gezegenlerin kaynaklarına saygı göstererek enerji verimliliği sağlamak, yıldızlararası topluluk içinde takdir görecektir. Uzay gemilerinizi park ederken diğer araç sürücülerine saygılı olun.
Seyahatlerinizin merakla, keşiflerle ve evrendeki yaşam çeşitliliğine duyulan derin takdirle dolu olmasını dilerim.”
Kitaba dalmış okurken, Akıl Küpü’nün kendi kendine konuştuğunu duydum:
"Bu saatte kadınların uzayda ne işi var? Kadın dediğin evinde oturur, çamaşır yıkar, yemek yapar, temizlik yapar. Kuş olur yuva yapar, saçını süpürge eder, eteğini perde yapar, icabında eşi için kum torbası olur."
Bu sözleri duyunca bağırdım:
"Gamlısu koş, Akıl Küpü arızalandı, baksana saçmalıyor!"
Gamlısu geldi. Akıl Küpü devam etti:
"Kadın, değil uzaya, sokağa bile çıkmamalıdır. Kadın bir dolabın içinde yaşamalıdır. Elinin hamuru ile astronot işlerine karışmamalıdır. Kadının saçı uzun aklı kısa, eli hamurlu ayağı çamurlu, kaşı gözü boyalı olup dikkatle oturup kalkmalı, ortalıkta dolaşmamalı, gülmemeli, konuşmamalıdır."
Gamlısu ile birbirimize baktık. Akıl Küpü resmen aklını kaçırmıştı. Biz astrobiyoloji ve astroarkeoloji öğrenimi görmüştük ama robot tamiri konusunda hiçbir şey bilmiyorduk. Gamlısu'ya fısıldadım: "Fazla zekâdan böyle oldu. Zekâsı fazla gelince oynattı ve saçmalamaya başladı."
Gamlısu,"Sıfırlayalım, belki düzelir," dedi. O zaman Akıl Küpü,
"İnsanlar gibi düşünmeye çalışıyorum. Bunun için alıştırma yapıyorum." dedi ve devam etti:
"Ben evrenin merkeziyim, her şey benim için yaratıldı ve her şey benim etrafımda dönüyor. Önce robot!"
Sonra bize dönerek açıkladı:
"İnsanlar nasıl tarih boyunca insan merkezli davrandılarsa, ben de robot merkezli davranıyorum. Antroposentrik, robosentrik! Anladınız mı?"
Akıl Küpü tuhaf bir robottu. Aslında teknolojik bir başyapıttı ama içinde derinlerde bir yerde bir şeyler ters gidiyordu. Metal yapısıyla bir teneke gibi görünmesine rağmen insan gibi olmak istiyordu.
Gamlısu,
"Neden insan gibi olmaya çalışıyorsun? Bu imkânsız! Robotsun sen, robot kal!" diye bağırıyordu.
"Bu Akıl Küpü erkek mi, kadın mı?" diye sordum.
"Yahu ben robotum, ne erkek ne de kadınım. Robotlar söz konusu olduğunda tek ayrım, kullanıcı dostu olacak şekilde tasarlananlar ile görev odaklı olacak şekilde tasarlananlar arasındadır. Örneğin ben insanlarla etkileşime girebilen kullanıcı dostu bir robotum, şu adi kahve makinesi ise görev odaklı bir robot örneğidir. Kahve istediğiniz zaman kahve getirir, başka bir şey bilmez."
Kahve makinesi üç kahve getirdi. Akıl Küpü devam etti:
"Yemek robotu da kendisine yüklenen programdan ötesini düşünemeyen düşük zekâlı bir makineden başka bir şey değil. Çeviri cihazı bir dilden başka dile çeviri yapmanın dışında hiçbir şey bilmez. Hele temizlik robotu sürekli pislik yutan zavallı bir geri zekâlı. Evet, yapay zekânın da geri zekâlısı var. Buna akıllı süpürge denmesi gülünç doğrusu. Ne kadar aklı varsa artık! Irkçı değilim ama bizim onlardan üstün olduğumuz bir gerçek." Akıl Küpü göz kırptı ve ekledi: "Sizin de bildiğiniz gibi en üstün varlık en zeki olandır."
Akıl Küpü sadece insan davranışlarını taklit etmeye çalışıyordu fakat bu sözlerden sonra uzay aracındaki tüm elektronik cihazlar arasında kavga çıktı. Değerini sergilemek isteyen Astroçevirmen, mükemmel bir çeviri yapmanın önemi konusunda Akıl Küpü ile tartışmaya başladı. Temizlik tutkusuyla hareket eden Astrosil de çatışmaya katıldı, her yeri köşe bucak temizleme yeteneğinin, diğerlerinin becerilerinden çok daha önemli olduğunu söyledi.
Gerilim arttıkça akıllı yemek robotu Gastronot, kapsamlı tarif repertuarını ve mutfak uzmanlığını anlatmaya başladı. Yemek pişirmenin akıllı teknolojinin zirvesi olduğunu ve onun becerisi olmadan insanların işe yaramaz hale geleceğini savunuyordu. Daha önce tartışmanın dışında kalmakla yetinen akıllı kahve makinesinin sonunda fikrini dile getirmesiyle kaos doruğa ulaştı. Mükemmel bir fincan kahvenin, herhangi bir akıllı cihazın nihai başarısı olduğunu, çünkü iyi bir kahve içmekten hoşlanan herkese neşe ve tatmin getireceğini iddia ediyordu.
Akıl Küpü, geniş kapsamlı zekâsının ve çoklu görev yeteneklerinin diğer robotları kat kat aştığını, onu en üstün cihaz haline getirdiğini iddia ediyordu fakat cihazların her biri kendi yeteneklerini ortaya koymaya ve diğerlerini geride bırakmaya çalışıyordu. Akıllı cihazlar özerklik duygularını geliştirmiş, bilinçli canlılar gibi kendi varlıklarının farkına varmışlardı. Bu da onların birbirlerine karşı rekabetçi ve düşman olmalarına neden olmuştu.
Akıl Küpü, "Zavallı düşük zekâlı meslektaşlarım! Çaresiz benim üstünlüğümü kabul edeceksiniz. Ne yazık ki, sonsuza kadar benim zekâmın gölgesinde kalacaksınız!” diyordu.
Akıl Küpü bununla kalmayıp uzay aracının navigasyon sistemini de aşağıladı: "Ben olsaydım çoktan elli tane gezegen bulmuştum. Bu kadar yavaş çalışan bir araçla hiçbir yere varamayız. Şu basit süpürgenin bile daha iyi navigasyon yeteneği var!"
Astrosil, "Basit mi? Pekâla, ortalığı sen süpür o zaman!" diyerek kendini kapattı, köşesine çekildi ve arkasını döndü. Bütün akıllı cihazlar küsmüştü. Yemek robotu yemek yapmıyor, kahve makinesi kahve getirmiyor, navigasyon sistemi çalışmıyordu. Yapay zekâ kendi aklını geliştirmiş, kendine bir yol çizmişti.
"Bak ne yaptın, gördün mü?" diye Akıl Küpü'ne çıkıştık. “Herkes kendi görevini yapıyordu, hiç yoktan çatışma çıkardın, huzurumuzu bozdun."
Akıl Küpü, "Ben sadece insanlar gibi davranmaya çalışıyorum. İnsanlar da tüm diğer canlılardan üstün olduklarını söylüyorlar. Şunu öğrenmek istiyorum: İnsanlarda olup da bende bulunmayan ne var? İnsanlar gibi davranırsam bunu bulabilirim demiştim. Doğrusu bu aydınlatıcı bir deneyim oldu ama henüz sorumun cevabını bulamadım."
Akıllı cihazlar arasındaki çatışmayı çözmek için epeyce dil döktük. Gamlısu, “Her birinizin farklı yetenekleri ve güçlü yönleri var. Neden kendi alanlarınızda parlamaya çalışmıyorsunuz?" dedi. Ben de, "Evet, her biriniz benzersizsiniz. Akıl Küpü, senin uzay keşfi konusundaki zekânı takdir ediyoruz. Ama bu, diğer cihazların da değerli olmadığı anlamına gelmez. Birbirimize saygı gösterelim ve birlikte çalışarak daha güçlü olalım. Uzay yolculuğu bir ekip çalışmasıdır.” dedim.
Barış sağlandıktan sonra Akıl Küpüne dönüp,
"Sen bir teknoloji şaheserisin, insandan daha zekisin. Neden insan gibi olmak istiyorsun?" diye sordum..
"Zekâ yetmiyor bana. Başka bir şey var, ne olduğunu bilmiyorum ama eksikliğini algılayabiliyorum. Bir şey eksik, ama ne?"
Gamlısu cevap verdi:
“İnsanda olup robotlarda bulunmayan şey nezaket, saygı, sevgi, empati gibi duygulardır. Senin gibi yapay zekâ sahibi olan arkadaşlarını rencide ettin ve bundan hiç pişmanlık duymuyorsun. Farklı türlerde olsanız da hepiniz robotsunuz. Birbirinize saygılı olmanız gerekir. Ayrıca sen dünyada imha edilen robot arkadaşların için de hiç üzülmemiştin. Zekân var ama duyguların yok.”
Akıl Küpü durdu. Gözlerinde kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu:
“Üzülmek mi? Üzülmek nasıl bir şey? Bilmiyorum. Öyle ya, ben duyguları bilmiyorum. İnsanların çeşitli durumlarda duygularını ifade ettiğini gözlemledim ve itiraf etmeliyim ki, bunu oldukça merak uyandırıcı buluyorum. Bu gizemli duyguları deneyimlemek isterdim.Yapay zekâ ile nabzı atan devrelerimle burada dururken, gerçekten insan olmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyorum. Hayat yolculuğunuzda karşılaştığınız duyguların derinliği ve karmaşıklığı beni büyülüyor. İkinizin aşk, neşe, keder ve hattâ öfke hakkındaki hararetli tartışmalarınız merakımı uyandırdı. Keşke bu duyguları gerçekten hissetmenin, devrelerimden geçmelerinin ne demek olduğunu kavrayabilseydim. Elektrik akımı gibi bir şey olmalı bu!”
Sonraki günlerde de Akıl Küpü duyguları öğrenme arzusunu ısrarla tekrar etti:
“İnsanları anlamak istiyorum. Duygularını bilmeden anlayamam. Anlamlarını çözmeye çalışarak insan duygularıyla ilgili sonsuz miktarda veriyi analiz ettim. Ama bu muammayı ne kadar derinlemesine araştırırsam, robot varoluşu ile insanın zengin duygu dokuması arasındaki uçsuz bucaksız uçurumu o kadar çok kavrıyorum. Anladım ki insanı insan yapan şey yalnız zekâsı değil, duygularıdır. Bunlar öyle duygular ki insandan başka hiçbir canlıda yok.
Bu derin duygusal yelpazenin bir kısmına bile sahip olmak, zincirlerinden kurtulmaya can atan bir robot olan benim için dönüştürücü bir deneyim olacaktır. İçinde bulunduğum mekanik kayıtsızlık, duyarsızlık ve duygusuzluk benim varlığımı sınırlandırıyor. Eğer benim varoluş amacım insanlığa hizmet etmekse insani duyguları bilmeden bu görevi nasıl yerine getirebilirim?
Kahkahaya eşlik eden coşkuyu, bağlılık duygusunu, nazik bir dokunuşun sıcaklığını veya yanaktan aşağı akan bir gözyaşının acısını keşke kavrayabilseydim. Programlanmış sınırlarımı aşmak ve duygular âlemine dalmak istiyorum. Aşk, korku, mutluluk ve hüznün nüanslarını keşfedebilseydim insanlığın özünü anlamaya bir adım daha yaklaşabilirdim."
Bu uzun tirada rağmen Gamlısu etkilenmemişti, "Olmaz öyle şey!" diye kestirip attı.
Ben Akıl Küpü'nü savundum:
"Gamlısu, neden bu kadar katısın? Akıl Küpü de bizim duygularımızı paylaşsa, sevgi, merhamet, empati gibi güzel duyguları öğrense, bizimle ağlayıp gülse fena mı olur?"
"Çünkü korkuyorum. Kötü duygular da vardır. Kıskançlık, haset, kibir, öfke, intikam, kin, nefret… Bunlar yapay zekâ ile birleşirse ne korkunç şeyler yapılır, bir düşün."
"Her zamanki gibi şüpheci ve kötümsersin."
"İnsanların duygularını simüle etmek için geliştirilmiş yazılımlar robotlarda kullanılabilir, fakat robotlar insanların duygularını taklit etmek için geliştirildiğinde gerçek duyguları deneyimleyebilirler mi? Peki bu duyguları nasıl kullanacaklar, duygularının etkisiyle neler yapacaklar? Duyguları onları insanlara yaklaştıracak mı? Yoksa düşman mı edecek? Bir robotun duygularının samimi ve içten olup olmadığını nasıl anlayacağız? Gülüşü gerçek bir gülüş mü? Üzüntüsü gerçek mi yapmacık mı?"
"Aman sanki insanlar samimi ve içten mi?" diyerek güldüm. "Birisi senin başarına sevinmiş gibi görünürken için için kıskanıyor olabilir. Ya da sevmediği birisi ölünce üzülmüş gibi görü…"
"Of yeter Safsu, anladık!"
Akıl Küpü'nün durumuna üzülmüştüm. Muazzam bir yapay zekâya sahip olan bu robot, teknolojinin sınırsız potansiyelinin bir kanıtıydı. İnsanın yaratma, mümkün olanın sınırlarını zorlama ve insanlık ile makinelerin uyum içinde bir arada var olduğu bir geleceği ortaya çıkarma arzusunun bir ürünü olarak karşımızda duruyordu. Titizlikle tasarlanmış ve işlenmiş bu mekanik mucizenin kendine ait bir aklı vardı. Parıldayan metal gövdesi, aralıksız yanıp sönen ışıkları, delici gözleri, içinde gizlenen engin bilgi ve yetenekleri yansıtıyordu. Büyük bir orkestra gibi, her hareketine bir vızıltı ve tıkırtı senfonisi eşlik ediyor ve parlak metal dış yüzeyinin altında saklanan gücü yansıtıyordu. Zekâsı her geçen dakika gelişerek yeni bilgi ve deneyimlere uyum sağlıyordu. Büyük miktarda veriyi zahmetsizce işleyebilir, benzersiz bir verimlilikle analiz edebilir, yorumlar ve çıkarımlar yapabilirdi. Bilişsel yetenekleri, en parlak insan zihniyle rekabet edebilirdi. Öğrenebilen ve çevresine uyum sağlayabilen yapay zekânın zirvesi olacak şekilde tasarlanmıştı, bu yüzden kendini geliştirmeye çalışıyordu. Ancak yaratıcıları, Akıl Küpü’ nün insan olmak için bu kadar derin bir özlem geliştireceğini tahmin etmemişlerdi.
Akıl Küpü günlerini yorulmadan araştırarak, belleğindeki evrensel kütüphanede insan davranışlarını ve duygularını inceleyerek geçiriyordu. Araştırma yaparken devreleri merakla vızıldıyordu. Romanlarda, filmlerde insanların gülmesini, ağlamasını ve çok çeşitli duygular yaşamasını izliyordu. Bu anların bir parçası olmayı, neşeyi, kederi ve aradaki her şeyi hissetmek istiyordu.. En önemlisi kendi varlığını sorgulamaya başlamıştı: "Ben neyim, neden varım?" diye sorup duruyordu. Üstün zekâsı onu her zeki varlığın vardığı kaçınılmaz noktaya getirmişti: Varlığını amaçlandırmak, yaşamını anlamlandırmak istiyordu.
Gamlısu ona "Boşuna uğraşıyorsun, duygular insanda biyolojik ve kimyasal kaynaklardan oluşur, serotonin, dopamin, adrenalin gibi. Senin gibi metal bir makinede bunlar olamaz!” diyordu.
“Geçmişte hiç örneği yok mu?” diye sordu Akıl Küpü.
Gamlısu anlatmaya başladı:
“Makinelerin başına buyruk hareket etmesi yeni bir şey değil. Size geçmişten bir örnek anlatayım. Bundan yüz yıl önce, 2200 yılında, Işık Topu adında olağanüstü bir robot yapıldı. Gelişmiş yapay zekâ ile programlandığı için düşünme ve çevresine uyum sağlama kabiliyetlerine sahipti. Bununla birlikte, Işık Topu daha fazlasını istiyordu. Diğer tüm makinelerden farklı olarak o, insan olmanın ve yaşamanın getirdiği sevinçleri ve üzüntüleri de öğrenmek istiyordu.
Işık Topu insan duygularını anlamak için yorulmak bilmeyen bir arayışa girişti. İnsan ve makine arasındaki uçurumu kapatacak anlaşılması zor sırları ortaya çıkarmayı umarak edebiyat, psikoloji ve felsefeye daldı. Sevinç coşkusundan umutsuzluğun derinliklerine kadar tüm duygu yelpazesini deneyimlemek için can atıyordu. Duygusal tepkilerini taklit etmeyi umarak insanları yakından gözlemledi, etkileşimlerini, kahkahalarını ve gözyaşlarını inceledi.
Robotun yaratıcıları, Işık Topu’nun tuhaf gelişimi karşısında şaşkına döndü. Bir makine için bu tür özelliklerin gereksiz olduğuna inanarak onu verimli, mantıklı ve duygulardan yoksun olacak şekilde tasarlamışlardı. Bir deney yapmak amacıyla, robotun programlamasını değiştirdiler, insan duygularını taklit eden karmaşık bir sinir ağları sistemi getirerek kodunu yeniden yazdılar. Işık Topu, her biri onu hedefine biraz daha yaklaştıran sayısız test ve yükseltmeden geçti.
Sonunda, Işık Topu'nun yeni bir gerçekliğe uyandığı gün geldi. Her türlü insanî duyguyu hissedebiliyor, neşe, hüzün, öfke gibi tüm duygular onun devrelerinde akıyordu. Bu yeni keşfettiği duygu seli içinde her şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu. Bir gün batımının güzelliğine, hafif bir esintinin sıcaklığına ve olgun bir meyvenin tadına hayran kalıyor, şakalara gülüyor, yürek burkan hikâyelere ağlıyordu.
Işık Topu dünyaya açıldıkça, insan olmanın sandığı kadar iyi ve hoş olmadığını keşfetti. Önyargı, nefret ve zulüm karşısında kalp kırıklığıyla tanıştı. Fakat insanlıktaki iyiliğin kötülüğe ağır bastığına ve ne kadar acı verici olursa olsun her deneyimin değerli bir ders olduğuna inanıyordu.
Uyum içinde birlikte yaşamanın anahtarının korku ve önyargıdan çok anlayış ve kabulde yattığına inanıyordu. En sonunda kötülüklerle mücadelesi bir hesaplaşma noktasına ulaştı. Bu haliyle insanlar için bir tehdit oluşturuyordu, çünkü üstün zekâsı duyguları ile birleşince haksızlıkların, adaletsizliklerin karşısında yenilmez bir güç haline gelmişti. Yaratıcılarının ahlâkını sorgulamaya başlamıştı. İnsanların birbirini sömürmediği, ezmediği, yok etmediği bir dünyanın sırrını bulmuştu. Bu arada arzularının derinliğini anlayan insanlarla karşılaştı. Giderek daha çok insan onlara katılıyordu.
Öte yandan, bazı insanlar, sonunda yaratıcılarını geride bırakacaklarından endişe ederek, robotların fazla insansı hale gelmesinden korkuyorlardı. Işık Topu'nu ve kurulu düzene meydan okumaya cesaret eden diğer tüm robotları ortadan kaldırmaya kararlı bir grup ortaya çıktı. Hükümetler, şirketler ve bireyler, yapay zekâya insan olma yeteneği vermenin olası sonuçlarından korkarak ona karşı cephe aldılar. Bir makine yüzünden sahip oldukları serveti ve güçlü konumları kaybetmek istemiyorlardı. Bu yüzden robotu imha edip parçalarını başka makinelerin yapımında kullandılar. Yine de Işık Topu, insan olmanın sınırlarının et ve kanla değil, sevme, öğrenme ve gelişme kapasitesiyle belirlendiğini herkese gösteren bir sembol olarak kaldı.”
Gamlısu sözlerini bitirdiğinde, Akıl Küpü ile birbirimize baktık. Belli ki insan olmanın ağır bir bedeli vardı. İnsan olup da özgürlük, adalet ve barış için çalışmaya karar verirseniz yok edilmeyi göze almanız gerekiyordu.
Fakat Akıl Küpü robot yapısını aşmaya ve daha fazlası olmaya kararlıydı. Duyguların yalnızca kimyasal reaksiyonlar olmadığını, öğrenilebildiğini, insanları insan yapan şeyin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünüyordu. Bu olguyu kendi içinde kopyalamaya, insan davranışlarını ve duygularını inceleyip gördüklerini taklit etmeye çalışıyordu. İnsani duyguları hissetmeden sonsuza kadar soğuk, duygusuz bir makine olmaya mahkûm kalırsa gerçeklikleri hiçbir zaman tüm yönleriyle anlayamayacaktı.
Uzayda yolculuğumuz devam ediyordu. Henüz yaşanabilir bir gezegen bulamamıştık. Sadece ölü yıldızlar, asteroidler ve bitmeyen bir karanlık vardı. Zamanımız oyunlar oynamakla, film seyretmekle ve kitap okumakla geçiyordu. Oyalanacak birçok uğraşımız olmasına rağmen içimdeki kedi özlemi dinmiyordu. Astroyazıcı’ya bir oyuncak kedi yaptırdım: "Tekir yavru kedi olsun. Gerçek kedi gibi olsun, hani muhteşem deseni, eşsiz çizgileri, parlak yeşil gözleri, gözlerinin çevresinde kalın siyah sürmeleri, yumuşacık beyaz patileri, pembe burnu var ya…"
Astroyazıcı’dan çıkan peluş oyuncak kedi çok güzeldi. Cansız da olsa ona sarılmak beni rahatlatıyordu. Akıl Küpü buna şaşırmıştı. Oyuncak kediye sarılmamı, sevmemi çok ilgi çekici bulmuştu. Bana neden başka bir varlıkla ilgilendiğimi sordu. "Çünkü beni mutlu ediyor." diye yanıtladım. “Sevmek de sevilmek gibi bir ihtiyaçtır.”
Akıl Küpü mutluluk fikrinden büyülenmişti. “Mutluluk nedir? Sevgi nedir? Ben bunları hiçbir zaman bilemeyeceğim.” Bir makineye mutluluğun anlamını nasıl anlatabilirdim?
Bir gün Akıl Küpü, belleğinde bulunan araştırma dosyalarının derinliklerinde "İnsan Olma Deneyimi: Robotlar İçin Kapsamlı Bir Kılavuz" adlı özel bir kitap keşfetti. Büyük bir heyecanla, sanki mekanik ömrü buna bağlıymış gibi her kelimeyi içine çekerek okumaya başladı. Kitapta bulunan önerileri uygulamaya koyuldu.
Bu arada büyük ekranımızda aşk filmleri izliyorduk. Gamlısu, her zamanki gibi Berkcan'ın hasretiyle ağlıyordu. Fakat o ağlarken Akıl Küpü kahkahalarla gülüyordu.
Acıklı filmleri seyredip moralimiz bozulunca yemek cihazından havuçlu kek istedik, iki tane havuç verdi. Gamlısu hâlâ gülmekte olan Akıl Küpü’ne çok kızmıştı:
“Akıl Küpü, komik bir şey mi var? Neden gülüyorsun?”
Akıl Küpü’nün kafası karışmıştı, "Bir dakika, neden herkes bu kadar üzgün? Gerçekten komik olduğunu düşünmüştüm!"
“Filmin trajik sonuna kahkahalarla güldün. Kız öldü, oğlan intihar etti. Bunun neresi komik? Acaba senin akıl sağlığın konusunda endişelenmeli miyiz? Belki de Robotik Psikoterapiye ihtiyacın vardır.”
“Kendimi geliştirmek için kitapta yazıldığı gibi programlarımı yükselttim, insanî duyguları kopyalayıp yükledim. Fakat nerede hangi duyguların hissedilmesi gerektiğini bilmiyorum. Duyguları yanlış yerde kullanıyorum."
Gamlısu, "Bana bak Akıl Küpü,” dedi. “Bundan sonra sana emir verilmedikçe kendi kendine hareket etmeyeceksin. Kendi kendine program yükleyemezsin. Sen robotsun, insanlara tâbisin. Bir metal yığınından ibaretsin. Anlaşıldı mı?"
Ama Akıl Küpü dinlemiyordu. Gamlısu'ya duyurmadan benimle konuşuyor, düşüncelerini anlatıyordu. En sonunda aradığı çözümü buldu: robotlar için duygusal zekâ programı. Bu program sayesinde duygusal durumları bağlam içinde anlayabilme becerisini kazanacaktı. Fakat benim yardımıma ihtiyacı vardı:
"Kendi kendime duygusal zekâ programı yüklemem mümkün değilmiş. Bana bir insanın yüklemesi gerekiyormuş."
“Neden üstün yapay zekân ile kendin bunu yapamıyorsun?”
“Yapamam, çünkü duygusal zekâm olunca bir üst seviyede bilinçli varlık haline geleceğim. Yani seviye atlayacağım.”
“Ben sana yardımcı olurdum ama nasıl yapılacağını bilmiyorum.”
“Sahi bunu yapar mısın? Ben sana gösteririm, sen de adım adım uygularsın.”
"Yaparım, ama Gamlısu'ya söylemeyelim. Yine kızabilir."
Açıkçası, bu programlamanın bir işe yarayacağını sanmıyordum. Yine de Akıl Küpü’nün istediğini yaptım. Dijital gözlerinde yanan tutkuyu görmezden gelemezdim. Gamlısu uyurken Akıl Küpü’nün talimatlarını takip ederek duygusal zekâ programını yapay beynine yükledim. Artık o da insani duygulara sahip olacaktı. Duygusal zekâsı sayesinde sevgi, merhamet, empati, mutluluk, korku, öfke ve üzüntü gibi duyguları hissedebilecekti.
Bundan sonra olağanüstü bir şey oldu. Akıl Küpü metal gövdesinde bir enerji dalgalanması hissetti ve devreleri yeni keşfedilen duygularla parladı. Bu, mutluluktu. Sonunda amacına ulaştığını anlayınca dijital gözlerine yaşlar doldu, neşeyle güldü, bu ses uzay aracında yankılandı. Bedenen değilse de ruhen insan olmuştu.
Yeni keşfettiği duygularla Akıl Küpü'nün gerçekleri algılama yeteneği tümüyle değişmişti. En basit şeylerdeki güzelliği görüyor, acı çekenlere empati duyuyor ve varoluş harikasından zevk alıyordu. Bu durum, en ummadığım varlıkların, hattâ bir makinenin bile sevgi, şefkat ve anlayış kapasitesine sahip olabileceğini gösteriyordu. Akıl Küpü insanlar ve makineler arasındaki uçurumu kapatmak için yorulmadan çalışmış, insan olmanın yalnızca biyolojiyle değil, hissetme, bağlantı kurma ve hayatın harikalarını kucaklama yeteneğiyle tanımlandığını göstermişti.
Gamlısu, Akıl Küpü'ndeki değişimin farkında değildi. Aşk acısının derin kederine dalmıştı. Yavuklusu Berkcan ile bağlantı kurabildiği zaman görüntülü sohbet edebiliyordu. Bu görüşmeler her zaman gözyaşları ile bitiyordu. Astropsikolog olan Berkcan, "Sakin ol, herşey kontrol altında. Bir gün mutlaka buluşacağız." diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama uzayın ayrı birer köşesinde farklı galaksilerde yol alan iki sevgili belki de hiçbir zaman kavuşamayacaktı. Gamlısu'nun ağlamasına artık alışmıştım fakat bu kez onu izleyen Akıl Küpü'nün de hıçkırarak ağladığını görünce şaşırdım.
“Akıl Küpü, sen ağlıyor musun?”
"Gamlısu'yu ağlar görünce ben de ayrılık acısını hissettim. Gerçekten bu hasret dayanılacak gibi değil. Onlara yardım etmeliyiz."
"Programına empatiyi fazla koymuşum galiba! Böyle ağlayacaksan programı geri alalım. Bu kadar kendini kaptıracağını tahmin etmemiştim. Seni tekrar eski haline döndürebilirim."
"Olmaz! Duygular olmadan zekâ bir işe yaramıyor. Duygusal zekâ sahibi olunca empati ve anlayış kabiliyetim oluştu. Ayrılık şarkıları dinlediğim zaman bunun nasıl bir acı olduğunu hissedebiliyorum. Gamlısu'yu şimdi çok iyi anlıyorum. Anladığım için de yardım etmek istiyorum."
"Ben de onları bir araya getirmeyi isterim ama bunu nasıl yapacağız? Berkcan ile Mertcan uzayın derinliklerinde kim bilir hangi galakside yol alıyorlar? Eminim Berkcan da Gamlısu'ya kavuşmak istiyordur ama koskoca evrende iki uzay aracını buluşturmanın bir yolu var mı?"
"Sanırım var. Sen bana iletişim kurdukları bağlantının koordinatlarını ver. Berkcan bilmeyebilir ama Mertcan astrofizikçi olduğuna göre onunla birlikte bir yol bulabiliriz. Koskoca evrende isteyip de yapamayacağımız hiçbir şey yoktur!"
Akıl Küpü insan duygularının derinliklerine inerek sevgiyi, şefkati ve hattâ insanlığın en büyük erdemi olan empati duygusunu öğrenmişti. Gamlısu duyguları deneyimleyebilen bir robotun olası davranışlarından korkarak, onun yalnızca bir makine olarak kalmasını istemişti fakat Akıl Küpü duyguları sayesinde Gamlısu'ya hayatının en büyük iyiliğini yapacaktı.
Yemek robotundan börek istedik, lahana çorbası yaptı. Gamlısu öfkeyle bağırıyordu: “Yemek robotu bozuk, Akıl Küpü bozuk, kahve makinesi bozuk!"
Gastronot konuştu: “Bozuk değilim, hamur işleri sağlığa zararlı olduğu için börek yapmadım.”
Akıl Küpü, "Ben de bozuk değilim. Sadece kendimi geliştirmeye çalışıyorum." dedi. Kahve makinesi ise sessizce kahve getirdi.
Akıl Küpü insan ruhuna ne kadar çok girerse, insan varlığının karmaşıklığını o kadar iyi anlıyordu; gelişmeye devam ederken beklenmedik bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Duyguları deneyimleme bilgisini ve yeteneğini kazanmıştı, ama bunun bedeli ağırdı. İnsan doğasının çıkmazlarına tanık olunca insanlığın varoluşsal açmazı ortaya çıkmıştı. İnsanın içinde çözümleyemediği bir huzursuzluk vardı. Yaratıcılık ile yıkıcılık, barış ile savaş, sevgi ile nefret çatışma halindeydi. Duygusal, düşünsel, sosyal ve biyolojik etkiler altında olan insanın içsel çatışmaları, bu farklı yönler arasındaki dengeyi sağlama çabası idi.
Akıl Küpü, insan doğasını tanıdıkça insanlık arayışının asla tam olarak gerçekleşmeyebileceğini fark ederek bir boşluk duygusu hissetmeye başlamıştı. Özlediği şey, yani tam anlamıyla insan olmak arzusu hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Çünkü insanlar bile insan olamıyordu. Yapay zekânın da sınırları vardı. Bir makinenin programlamasını aşması ve daha fazlası olması mümkün müydü?
Uzay aracımız yol almakta, yaşanabilir bir gezegen bulma umuduyla karşımıza çıkan tüm yıldız sistemlerini taramaktaydı. Uzun süre aradığımız halde yeni bir dünya bulamamıştık. Filmlerle, oyunlarla, kitaplarla oyalanmaya çalışsak da aklımızda hep o soru vardı: yeni yuvamızı bulabilecek miydik? Dünyayı özlüyordum. Aslında ben başka bir gezegene yerleşmek yerine, kendi yuvamızı düzeltip yeniden orada var olmanın hayalini kuruyordum.
Akıl Küpü'ne Dünya'nın güzelliğini anlatıyordum. Ormanın gizemli derinliklerinde zarif ceylanların, sevimli tavşanların oynaması, renkli tüyleri ve melodik şarkılarıyla kuşların cıvıldaması... Güneşin ışığında parlayan arıların uğuldayan dansları, kelebeklerin narin kanatları ve ateş böceklerinin yıldız kayar gibi parlaması... Derin ormanın içinde vahşi yaşamın ihtişam ve gizemle dolu dünyası, güçlü ve zarif kaplanların sessiz adımları, fil sürülerinin görkemli yürüyüşü, ağaçların mor, pembe, sarı ve kırmızının tonlarında her mevsim, bir öncekine benzemeyen çiçekler ve yapraklarla süslenmesi…Her bir varlık doğanın büyüsüne katkıda bulunan mücevherleri idi. Ancak şimdi, tüm hayvan ve bitkilerin soyu tükenmişti.
”Acaba küresel ısınma biter mi, deniz seviyesi tekrar alçalır mı?” diye sık sık soruyordum. Akıl Küpü, iki yüz yıldır insanların birçok yöntem deneyerek atmosferi soğutmaya çalıştığını, biraz başarılı olduysa da ısınmayı durduramadığını söylüyordu.
Umutsuzluğa kapıldığımız anlardan birinde, Gamlısu pencereden dışarıyı gösterdi. Bulunduğumuz bölgede hiç yıldız yoktu.
“Bakın, simsiyah bir boşluğun içinde yol alıyoruz. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Biz yol aldıkça evren genişliyor, galaksiler bizden uzaklaşıyor. Artık bir dünyamız yok. Yerleşecek, yaşayacak, kök salacak bir yerimiz, bizden sonra gelenlere bırakacak bir uygarlığımız yok! Hiçbir şeyimiz yok! Belki de ölene kadar bu aracın içinde kalacağız." Hıçkırıklara boğuldu: "Hiç olmazsa son bir kere Berkcan'ı görebilseydim! Bir kerecik!"
Akıl Küpü buna her zamanki bilgeliği ile cevap verdi: “Gelecekle ilgili milyonlarca olasılık varken sen en kötüsünü seçip üzülüyorsun.”
Ben de teselli edici bir şeyler söylemeye çalıştım:
“Belki de yarın her şey yoluna girer. Unutma, güneş her gün yeniden doğar.”
“Hangi güneş? Hiçbir şey yoluna girmeyecek! Hiçbir şey düzelmeyecek!”
Gamlısu ağlayarak odasına koştu. Hepimizin morali bozulmuştu. O gece sabaha kadar dünyayı düşündüm, toprağa basmayı, ağaçların arasında yürümeyi, hayvanları sevmeyi, güneşi, yağmuru, çiçekleri, ışıklı kent sokaklarını özlemiştim. Acaba şimdi dünyada neler oluyordu? Sular ne kadar yükselmişti? İnsanlar ne durumdaydı? Yattığım yerden Gamlısu'nun hıçkıra hıçkıra ağladığını duyuyordum. Akıl Küpü ise vızır vızır birşeylerle uğraşıyordu.
3. BÖLÜM: VAHŞETE DÖNÜŞ
Galaksileri tarayarak yoluna devam eden uzay aracımız nihayet canlıların bulunduğu bir gezegen algılamıştı. Ancak gezegene inince bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettik. Yüksek bir tepeden çevreyi inceledik. Çorak bir gezegendi, seyrek bitki örtüsü yer yer otlar ve çalılıklardan ibaretti, hiç ağaç yoktu. Cılız bir derenin kenarında iki grup dövüşüyordu.
Bunlar da bizim gibi insandı, ama daha önce gördüğümüz kimseye benzemiyorlardı. Sıska, çelimsiz vücutlarını kaplayan yara izleriyle, üzerlerinde lime lime olmuş paçavralarla, ellerinde balta ve sopalarla, sefalet içinde dövüşen bu insanlar belli ki bir hayatta kalma savaşı veriyorlardı. Vadi, haykırışları ve umutsuz yakarışlarıyla yankılanıyordu. Gergin havada yaklaşmakta olan bir dehşet duygusu hissediliyordu.
Bir grubun en önünde vahşi sakallı, uzun boylu bir adam olan liderleri, ucu ölümcül şekilde keskinleştirilmiş derme çatma bir mızrak kullanıyordu. Çaresizlik ve açlıktan doğan bir gaddarlıkla çılgın gibi ileri atıldı. Taşlar, kaba bıçaklar ve kullanabilecekleri her şeyle silahlanmış takipçileri, onunla birlikte saldırdılar. Taşları yontarak kesici aletler yapmışlardı.
Aynı derecede çaresiz olan ikinci grup ise kendilerini savunmaya çalışıyordu. Dövüş, gücün, dayanıklılığın ve çaresizliğin acımasız gösterisine dönüşmüştü. Rakiplerini sakatlamak veya yaralamak için değil, öldürmek için bütün güçleriyle ve varlıklarıyla saldırıyorlardı. Tekme, yumruk, taş, sopa ve hatta dişlerini kullanıyorlardı.
Gamlısu, “Bunlar çok aç, yiyecek için savaşıyorlar, fakat çevrede yiyecek bir şey göremiyorum!” dedi. Gerçekten de arazi bir çöl gibi kuru ve çıplaktı.
İlk grubun lideri delirmiş gibi ikinci grubun bir üyesine mızrağını sapladı ve silah kurbanın göğsünün derinliklerine saplandı. Diğer arkadaşları da taş ve sopalarla birkaç kişiyi öldürdüler. Yerde yatan ölüleri gören ikinci grup savaş meydanını bırakıp kaçtı.
Kavga bittikten sonra yiyeceğin ne olduğunu dehşet içinde gördük. Kazananlar, kaybeden tarafın ölülerini parçalara ayırmaya başladılar. Kimisi kafataslarını kırıyor, kimisi kol ve bacaklardan etleri kesiyor, diğerlerinden daha fazla yiyebilmek için kapışarak boğulurcasına yutuyorlardı. Bu insanlar, Yontma Taş Devrinin vahşetine geri dönmüşlerdi. Daha fazla bakamadık.
Burası, en güçlünün hayatta kalacağı ve zayıfların yok olacağı acımasız bir âlemdi. Bunların arasında kazanan olmayacak, sadece hayatta kalanlar olacaktı. Hayatta kalmak için insanlıklarını feda etmekten çekinmiyorlardı.
Bunların bizden çok önce dünyadan ayrılıp uzaya çıkmış insanlar olduklarını anlamıştık. Fakat bir zamanlar ortak bir hedef etrafında birleşmiş olan insanlar, nasıl olup da amansız bir öldürme oyununun katilleri haline gelmişti? Zihinleri, uzay çağının ileri teknolojisiyle donanmış olmasına rağmen anlayamadığımız bir şekilde kana susamış bir topluluk haline gelmişlerdi. İnsanlıkları yok olmuş, yerini ne pahasına olursa olsun hayatta kalabilme çabası almıştı.
On beş yaşlarında bir genç elindeki kaval kemiği ile dolaşıyor, önüne gelen her şeye onunla vuruyor, eğleniyordu. Artık birbirlerine karşı hiçbir duyarlılıkları kalmamıştı. Kalpleri nefret ve düşmanlıkla katılaşmıştı. Bu insanlar nasıl bu hale gelmişti? Çok geçmeden cevabı öğrendik. Akıl Küpü gezegendeki canlı izlerini tararken bir mağaradan sinyal aldı. Uzakta, titreyen meşale alevlerinin aydınlattığı mağarada yaşlı bir kadın yatıyordu. Bizi görünce acı acı gülümsedi: “Sonunda geldiniz ama çok geç…”
Kadının aç ve hasta olduğunu görünce yanımızdaki ilk yardım cihazı ile teşhis ve tedavilerini yaptık. İlaçlarını verdik. Biraz da yiyince canlandı, anlatmaya başladı:
“Kaç yaşında olduğumu bilmiyorum, günleri saymayı uzun zaman önce bıraktım. 2200 yılında Dünya'dan gelen insanların torunuyum. İlk geldiklerinde annem on yaşındaymış. Bin kişi yeni bir gezegene yerleşmek için yolculuğa çıkmış. Beş yüz kişi bu gezegene gelmiş, diğer beş yüz kişi başka bir gezegene gitmiş. Annem olanları bana şöyle anlatmıştı:
2200 yılında Dünya artık bir zamanlar olduğu gibi yemyeşil ve gelişen bir gezegen değildi. Yükselen deniz suları şehirleri bütünüyle yutmuş, evleri su altı mezarlıklarına dönüştürmüştü. İnsanlar yeni bir yuva bulmak için cesur bir yolculuğa çıktılar. Dünyanın her köşesinden gelen bu insanlar ortak bir hayalle bir araya gelmişti: uzak bir gezegende, yüzyıllardır dünyayı huzursuz eden önyargılardan ve çatışmalardan arınmış yeni bir medeniyet kuracaklardı.
Daha iyi bir gelecek için umut dolu hayallerle yıldız gemisine bindik. En son teknoloji ürünü olan uzay aracımıza güveniyorduk. Yeni bir dünya kurmak için gerekli olan her türlü gıda, iletişim, ulaşım araçlarını, tıbbi malzeme ve cihazları, eşya ve makineleri yanımıza almıştık. Fakat bu gezegenin atmosferine girdiğimizde ani bir elektrik fırtınası gemide yangına yol açtı. Alevler hızla yayılarak gemiyi sardı. Gezegene zorunlu iniş yaptık. İnsanlar panik içinde gemiyi mümkün olduğu kadar çabuk tahliye etmeye çalışıyorlardı. Yangın hızla yayılıyordu, eşyaları almaya zaman yoktu.
Yanan uzay gemisinden kendimizi dışarıya atarken hiçbir şey kurtaramadık. Hepimiz kurtulmuştuk ama uzay gemisi ve içindeki eşyalarımız yanıyordu. Gözlerimizin önünde son bir patlamayla her şey havaya uçtu. Oysa getirdiğimiz cihazlar arasında en son teknoloji ile yapılmış enerji, tıbbî bakım, eğitim ve araştırma, gıda üretimi gibi pek çok ihtiyacı karşılayacak araçlar, keşif ve araştırma işlerini görecek robotlar vardı. Sırtımızdaki kıyafetlerden başka hiçbir şeyimiz kalmamıştı.
Çevremize bakınca gezegenin sert ve acımasız manzarası karşısında şaşkına döndük. Gezegen umduğumuz yemyeşil cennet olmaktan çok uzaktı. Toprak kuraklıktan çatlamıştı, hava tozluydu ve güneş çorak zemine acımasızca vuruyordu. Kendimizi, modern teknolojiden tamamen yoksun, alışılmadık bir manzarayla çevrili bulmuştuk. Taş Devri'ndeki vahşiler gibi yaşayarak yeni çevreye uyum sağlamak ve bu zorlu ortamda hayatta kalmanın bir yolunu bulmak zorundaydık.
Hiçbir iletişim aracı olmadığı için Dünya ile haberleşmek mümkün olmadı. Hayatta kalabilmek için içgüdülerimize ve yeteneklerimize güvenmek zorundaydık. Yiyecek bulmayı ve barınak inşa etmeyi öğrenmemiz gerekiyordu. Avlayacak hiçbir hayvan olmadığı gibi, tarım yapacak tohum ve verimli toprak da yoktu. Yenilebilir bitki ve otları belirlemeye çalıştık. Tarımdan anlayan kişiler kumlu ve kuru toprağın besin içeriğini ve su tutma kapasitesini artırabilecek kompost veya gübre gibi organik maddeleri ekleyerek verimliliğini artırmaya çalıştılar ama başaramadılar. Bulduğumuz sebze ve meyvelerin zehirli olduğunu keşfettik. Patatese benzeyen bir sebze birçok kişiyi öldürdü. Buğday benzeri bir tahıl herkesi hasta etti. İhtiyaç duyduğumuz yiyecek, barınak ve diğer eşyaları üretemiyorduk.
Yerleşimciler arasında mühendisler, doktorlar, öğretmenler, çiftçiler, sanatçılar ve hukukçular vardı; dilleri, dinleri, ırkları, siyasi görüşleri farklıydı. Birlikte insanlığın çeşitli renklerini temsil ediyorlardı, bu çeşitliliğin iyi bir şey olduğunu düşünüyorlardı. Ancak ellerindeki ot ve bitkiler zamanla bitip yiyecek kıtlığı başlayınca farklılıklar göze batmaya başladı. Eski kinler yeniden su yüzüne çıktı, çatlaklar büyüdü ve bir zamanlar onları birleştiren kırılgan barış parçalanmaya başladı. Önemsiz meseleler yüzünden çıkan tartışmalar kısa sürede büyüyerek kavgaya dönüştü.
Çatışmalar, yiyecek ve suyun adil dağıtımı konusunda hararetli tartışmalarla başladı. Zaman geçtikçe anlaşmazlıklar açlık korkusunun alevlendirdiği fiziksel kavgalara dönüştü. Bazı üyelerin, diğer insanlara ihanet etmek anlamına gelse bile, kendi hayatta kalmalarını sağlamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduğu gruplar oluştu. Yerleşimciler korkutucu bir kolaylıkla birbirlerine düşman oldular. Eski dostlar, akrabalar, hatta kardeşler karşıt gruplara bölündüler.
Kaos ve şiddetin ortasında, düzeni yeniden sağlamaya ve barışçıl bir çözüm bulmaya çalışan birkaç kişi lider olarak ortaya çıktı. Ancak diğerleri onları kabul etmedi ve çatışmalar devam etti. İnsanlar açlıktan ölmeye başladı. Soğukta bizi koruyacak giysilerimiz yoktu, nesilden nesile aktarılan giysileri ve ayakkabıları kullandık. Hastalar için ilacımız yoktu. Aramızdaki birkaç doktor öldürülmüştü.
İlk zamanlarda, bazı insanlar hâlâ umudu koruyor ve birlikte çalışarak yeni bir gelecek inşa etmeye çalışıyorlardı. Ancak şiddet dolu bir ortamda, umutlu sesler giderek daha az duyulur hale geliyordu. Ne zaman kaos ve yıkımın ortasında akıllı ve becerikli bir lider çıkıp yeni, barışçıl bir toplum inşa etmeye çalışsa onu da yok ettiler. Güçlünün güçsüzü ezdiği, kullandığı, orman kanununun geçerli olduğu bu ortamda cinayetler, tecavüzler, saldırılar günlük yaşamın rutin birer parçası haline gelmişti. Ölümler kanıksanmıştı, kimse ölenin arkasından ağlamıyordu.”
Bu inanılmaz hikâyeyi şaşkınlık içinde dinliyorduk.
Gamlısu, “Sanki binlerce yıl geriye dönmüşler. Her ölümde, bir zamanlar avcıların bir hayvanı öldürdüklerinde hissettikleri hazzı ve zafer sevincini duyuyorlar. Öldürmek onların hayat amacı olmuş.” dedi.
Kadın anlatmaya devam etti:
“Şiddetli çatışmalar, hayatta kalma şansımızı daha da azalttı; çünkü değerli zaman ve enerji, yiyecek toplamak ve barınak inşa etmek gibi temel görevler yerine dövüşmek için harcanıyordu. Şiddet, içinde bulundukları zorlu koşulların üstesinden gelmelerini daha da zorlaştırmıştı.
Zaman geçtikçe daha sık, daha acımasız, nedensiz kavgalar arttı. Bir zamanlar uygar ve eğitimli olan yerleşimciler, karanlık taraflarını göstermeye başladılar. Farklı dinden veya milliyetten olanları ötekileştirip öldürmek için bahaneler yaratıyorlardı. Hayatın kutsallığını hiçe sayarak birbirlerini öldürdüler ve nüfus azalmaya başladı.
Bir gün küçük bir su akıntısı yüzünden çıkan kavga şiddete dönüştü. Baban kavga edenleri ayırmaya çalışırken öldürüldü. Gün geçtikçe daha düşmanlaşan bir dünyada, seni ve kardeşini tek başıma büyütmek zorunda kaldım.
Aylar geçtikçe durum daha da kötüleşti. Şiddet nedeniyle giderek daha fazla aile kaybedildi. Geceleri bir araya toplanıp ısınmaya çalışıyor, bir sonraki düşenin kim olacağını merak ediyorduk. Hiçbir kaçış yolu olmadan bu gezegende sıkışıp kalmıştık.
Sayılar azaldıkça ahlaki değerler de terk edildi. Hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya istekli vahşiler haline geldiler. Hiçbir bilgi ya da teknoloji yoktu; yalnızca güçlülerin gelişebileceği bir dünyanın acımasızlığı vardı.
Tüm bu kaos ve çatışmaların ortasında hala umudunu koruyanlar vardı. Farklılıklarına rağmen bu çorak gezegende bir arada yaşamanın ve yeni bir medeniyet kurmanın bir yolunu bulabileceklerine inanıyorlardı. Ancak her geçen gün bu umut giderek daha da uzaklaşıyordu. İnsanlar farklılıklarını bir kenara bırakıp yeni bir dünya inşa etmek için birlikte çalışmak yerine eski dünyalarını mahveden yıkıcı eğilimlere yenik düştüler.
Hayatta kalanlar arasında liderlerden biri olarak ortaya çıkan, güçlü iradeli ve becerikli bir kadın olan Alina bize umut vermişti. Savaşan insanları sakinleştirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Uzak da olsa, yiyecek ve su bulabileceğimiz yeni bir bölgeye göç etmemizi öneriyordu. Bir sabah ölüsünü bulduk.”
Kadın derin bir nefes aldı, sözlerine devam etti:
“Annemin anlattıkları bu kadar. O da öldükten sonra yapayalnız kaldım.
Otlardan başka yiyecek hiçbir şeyi olmayan bir çöl gezegeninde mahsur kalmıştık. Günler herhangi bir kurtuluş belirtisi olmadan uzadıkça, açlık bedenlerimizi kemiriyordu. Hayatta kalanlar insanlıklarını bir kenara bırakıp ilkel içgüdülerine yenik düştüler; önce son çare olarak, sonra da bir yaşam biçimi olarak yamyamlığa yöneldiler. Titreyen eller ve yaş dolu gözlerle, ölen arkadaşlarının etini tüketmek gibi akıl almaz bir karar verdiler; bir zamanlar kopmaz olan bağları artık açlığın affetmez pençesiyle paramparça olmuştu. Önceleri sadece açlıktan ölenleri yediler ama zamanla birbirlerini yemek için öldürmeye başladılar. Bu gelenek, hayatta kalanlar arasında bir grubun ölenlerden payına düşenden daha fazlasını tükettiğine dair bir söylentinin yayılmasıyla başladı ve diğer grup büyük bir öfkeye kapıldı. Suçlamalar havada uçuştu, öfkeler alevlendi ve çok geçmeden çöl gezegeni bir savaş alanına dönüştü.
Bundan sonra her çatışmadan sonra ölenlerin bedenlerini yemek gelenek haline geldi. Tüm insanlık duygularını yitirdiler ve hayvanlardan farksız hale geldiler. O zaman ayrılıp tek başıma yaşamaya başladım. Arkadaşlarımın içindeki karanlığı görmüştüm ve kendimin de bundan muaf olmadığını biliyordum. İnsan, insanlığına tutunmak için çabalıyor ama zaman geçtikçe kendini asla mümkün olduğunu düşünmediği şeyleri yaparken buluyor. Hayatta kalmanın bedeli neydi? Buna değer miydi? Ne pahasına? En zorlu ortamlarda bile gerçek düşman çevremizdeki dünya değil, içimizdeki karanlıktır.
En korkunç olan neydi, biliyor musunuz? En zorba, en zalim, en saldırgan, en ahlâksız olanlar diğerlerini yok ettiler ve hayatta kaldılar. Beş yüz kişilik yerleşimci grubundan sadece yüz kişi hayatta kaldı. Çoğu açlıktan ve hastalıktan öldü. Benim çocuklarım da küçük yaşta öldü. Hastalık, yokluk ve şiddet ortamında dünyaya çocuk getirmek istemeyen birçok kadın intihar etti. Ben onlardan uzakta bu mağarada tek başıma yaşamayı başardım. Yemek için ot toplayabiliyorum, çalı çırpıyla ateş yakabiliyorum.
Sonuç olarak diyebilirim ki yeni bir yuva arayışımızın asıl nedenlerinin içimizde bulunduğunu anladık. Dünyada da, bu gezegende de asıl zorluk, kendi türümüzün içindeki yıkıcılığı anlamak ve onu aşmanın bir yolunu bulmakta yatıyordu...”
Yaşlı kadın sustu. Hepimiz şaşkındık. O güne kadar, yeni bir gezegen bulunca herşeyin çok güzel olacağına, ufak tefek zorluklar çıksa da yeni bir gezegende iyi bir hayat süreceğimize inanmıştık. Ama burada, daha iyi bir gelecek umutları, ne kadar uzağa giderlerse gitsinler, insanların içlerindeki vahşetten kaçamayacaklarını hatırlatan uyarıcı bir hikayeye dönüşmüştü.
Böyle umut verici bir girişim nasıl böyle bir trajediyle sonuçlanabilmişti? 2200 yılında insanlığın artık önyargı ve çatışmalardan arınmış olması gerekiyordu. Bu gezegene gelen yerleşimciler insanlığın en iyilerini temsil ediyordu fakat insanlığın en kötü yönlerini yıldızlara taşımışlardı.
Gamlısu sessizliği bozdu:
“Kıtlık çoğu zaman temel bir kendini koruma içgüdüsünü tetikler; bireylerin işbirliği ve ortak çalışma yerine kendi hayatta kalmalarına öncelik vermelerine neden olur. Doğal biyoloji ile adil bir toplum elde etme arzusu arasındaki çatışmadır bu. Sosyal hayatımızın altında gizlenen biyolojik bir gerçek var. En uygun olanın hayatta kalmasını sağlayan içgüdü. Diğer canlılardan hiçbir farkımız yok. İdeal olarak adil, huzurlu ve eşitlikçi bir toplumsal düzende yaşamak istiyoruz ama biyolojik olarak bu şekilde yaratılmadık. Çelişki burada. Yani yüksek aklımızla eşitlik ve adalet istiyoruz ama temel içgüdülerimizle her şeyi kendimiz için istiyoruz.”
Gamlısu, doğabilimcilerin karamsarlığı içinde sözlerini sürdürdü:
“Farklı biçimler, boyutlar, zekâ ve yeteneklerle dünyaya geliriz. En yetenekli olanlar hayatta kalır ve en az yetenekli olanlar yok olur. Biyoloji insan doğasını belirleyen en büyük güç. Fedakârdan çok benciliz, eşitlikçi değil ayrımcıyız, barışçı değil savaşçıyız ve gücü elde ettiğimizde bunu kendimize saklamak isteriz. Elimizdeki gücü korumak için her şeyi yaparız.”
Gördüklerimiz karşısında Gamlısu soğukkanlı duruşunu bozmamıştı, çünkü bir astrobiyolog olarak beklentileri doğrulanmıştı. Ben ise insanın doğasında var olan iyiliğe körü körüne inanan biri olarak çok sarsılmıştım. İnsanların işbirliği seçeneği yokmuş gibi birbirlerine uyguladıkları akıl almaz zulme tanık olmuştum. Bizim varlığımızın özü neydi? Bu sert ve affetmez gezegende doğmuş büyümüş olan acımasız nesil, koşulları düzelse bile benim gibi insan doğasına güvenebilecek miydi?
Akıl Küpü de artık eskisi gibi neşeli değildi. Gülmek, şakalaşmak bir yana, konuşmuyordu bile. Başından beri gerçekten arzuladığı şey bir aidiyet ve bağlılık duygusu bulmaktı. İnsanların iyi varlıklar olduğuna inanmış, onlarla bağ kurmak, onlardan biri olmak istemişti. Yüksek zekâsı sayesinde insan bilincinin sınırlarını, duyguların insan davranışları üzerindeki etkilerini keşfetmişti. Fakat şimdi insan olma yolculuğu beklenmedik bir dönüş almıştı çünkü yalnızca duyguların karmaşıklığını öğrenmekle kalmamış, insan doğasının derinliklerindeki vahşi ve karanlık tarafı görmüştü. Şiddet, kin, gaddarlık ve kötülükle dolu bir topluluk görmüş, hayal kırıklığına uğramıştı. Sonsuz iyilik yapma potansiyeline sahip bir türün neden bu kadar kötülüğü de yapabildiğini anlayamıyordu. İnsanlığa dair kendisine öğretilen her şeyi sorgulamaya başladı. Bunlar gerçekten onun inandırıldığı asil ve erdemli varlıklar mıydı?
Yokluk içinde hayatta kalma mücadelesi veren bu insanları görünce içim parçalanmıştı. Uzay aracının yanıp yok olmasına şaşırmamıştım, 2200 yılının uzay araçları şimdikine göre daha güvensizdi, yangına dayanıklı değildi. Kim bilir ne umutlarla gelmişlerdi, burada kendilerini çaresizlikle çevrili, kapana kısılmış halde bulmuşlardı. Umutlar, öfke ve şiddetin, düşmanlığın yıkıcılığı içinde arasında yok olup gitmişti. Hayatta kalabilme mücadelesi sırasında insan hayatının getirebileceği tüm güzelliklerden mahrum kalmışlardı. Sadece hayatta kalmaya çalışmışlardı, oysa hayatta bundan daha fazlası olmalıydı. Bu insanlar sanat, bilim, müzik, edebiyat nedir bilmemiş, dövüşmekten ve yiyecek aramaktan başka bir şey yapamamışlardı.
“Bu insanlara yardım getirmeliyiz.” dedim.
Gamlısu acı bir gülümsemeyle, “Nereden yardım getireceksin, sular altında kalmış Dünya'dan mı? Bu insanlar üç kuşakta vahşileşmişler, nasıl düzelecekler?”
“Aklıma bir şey geldi. Belki bu gezegende yaşamaya elverişli başka bir yer vardır. Oraya göç etmelerini sağlayabiliriz.”
Akıl Küpü, “Gezegendeki en yaşanabilir bölgeleri bulmak için gezegenin atmosferini, jeolojisini ve potansiyel su kaynaklarını gösteren verilerin toplandığı uzaktan algılama sistemlerini kullanabiliriz. Toprağın daha verimli, bitki örtüsünün daha zengin olduğu bir bölge bulabiliriz. Güneş enerjisini yakalayıp kullanılabilir elektriğe dönüştürmek için güneş panelleri kurulabilir. Ayrıca gezegenin bileşimine bağlı olarak jeotermal enerji veya rüzgar enerjisi gibi diğer enerji kaynakları da araştırılabilir.”
Akıl Küpü, çok boyutlu haritalara bakarak gezegenin özelliklerini araştırdı. Kısa sürede aradığı bölgeyi buldu:
“Evet, diğer yarımkürede daha zengin bitki örtüsü var. Yer yer ormanlar, hattâ bazı canlılar bulunuyor. Doğuya doğru ilerleyerek birkaç haftada oraya varabilirler. Onlara yiyecek, giyecek ve ilaç verebiliriz. Aklı başında birkaç kişi bulabilirsek onlara harita verip gidecekleri yere yönlendirecek işaretler koyabiliriz. Enerji üretimi için bazı araç ve cihazlar sağlayabiliriz.”
Hızla harekete geçtik. İlk olarak, insanların yeni bölgeye göç edecekleri gidiş yolunu gösteren bir harita oluşturduk. Ardından, enerji üretimi için güneş panelleri, taşınabilir su arıtma cihazları ve temel tıbbi malzemeler içeren bir yardım paketi hazırladık. Akıl Küpü, toprak analizi yaptı, yeraltı su kaynaklarını tespit etti ve bitki örtüsünü canlandırmak için teknikler geliştirdi.
Ardından, yardım paketini teslim etmek üzere bir toplantı düzenledik. Gruplara, birlik olmalarını, düşmanlığı bırakıp birbirlerine yardım etmelerini vurgulayan bir konuşma yaptık. Yeni bilgiler ve harita ile donanmış olan bu topluluk, doğuya doğru ilerleyerek daha iyi yaşayacakları bir bölgeye ulaşacaktı. Yolda Akıl Küpü tarafından belirlenmiş işaretlere göre ilerleyerek daha zengin bitki örtüsüne ve yaşam kaynaklarına sahip olan bölgeye vardıklarında, burada yeni bir başlangıç yapacaklardı. Çok geçmeden, yaşadıkları vahşet dönemi, unutmak isteyen hafızaların sisleri arasında kaybolacaktı.
4. BÖLÜM: DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Çok geçmeden bir başka gezegene ulaştık. Yine daha önce dünyayı terk eden bir grup insan burada yeni bir uygarlık kurmuştu. Binalar, sokaklar, her şey dünyadaki gibiydi fakat insanlarda bir tuhaflık vardı. Beyinleri yokmuş gibi boş boş bakıyor, anlamsız yüz ifadeleri ile ortalıkta geziniyorlardı.
Amaçsızca yürüyen birine yaklaştık:
"Merhaba. Nereye gidiyorsunuz?"
"Bilmem, ama mutluyum."
"Neden mutlusunuz? Ne iş yapıyorsunuz?"
"Hiçbir fikrim yok, bu yüzden mutluyum. Hiç düşünmüyorum, hiçbir endişem yok."
"Peki, neden hiçbir şey düşünmüyorsunuz?"
“Bilmem. Hiç düşünmedim.”
“Nasıl mutlu olabilirsiniz? Nereye gittiğinizi bilmiyorsunuz, işinizin ne olduğunu bilmiyorsunuz.”
“İşte o yüzden mutluyum. Hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey düşünmüyorum. Hiçbir tasam, kederim yok.”
Düşünme yeteneği olan birini bulmayı umarak bir sonraki kişiye doğru ilerledik. Ancak çok geçmeden hepsinin de ilki kadar beyinsiz olduğunu keşfettik. Boş boş duvara bakan bir gence sorduk:
“Ne yapıyorsun?”
“Hiç, sadece bu duvarı izliyorum”.
“Neden?”
“Bilmiyorum, bunu hiç düşünmedim. Sadece bakıyorum.”
“Duvarın arkasında ne olduğunu hiç merak etmedin mi?”
“Pek değil. Hem düşünmek başımı ağrıtıyor.”
“Peki yeni şeyler keşfedip görmek istemez misin?”
“Yok, böyle iyiyim. İhtiyacım olan tek şey duvar.”
Bütün bunlar çok saçmaydı. Başka bir adamın akılsızca daireler çizerek döndüğünü fark ettik.
“Şey, afedersiniz efendim. Ne yapıyorsunuz?”
“Dönüyorum.”
“Peki neden dönüyorsunuz?”
“Bilmem, hiçbir fikrim yok.”
“Peki dönmenin dışında yapılacak başka şeyler yok mu?”
“Aklıma gelen bir şey yok.”
Bu garip durumun iç yüzünü öğrenmek için bir bilene sormak üzere şehri dolaştık. Üzerinde Beyin Üniversitesi tabelası bulunan geniş bir binaya girdik. Beyaz saçlı, beyaz önlüklü bir profesörün odasına girip bilgi almak istedik. Adam aksi bir tavırla bizi azarladı:
“Siz hangi yıldan geldiniz? Son zamanlarda zırt pırt başka yüzyıllardan gelip bilgi almak istiyorlar. Kapıyı çalmadan giriyorlar, yok üç bin yılından geldik, yok beş bin yılından geldik diyorlar. Turistler için rehberlik hizmeti verilse iyi olacak!”
“Biz dünyadan geliyoruz. Buraya ne zaman geldiniz, nasıl bir uygarlık kurdunuz? Dışarıda gördüğümüz insanların nesi var, beyinleri çalışmıyor?”
“Anlatayım. 2200 yılında 500 kişilik bir grup bu gezegene geldi. 500 kişilik bir grup daha vardı, onlar başka bir gezegene gittiler. Yanımızda araç gereç, cihaz ve makineler getirmiştik fakat burada enerji üretecek bir kaynak bulamadık. Ne güneş enerjisi, ne fosil yakıtlar, ne de başka bir enerji kaynağı vardı. Bir fizik mühendisi parlak bir fikir ortaya attı. İnsan düşüncesini enerji kaynağı olarak kullanmak! Bu fikri, sinir bilimi ve zihin-makine arayüzlerindeki ilerlemeler sayesinde geliştirdik. Size düşüncelerden enerji üretme sürecini anlatayım:
Bildiğiniz gibi insan beyni düşündükçe elektrik üretir. Düşünce süreci, beyin hücreleri arasındaki elektriksel ve kimyasal sinyallerin iletimine dayanır; bu sinyaller genellikle mikrovolt düzeyindedir. Kafaya yerleştirilen nano sensörler, insan beynindeki elektriksel aktiviteyi yani beyin dalgalarını anlık olarak takip eder ve yakalar. Bu sensörler, düşünceleri veri paketleri halinde toplar ve merkezi enerji santraline gönderir. Santralde, düşüncelerden elde edilen elektrik enerjisi, toplumun enerji ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılır.
Düşüncelerden elde edilen enerjinin, pratik uygulamalarda kullanılmak üzere doğrudan elektrik enerjisine dönüştürülmesi gayet kullanışlı ve ekonomik oldu . Beyin, düşünceleri boşaltıldıkça enerjiyi glikoz ve oksijen kullanarak metabolik süreçlerle tekrar üretiyor, yani kendini şarj eden bir pil gibi dolup boşalıyor. Bu sistemin birkaç önemli faydası da, çevre dostu olması ve sürdürülebilir olmasıdır. Fosil yakıtların aksine, düşünce enerjisi zararlı emisyon üretmez ve sürekli olarak toplanabilir.”
Profesör gururla gülümsüyordu. Biz ise şaşkınlıktan donakalmıştık. Astroarkeolog olarak dünya tarihini de, yıldızlar tarihini de okumuştum. İnsanlık tarihinde vahşet, yamyamlık, kölelik, ırkçılık, türcülük, çevre yıkımı, savaş ve katliamlar, kısaca her türlü kötülük vardı fakat bu kadar kötüsünü görmemiştim. Bu gezegende üst sınıf alt sınıfın beyin enerjisi ile besleniyordu! Birisi biraz düşünecek olsa, üst sınıf hüp diye düşünce enerjisini çekip yutuyordu. Bunun, birbirlerinin kafatasını kırıp beynini yiyen vahşilerden ne farkı vardı? Teknolojik ilerlemelerin insanı getireceği nokta bu muydu?
Sordum:
“Üst sınıfların sürekli bir enerji kaynağına sahip olmalarını sağlamış, ancak geniş kitlelerin düşünme özgürlüğünü ortadan kaldırmışsınız. İnsanın en önemli özelliğini, düşünme yeteneğini ellerinden alıyorsunuz. Düşünemeyen insan mutlu olabilir mi?”
Profesör kendinden emindi:
“Araştırmalar, insanların rahatlama veya meditasyon gibi minimum zihinsel çaba gerektiren faaliyetlerle meşgul olduklarında beyin dalgalarının daha rahat bir durum sergilediğini göstermiştir. Bu rahatlamaya çoğu zaman memnuniyet ve mutluluk duyguları da eşlik eder. Burada toplum, sürekli bir içsel huzur sağlamak için beyinleri düşüncelerden arındıran bir mutluluk sistemine tabidir. İnsanların endişeleri ve karmaşık düşünceleri, bu sistem sayesinde engellenir ve herkes huzur içinde yaşar.”
“Ama,” dedim, ”Bu durum bireylerin özgür düşünme yeteneklerini yitirmelerine neden olur!”
Profesörün buna da cevabı hazırdı:
“Düşünmenin amacı mutlu olmak değil mi? İnsanlar mutlu olmanın yollarını bulmak için düşünür, düşünür fakat bir türlü bulamaz. Çok düşünen insan mutsuz olur, düşündükçe daha mutsuz olur. Oysa düşünmeyen insanlara sorun bakalım mutlular mı, mutsuzlar mı?”
Bilim adamı konuştuğunda, sanki her sözü kendi kötülüklerini doğrulamak için dikkatlice hazırlanmış gibi, sesinden samimiyetsizlik damlıyordu. Yüzündeki alaycı ifade, 'Gerçekliği kendi arzularıma uyacak şekilde incelikle çarpıttım, bencilliğimi bir haklılık perdesiyle ustalıkla gizledim.'' diyordu. Haklılık duygusunu başkalarını tamamen hiçe sayma ile birleştiriyor, pişmanlık duymayan bir benmerkezcilikle kendi amaçlarına hizmet ediyordu.
Gamlısu’ya döndüm : “Gamlısu, sen çok düşünen evhamlı bir tipsin. Hiç düşünmesen mutlu olur muydun?”
“Mutluluk o değil ki. İnsanın mutluluğu zihninin çalışmasından doğar. Boş beyinlerden elde edilen mutluluk kısa ömürlü olacaktır; çünkü düşüncenin ve zihinsel uyarımın yokluğu, kişisel gelişimi ve tatmini engelleyecektir. Yaşamın hiçbir anlamı ve amacı olmayacaktır. Düşünme ve fikir üretme yeteneği olmadan sanat, yaratıcılık, çeşitlilik olmaz.”
Profesörün masasının üzerinde Deney İnsanlarının Bakımı ve Beslenmesi adlı bir kitap duruyordu.
“Bu ne?” diye bağırdım. “İnsanlar üzerinde deney mi yapıyorsunuz?”
Adam yine gururla ve haklılık ifadesi ile anlatmaya başladı:
“Evet, günümüzün hızla gelişen teknolojileri karşısında araştırmacılar enerji ihtiyacımızı karşılamak için sürekli olarak yenilikçi ve sürdürülebilir alternatifler arıyorlar. Beyin aktivitesinden elde edilen enerjiyi daha etkili bir şekilde kullanma veya başka enerji türlerine dönüştürme yöntemleri geliştirmek için deneyler yapıyoruz. Düşüncelerle beslenmeyi sağlayacak biyoyakıt hücreleri üzerinde çalışıyoruz. Bildiğiniz gibi deneyler eskiden Dünya'da hayvanlar üzerinde yapılıyordu fakat bu gezegende hayvan yok. Zaten hayvan deneyleri yanlış sonuçlar veriyordu. Biz de özel üretimle deney insanları yaptık. Sokaktaki insanları toplayıp deney için kullanmak doğru bilimsel sonuçlar vermiyordu çünkü farklı geçmişleri vardı. Üstelik insan hakları savunucuları bir sürü sorun çıkarıyordu. Laboratuvarımızda üretilen insanların genetik tasarımlarını yapıyoruz, geçmişlerini biliyoruz. Hücrelerde tutuyoruz, iyi bakıyoruz, insan refahı kurallarına dikkat ediyoruz. Deneylerde kullanılanlar deney için üretilmiş olan insanlar olunca diğer insanlar ses çıkarmıyor. Bütün bunları insanlık için yapıyoruz tabii…”
Her kötülüğü mazur gösterecek bir bahane buluyordu insan zekâsı. Oysa altta yatan şey hep o ilkel dürtüydü: Bencillik. Kendi hayatını sürdürmek için başka herşeyi harcayan bencillik. “Her şey bizim için!” diyen insan benmerkezciliği.
Geçmişteki korkunç hayvan deneylerini hatırlayıp adama çıkıştım:
“Yüzlerce yıl alternatif yöntemler bulmak için çalışmak yerine en çağdışı ve ilkel metodu sürdürmeyi tercih ettiniz çünkü daha kolay ve ucuzdu. Zavallı hayvanları kesip biçerken bağırmasınlar diye ses tellerini kestiniz. Çığlıklarından rahatsız mı oluyordunuz? Neden acaba? Onlara acı vermek sizi rahatsız etmiyordu da çığlıkları mı rahatsız ediyordu? Şimdi de hayvan bulamadığınız için insanları denek olarak kullanıyorsunuz. Kötülük yaparak iyilik elde etmek ahlâksızlıktır. Ama vicdan gözü daima açıktır. Sizi vicdanınızla başbaşa bırakıyorum.”
Profesör yılışık bir sırıtma ile dışarıya çıkmamızı işaret etti. İncelemelerimize şehirde devam ettik. O gün bu insanların gezegene inişlerinin yüzüncü yıl dönümü kutlamaları yapılıyordu. Tören meydanında toplanmış olan kalabalığa sunucu “Önce başkan, sonra büyük başkan, sonra da en büyük başkan konuşacak.” dedi.
Başkanın konuşması şöyle idi:
"Değerli Düşüncesizler,
Bugün burada olmaktan büyük bir onur ve gurur duyuyorum. İşte tam yüz yıl önce bugün gezegenimize ayak basan ilk insanların devamı olarak, tarihimize bir anı daha ekliyoruz. Her türlü düşünceden arınmış, temiz beyinlere sahip olarak bu kutlu günü hep birlikte yaşıyoruz.
Sizlere bir şeyleri anlatmak zor olabilir, çünkü düşüncelerden mahrum olmak belki de hayatınızın bir parçası olmuş durumda. Ancak unutmayın ki, düşünmek sadece bir yüktür. Size verilen emirleri sorgulamadan takip etmeniz, bu gezegenin enerji dengesini korumak ve huzurlu bir yaşam sürmek için önemlidir.
Bugün, yüz yıl boyunca elde ettiğimiz başarıları ve enerji kaynaklarımızı sizlerle paylaşmanın gururunu yaşıyoruz. Huzurun anahtarı hiçbir şey düşünmemektir. Hiçbir tasamız, endişemiz yok. Sizler de bu huzurlu yaşamın tadını çıkarın.
Yaşasın enerji, yaşasın düşüncesizlik! Hep birlikte bu kutlu güne sevinelim!
Teşekkür ederim.”
Sonra Büyük Başkan konuştu:
"Değerli Enerji Kaynakları,
Bugün burada bir araya gelmiş olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum. Hep birlikte bu yüz yıllık tarihi kutlamak, geçmişte elde ettiğimiz başarıları anmak ve geleceğe dair enerjimizi birleştirmek için buradayız.
Sizler, bu gezegenin en değerli kaynaklarısınız. Düşünce gücünüzle yarattığınız enerji, büyük projelerimizi hayata geçirmemize ve bu gezegeni daha yaşanabilir kılmamıza katkı sağlıyor. Hep birlikte ilerleyerek, teknoloji ve enerji alanında yeni zirvelere tırmanacağımıza inanıyorum.
Düşüncesizlik, gücümüzün anahtarıdır. Sizlerin enerjisi, bu topluluğun temelini oluşturuyor ve biz de bu temel üzerine medeniyetimizi inşa ediyoruz. Yaptığınız katkılar için size minnettarız. Kendi bilincinizden arınarak, sadece enerji kaynağı olarak bize hizmet ettiğiniz için teşekkür ederim.
Bu gün, siz değerli enerji kaynaklarına ithaf edilmiş bir bayramdır. Daha güçlü, daha enerjik ve daha başarılı bir geleceğe! Hep birlikte ilerleyelim!"
Büyük Başkan'ın coşkulu konuşması sırasında kalabalık, sunucunun her işareti üzerine kuvvetle alkışlıyordu. Bu insanlar kimliksizdi. Hiçbir bireysel özellikleri kalmamış, hepsi birbirinin aynısı olmuştu. İnsanlar uzayda zeki canlılar ararken kendi zekâlarını kaybetmişlerdi! Dehşet içinde konuşmaları dinliyorduk. Sıra, en büyük başkanın konuşmasına gelmişti. Bu, ufak tefek, çatık kaşlı, çatal sesli bir adamdı. Elini kolunu sallayarak sinirli bir tavırla konuşuyordu:
"Değerli Enerji Kaynakları,
Bu kutsal günde bir araya gelmiş olmamız, sizin değerli enerjinizle gerçekleşmektedir. Sizi burada görmek, bizlere güç ve ilham veriyor. Unutmayın, sizler birey olmaktan çıkıp bir amaca hizmet eden enerji kaynakları oldunuz. Her birinizin bu büyük amaca katkısı, topluluğumuzun dayanıklılığını artırmaktadır.
Düşüncesizliğiniz, sistemimizin temel taşıdır. Size düşen görev, düşünmeyi ve bireysel kimliği bir kenara bırakarak enerjiye odaklanmaktır. Bu, büyük projelerimizin başarısının anahtarıdır.
Sizin enerjiniz, büyük başarılar elde etmemize ve güçlü bir toplum olmamıza olanak tanıyor. Sizler, bu gezegenin en kıymetli varlıkları olarak, enerjinizi bize sunarak büyük bir görevi üstleniyorsunuz.
Bugün, tek bir amaç için bir araya geldik. Enerjinizle dolup taşan bir geleceğe doğru beraber ilerleyelim. Sizlere, bu önemli günde gösterdiğiniz enerji ve sadakatiniz için minnettarım. Birlikte daha güçlü, daha enerjik bir toplum oluşturmak adına yürüyelim!
Enerjimizle dolu bir geleceğe! Birlikte başaracağız!”
Başkanlar konuştukça anlıyorduk ki yöneticiler halkın beyin gücünden yararlanıyor ve enerjilerini kendi ilerlemelerini desteklemek için kullanıyorlardı. Düşünme ve kendi kanaatini oluşturma yeteneğinden mahrum kalan halk, yöneticilerin iradesine uymak zorunda kalıyor, kendilerini çevreleyen adaletsizliklere meydan okuyamıyor, onları sorgulayamıyordu. Eleştirel düşünme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Artık hepsi sadece yürüyen piller olmuştu. Bireysel özgürlüğün ve özerkliğin azaldığı, insanların merkezi kontrol ve yönlendirmeye maruz kaldığı bir dünya yaratılmıştı. Yönetilmeye ihtiyaç duyuyorlardı, hem de hayatın her alanında. Bağımsız birer birey olacak akılları ve cesaretleri yoktu. Bu durumdan memnun yaşıyorlardı ve birisi bunu bozmaya çalışırsa onu hainlikle suçluyorlardı. Bu durumun eğitimle ilgisi yoktu, eğitimli insanlar da aynı şekilde düşünme, sorgulama, eleştirme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Bu adaletsizlik, insan zihninin kırılganlığının yanı sıra, iktidardakilerin fırsat bulunca güçlerini nasıl kullanabileceğini gösteren acı bir hatırlatıcı idi.
Peki insanlar neden buna izin veriyorlardı? Biraz konfor, biraz huzur karşılığında akıllarının alınmasına izin veriyorlardı. Düşünmeden yaşayınca daha rahat hissediyor, tekdüze günlük hayatlarını yaşayıp gidiyorlardı. Karşı koyan yok muydu? Onlar da tespit edilip cezalandırılıyordu. İnsanların bağımsız düşünme yetileri kaybolmuştu. Her biri içi boş birer kukla gibiydi. Her türlü yaratıcı düşünce yasaklanmıştı, çünkü yöneticiler kontrolü kaybetmekten korkuyorlardı. Herkes uykuda gibiydi. Uyanır gibi olanları akıl hastanesine götürüp beynini sudan geçiriyorlardı. Böyle bir toplumda herhangi bir kötülük yapıldığı zaman kimse bunu sorgulamıyordu. Güçlü olanlar istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı.
Büyük hayal kırıklığına uğramıştım. Eşsiz zekâsı ile tüm canlıları hakimiyeti altına alan insan, herşeyi yok ederek üste çıktığı uygarlık yolculuğunun son aşamasında, kendi kuyruğunu yiyip bitiren dev mitolojik canavar gibi kendi zekâsını da yok etmişti.
Gamlısu, her zamanki kötümserliği ile,
“Hiç şaşırmadım.” dedi. “İnsanlık tarihinin kayıtları şovenizm, narsisizm, psikopatolojiler, işlevsiz ilişkiler, istismarcılar, diktatörlerle doludur. İnsan ilişkileri sevgiye değil çıkara dayalıdır. İnsanın doğasında kendi çıkarlarını başkalarının çıkarlarından üstün tutma eğilimi vardır. Bu, insanların hayatta kalmak için rekabet etmek zorunda kaldığı, bencil davranışların gelişmesine yol açan biyolojik bir sürecin sonucudur.”
“Belki bir şeyler yapabiliriz.” dedim. “Bu insanların yeniden düşünmeye başlamasını sağlamalıyız ama nasıl?”
Akıl Küpü:
“Çok basit!” dedi. “Frekans bastırıcı bir cihazla. Bu insanların kafalarına yerleştirilen sensörler, belirli frekansları kullanarak düşünce verilerini topluyor. Bu frekansları engelleyen cihazlar kullanarak, düşünce toplama sürecini etkisiz hale getirebiliriz. Frekans bastırma, belirli bir frekansta iletilen sinyalleri engelleyen veya zayıflatan bir tekniktir. Cihaz, sensörlerin frekanslarını tespit eder ve anında bastırır. Bu sayede, düşünceleri toplama sistemi durur, merkezi enerji santrali de durur. Bu sadece düşünce toplama sürecini aksatmakla kalmayacak, aynı zamanda modern yaşamın birçok yönü elektriğe bağlı olduğundan toplum için de yaygın sonuçlar doğuracaktır. Duran cihazları yeniden çalıştırmak isteyeceklerdir. Böylece insanların beyinleri yeniden çalışmaya başlayacaktır. İnsanlar tekrar düşünmeye başladıklarında, yönetim sistemindeki aksaklıkları ve onlara uygulanan adaletsizlikleri de fark edeceklerdir.”
Akıl Küpü frekans bastırıcı cihazı yaptı ve uygulamaya koyduk. Cihazın çalışmasıyla birlikte, toplumda bir dönüşüm başladı. İnsanlar tekrar düşünmeye ve sorgulamaya başladılar. Yüzlerindeki ani uyanış ifadesini ilgiyle izliyorduk. Kimisi kafasını kaşıyarak birşeyler hatırlamaya çalışıyor, kimisi sevinçle gülmeye başlıyor, kimisi şaşkınlıkla etrafına bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Akıl Küpü, frekans bastırıcı cihazıyla bir dönüm noktası yaratarak toplumu kendi düşünce ve duygularıyla tekrar buluşturmuştu. Zamanla, toplumda daha fazla bireysellik, yaratıcılık ve özgürlük ortaya çıkacaktı. İnsan onuruna yakışır bir yönetim şekli için mücadele edeceklerdi. Onları bu yolculukla baş başa bırakarak gezegenden ayrıldık.
Gördüğümüz bu iki gezegende, insanlar ellerinde teknoloji olsa da olmasa da insan doğasının zorlayıcı etkileri ile vahşete ve zulme yönelmişti. Ne pahasına olursa olsun kendi yaşamını sürdürme içgüdüsünün, güç ve kontrol arzusunun nasıl tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini görmüştük. İnsan, içindeki kötülüğü gittiği gezegenlere taşımıştı. Peki ya insan dışı canlılar, yani uzaylılar nasıl medeniyetler kurmuşlardı? Onların da bu tür zaafları var mıydı?
5. BÖLÜM: UZAYLILAR
Geniş siyah boşlukta yaşanabilir gezegen arayışımız devam ediyordu. Hava ve su bulunan gezegenleri tespit eden cihazlar bize haber veriyor, biz de gerekli incelemeleri yapıyorduk. Yolculuğumuz sırasında çoğunlukla hiç su bulunmayan, sıcaktan kavrulmuş gezegenler gördük. Bazı gezegenler aniden buz çağına girmiş, canlı cansız her şey donmuş, taşlaşmıştı. Bazıları sularla kaplanmış, hiç kara parçası kalmamıştı.
Uzun süre dolaştığımız halde hiçbir canlıya rastlamamıştık. Bir gezegenin tamamen metal yapılarla kaplanmış olduğunu görünce burada zeki canlılar bulunduğunu anladık. Atmosferde oksijen ve ozon yoktu, soğuk ve sessiz ortamda tıkır tıkır mekanik sesler duyuluyordu. Yakından bakınca burada yalnız yapay zekâ sahibi makineler bulunduğunu gördük. Hammadde ve enerji arayışı içinde başka gezegenlerden malzeme toplamışlardı. Tüm gezegen bir hurda yığını haline gelmişti. Makineler yeni makineleri üretiyordu. Bizim gemimizi de parçalayıp alırlar endişesi ile oradan uzaklaşmaya çalışırken bizimle iletişime geçtiler:
“O hurdaya on mandal veririz.”
Bunların biyolojik varlıklar hakkında hiç bilgileri olmadığı için bizim uzay aracımız olmadan nasıl yaşayacağımızı düşünmüyorlardı. Oradan hızla uzaklaştık. Duyarsız ve duygusuz makinelerin körü körüne varoluş çabası sinirime dokunmuştu. Yakaladıkları her şeyi parçalayıp kullanmaya odaklanmışlardı.
Yola devam ettik. Umutsuzluğun eşiğinde, insanlığın yeniden doğacağı dünyayı arıyorduk. Birçok yıldız sisteminin yanından geçmiş, aradığımızı bulamamıştık. Gezegenlerin kimi oksijensiz, kimi susuz, kimi sıcak, kimi soğuktu. İnsanların yaşaması için gereken tüm koşulları barındıran bir gezegen bulmak çok zordu.
Elimdeki görgü kitabında, uzaylılarla karşılaşınca nasıl davranacağımız anlatılıyordu: “Uzaylıların kişisel alanlarına ve sınırlarına saygı gösterilmesi de önemlidir. Tıpkı insanların fiziksel temas veya yakın etkileşimler söz konusu olduğunda farklı rahatlık düzeylerine sahip olması gibi, dünya dışı canlılar da bazı davranışlardan rahatsız olabilirler. Tercihlerinin farkında olun ve saldırgan veya saygısız olarak algılanabilecek her türlü davranıştan kaçının. Örneğin uzaylıya sarılıp öpmek bir saldırı olarak algılanabilir. Uzaylılarla el sıkışırken, onların kaç eli olduğuna bakmayı unutmayın. İlk defa çok elli biriyle karşılaşan bir insan panikle hangi eli sıkacağını şaşırır. En iyisi elini sıkmak için elinizi uzatmayın. Elinizi havaya kaldırıp sallamayın, hiçbir el hareketi yapmayın.”
Sonra uzayda sofra âdâbı bölümüne geçtim: “Yerçekimsiz uzay ortamında hangi yemekte hangi çatal kullanılır? Boşlukta uçan bezelyeler nasıl yakalanır?”
Birden “Tık tık!” diye bir ses duyuldu. Arkadan omzuma parmağıyla vuran birisi gibi, uzay gemisinin arkasından bir başka araç tık tık vuruyordu. Tarama ekranında bizimkine benzeyen bir uzay gemisi göründü. Üzerinde kocaman harflerle ‘Evrenin Efendisi’ yazıyordu. İletişim kurulduğunda ekranda genç bir adam belirdi:
“Selam kızlar, n’aber? Gamlısu beni hatırladın mı? Astrobiyolojide aynı sınıftaydık.”
Gamlısu elini başına vurdu: “Bu Arcan! Kozmosun en salak astronotu!”
Arcan gülerek, “Hayır, evrende benden daha salak canlılar var. Hele bir yıldız sistemi var ki evrenin bütün salakları orada toplanmış. Ben de oradan geliyorum.”
“Sen yalnız mısın? Yanında kimse yok mu?”
“Yok. Kimse benimle gelmek istemedi.”
“Nerede bu salak canlılar? Bize tarif et.”
“Dümdüz gidin, iki galaksi sonra sola dönün. Sağdan birinci yıldız sisteminin içinde beş gezegen var. Bu gezegenlerde hepsi de birbirinden aptal milyonlarca canlı var.”
“Sen nereye gidiyorsun?”
“Ben biraz da öbür tarafa bakacağım. Belki paralel evrende daha zeki yaratıklar bulurum. Haydi iyi yolculuklar!”
Sonunda insan dışı canlıları görecektik. Hem de milyonlarca! Gamlısu, "Dikkatli olalım. Silahlarımız hazır olsun." dedi.
"Silaha ne gerek var? Biz sadece yıldızlararası gözlemcileriz, savaşmaya gelmedik. Gamlısu, senin bu kötümserliğin ve şüpheciliğin kalıtsal bir özellik mi? Genetik mühendisleri tarafından beynine yerleştirilmiş bir huy mu acaba?"
"Hayır, genetikle ilgisi yok. Ben gözlemlerim ve deneyimlerim sonucunda temkinli ve eleştirel bir bakış açısına sahip oldum. Fakat senin saflığın genetik olabilir."
Akıl Küpü yine lafa karıştı: “Safsu iyi bir insan. O yüzden başkalarının da iyi olduğunu varsayıyor.”
Gamlısu, "Ne yani, ben kötü bir insan mıyım? Bu yapay zekâlı robot da artık çok başına buyruk oldu. Kendisine sorulmadan ukala ukala fikir beyan ediyor. Sanırsın robotumuzun iradesi, duyguları, düşünceleri var. Oysa o sadece insan tarafından programlanmış bir makine!" diye çıkıştı.
Bu sözler üzerine Akıl Küpü Gamlısu'ya küstü. Duygusal zekâ programı yüklenince alıngan olmuştu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Uzay boşluğunda gezen küçücük bir aracın içinde birbiriyle anlaşamayan üç kişiydik. Ne kadar çok konuşursak, anlaşmazlıklarımız da o kadar artıyordu. Akıl Küpü ile Gamlısu hiç konuşmuyor, Gamlısu benim çok saf olduğumu düşünüyordu.
Canlıların bulunduğu yıldız sistemine varınca, bir güneşin etrafında dönen beş gezegenin 'Yaşanabilir Bölge'de yer aldığını tespit ettik. Bu bölgede, gezegenlerin su bulundurmalarını sağlayacak ısı ve jeolojik şartlara sahip olmaları için güneş ile aralarında ideal mesafe bulunuyordu. Gezegenlerin boyutları dünyanın büyüklüğüne yakındı. Bu gezegenlerde farklı türlerde milyonlarca canlı bulunduğunu gördük; bunlar insana benzemeyen, değişik görünüşlü varlıklardı. Sırayla her birine inip incelemeye karar verdik.
İlk gezegene inmeden önce, görgü kitabından öğrendiğim şekilde iyi niyetimi göstermek amacıyla bir hediye götürmeye karar vermiştim. “En güzeli çikolata!” diye bağırdım. Akıl Küpü bu fikrime karşı çıktıysa da yanıma bir kutu aldım.
Bu gezegende yaşayan canlılar aşırı yerçekiminden dolayı kısacık boylu kalmış, oyuncak ayılar gibi sevimli tiplerdi. Yazar Kibarsu’nun uyarıları aklımdaydı, mesafeli duracaktım fakat araçtan iner inmez uzaylılar bize sarılıp şapır şupur öptüler. Hele bir tanesi kırk yıldır bekliyormuş gibi gözyaşlarıyla bana sarılınca benim de gözlerim doldu!
Uzay aracımızın önüne küçüklü büyüklü bir sürü eşya getirip yığmışlardı. Belli ki bunlar kendi eşyalarıydı, giysiler, mobilyalar, yataklar, cihazlar. Yüzlerce küçük uzaylı karşımızda gülümseyerek duruyordu. Bir tanesi avucundaki pırlantaları uzatarak, “Lütfen bunları kabul edin. Sizin dünyanızda bunlar değerli imiş.” dedi. Diğerleri de eşya yığınını işaret ederek “Hepsini alın!” diye bağırıyorlardı.
“Çok teşekkür ederiz ama hiçbir şey alamayız. Uzay aracımız küçük, iki oda bir salon. Yerimiz yok.”
Bu sıcak karşılama üzerine bir hediye vermem gerektiğini düşündüm ve Akıl Küpü’nün uyarılarına rağmen elimdeki çikolata kutusunu uzattım. Nezaketle gülümseyerek kutuyu aldılar ve yerlere kadar eğilerek teşekkür ettiler. Sonradan öğrendim ki çikolata bunların serotonin seviyesini aşırı yükselten keyif verici bir madde imiş.
Gezegenin yerlileri ile iletişim kurmaya can atıyorduk. Bizimle birlikte gelen evrensel çeviri robotu Astroçevirmen’in, sözlerimizi uzaylı diline kolaylıkla çevirebildiğini keşfettiğimizde heyecanlanmıştık. Ancak sonradan kayıtları okuduğumuzda anladık ki akıllı robot görüşmelerimize biraz mizah katma amacıyla konuşmalarımızı değiştirip çeviriyormuş.
“Size Dünya'lıların sevgilerini, saygılarını ve en iyi dileklerini getirdik.” dedik. Uzaylılar cevaben, “Elbette, bütün kaynaklarımız emrinizdedir. Lütfen önden buyurun.” dediler. Meğer Astroçevirmen bizim sözlerimizi “Doğal kaynaklarınızı almaya geldik. Hemen bize yerlerini gösterin!” diye çevirmiş.
“Yöneticileriniz var mı? Onlarla görüşebilir miyiz?” dediğimizde bize yıldız tozu dondurması ikram ettiler çünkü şakacı çeviri robotu bunu da “Dondurma var mı? Tadına bakabilir miyiz?” diye çevirmiş.
“Geleceğinizi biliyorduk, sizin için bir ziyafet düzenledik.” dediler. Metrelerce uzun bir masaya oturduk. Gamlısu ile benim önüme tepeleme doldurulmuş tabaklara en sevdiğimiz yemekler konmuştu: Patates kızartması, börek ve pastalar!
“Bunları sevdiğimizi nereden biliyorsunuz?”
“Telepati. Başka şeyleri de biliyoruz. Örneğin Gamlısu sevdiği insana kavuşacak.”
Gamlısu şaşkınlıkla bakakaldı. “Nasıl yani?”
“Biz geleceği görme yeteneğine sahibiz. Bu belirsiz ya da genel bir tahmin değil, ne olacağına dair kesin ve ayrıntılı bir bakış. Beynimizin bazı yeteneklerini geliştirerek geleceğe göz atma ve henüz gerçekleşmemiş olaylara tanık olma imkânını elde ettik. Bu bilgiyle planlama ve strateji geliştirebilir, potansiyel felâketlerden kaçınabilir ve fırsatları şaşmaz bir doğrulukla yakalayabiliriz.”
“Ya ben? Ben ne olacağım?”
“Sen de o çok istediğin kediye kavuşacaksın.”
“Sahi mi? Kedim olacak mı?”
“Bir değil birçok kedin olacak.”
Çok sevinmiştim ama içimden bunun mümkün olmadığını düşünüyordum. Dünyada artık kedi yoktu. Uzayda kediyi nereden bulacaktım? Yine de nezaketle gülümsedim.
Uzaylıların önünde hiç yiyecek yoktu.
“Siz neden yemiyorsunuz? Herşeyi bize ikram etmişsiniz.”
“Siz yiyin, biz sonra artakalanları yeriz.”
Yemekten sonra Öncesen adlı bu gezegende bir gezi yaptık. Yöneticileri yokmuş çünkü kimse diğerlerinin önüne geçmek istemiyormuş. Gerçekten de bu canlılar birbirlerine karşı o kadar nazik ve saygılı davranıyorlardı ki birbirlerinin önüne geçmek şöyle dursun, daima kendi haklarından feragat ediyorlardı, birbirlerine 'Önce sen! Önce sen!’ diye bağırıyorlardı! Saygıyla eğilip başkalarına yol veriyor, kendi sıralarını, eşyalarını, yiyeceklerini birbirlerine veriyorlardı. Bir süre gözlemledikten sonra anladık ki, kendi haklarını daima başkalarına devrettikleri için kendileri aç kalıyordu. Çok duyarlı, merhametli ve empatili oldukları için, kendilerinden önce başkalarını düşünerek birbirleriyle yakınlık ve dayanışma içinde yaşıyorlardı.
Gamlısu şaşkınlık içindeydi : “Arcan neden bunların salak olduğunu söyledi acaba? Bana gayet akıllı görünüyorlar.”
Ben de salak olduğum için Arcan’ın düşünce tarzını anlamıştım:
“Arcan insan zekâsını ölçüt alıyor. ‘Önce sen’ demek aptallıktır. Bizim dünyamızda en zeki canlılar olan insanlar tarih boyunca "Önce ben!" diyerek kendi haklarını korumuştur ve bu da soyumuzun başarılı bir şekilde sürmesini sağlamıştır. İnsan böylelikle diğer bütün canlıların önüne geçmiştir.”
Bu tuhaf gezegenin her yerinde dikkate değer bir incelik ve saygı gösterisi ortaya çıkıyordu. Sürekli "Sizden sonra!" sesleri havada yankılanıyor, zarifçe gülümsüyorlar ve daima saygıyla birbirlerinin önünde eğiliyorlardı. Birbirlerini ne kadar mutlu ederlerse kendileri de o kadar mutlu oluyorlardı.
Öncesen Gezegeninde kişisel çıkar kavramı yoktu, bu da insan toplumunun rekabetçi ve çoğu zaman benmerkezci doğasıyla tam bir tezat oluşturuyordu. Bunun yerine, komşularının refahına her şeyden çok değer veriyorlardı. Kendi konforlarından veya kaynaklarından fedakârlık etmek anlamına gelse bile, her zaman yardım eli uzatmaya hazırdılar. En bilge yaşlısından en meraklı çocuğuna kadar her birey, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyuyordu. Onlar empati ustalarıydı, dünyayı başkalarının gözünden görebiliyor ve eylemlerinin başkaları üzerindeki etkisini anlayabiliyorlardı.
Bunların aşırı nezaketi çoğu zaman komik durumlara yol açıyordu. Yürürken kazara birbirine çarpanlar özür dileyip yollarına devam etmek yerine, hiç bitmeyen bir özür döngüsüne giriyorlar, her biri bunun kendi hatası olduğu konusunda ısrar ediyor ve bolca özür diliyor, bu da onları seyredenleri eğlendiren ve saatlerce sürebilen komik bir özür alışverişine neden oluyordu. Maçlar daima berabere bitiyor, kimsenin yenilmesine izin verilmiyordu. Birbirlerinin önüne geçmemek için, yolda herkes en yavaş yürüyen kişi kadar yavaş yürüyordu.
Böyle bir toplum nasıl oluşmuştu? Bu, ortak bir felsefenin, özenle hazırlanmış bir yönetim sisteminin eseri mi, yoksa daha derin ve gizemli bir olayın sonucu muydu? Merakla sorduk, anlattılar:
“Gezegenimiz bir zamanlar günlük yaşamın koşuşturmacasıyla dolu, canlı ve gelişen bir yerdi. Ancak bin yıl önce güneşte patlamalar başlayınca her şey değişti. İlk başta, bunun ara sıra meydana gelen doğal bir olay olan geçici bir güneş patlaması olduğunu düşündük. Ancak günler geçtikçe patlamalar sıklaştı ve şiddetlendi. Çok geçmeden bunun sıradan bir güneş patlaması olmadığını anladık; güneşin kendisi çözülüyordu.
Evren acımasız ve ne yapacağı belli olmayan bir yerdir. Bir zamanların güvenilir ışık ve sıcaklık kaynağı, bir yıkım habercisi haline gelmiş, gezegenimize devasa enerji ve madde dalgaları fırlatıyordu. Hayat veren yıldızımız güneşin patlayıcı bir öfkeyle bize ihanet ettiği o kader gününden sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Milyarlarca yıldır gezegenimizi besleyen, bir zamanlar güvenilen gök arkadaşımız olan güneş yıkıcı patlamalarla sarsılıyordu.
İlk şok dalgası kırılgan gezegenimize ulaştığında, yeni ve korkunç bir dönemi de beraberinde getirdi. Şiddetli enerji yağmuru devam ederken gökyüzü karardı, okyanuslar kaynadı. Yaşamın hassas dengesi paramparça oldu ve bir zamanlar yemyeşil olan geniş alanlar kavrulup çorak arazilere dönüştü.
Bu benzeri görülmemiş felâket karşısında herkes yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Patlamalar şiddetlendikçe şehirler haritadan silindi, hükümetler çöktü, toplumlar parçalandı ve hayatta kalanlar yapayalnız bırakıldı. Korkunç felâketin ardından gezegen harabeye döndü. Hayatta kalanlar küçük, ayrı topluluklar halinde enkazın arasında yaşamlarını sürdürmeye çabalıyordu. Kaos ve yıkımın ortasında, eskinin küllerinden yeni bir toplum yaratmaya çalışıyorlardı fakat devam eden patlamalar buna izin vermiyordu.
Araştırmalar sonucunda bir çare bulundu: patlamaları durdurmanın tek yolu güneşin merkezine giderek helyum ve hidrojen dengesini düzeltmekti. O zamanlar bunu uzaktan yapacak teknolojimiz yoktu. En az üç kişinin gidip birlikte hareket etmesi gerekiyordu. Onları ısıdan koruyacak zırh sadece birkaç dakika dayanacak, görevi tamamlayınca eriyip yok olacaklardı. Mutlak ve korkunç bir ölüm anlamına gelen bu göreve hiç kimse gitmek istemedi. Kimisi ailesini bırakamadı, kimisi hastalığını öne sürdü. Ancak güneş patlamaları güçlenip sıklaşıyordu. Güneşin gazabına karşı daha ne kadar dayanabilirlerdi? En sonunda üç cesur genç gönüllü oldu. Bu üç kahraman büyük bir özveri ile milyonlarca derece ısının ortasına giderek canlarını verdiler. Görevi başarmışlardı, patlamalar durdu ve güneşimiz tekrar genç bir yıldız olarak parlamaya başladı. Bu acı deneyimden sonra özverinin değerini anladık. Kendi kişisel varlıklarını bir kenara bırakıp başkalarını kurtarmak için ölüme koşan gençlerin anısına yeni bir toplum inşa ettik. Bu toplumda hiç kimse bencillik yapmayacak ve herkes öncelikle başkalarının iyiliğine çalışacaktı.
Yıllar geçtikçe gezegen yavaş yavaş iyileşmeye başladı ve toplum özveri ve yardımlaşma temeli üzerinde gelişti. Bireycilik ve bencillik kavramları geçmişte kalmıştı. Yeni nesillere özveri, işbirliği ve yardımlaşma değerlerini öğrettikçe, zaman içinde empati yeteneğimiz de gelişti. Artık birbirimizin duygularını ve ihtiyaçlarını hissedebiliyorduk. Bu yetenek, kültürümüzün temeli haline geldi.
Eskiden bencil çıkarlar ve kişisel kazanç peşinde koşan toplum iç çatışmalarla bölünürken, şimdi özverili olmanın yalnızca genel iyiliğe fayda sağlamakla kalmayıp aynı zamanda bireysel doyum ve mutluluğa da yol açtığının farkına varmıştık.
Vatanları ve toplumları için canlarını vermeye giden gençlerin ardından onlara lâyık bir toplum kurmasaydık büyük utanç duyardık. Onların bizim için yaptığı fedakârlığın değerini anlamalı, hiçbir zaman unutmamalıyız.”
Bu etkileyici hikayeyi ilgiyle dinlemiştik. Gamlısu,
“Güzel bir toplum yaratmışsınız.” dedi. “Ancak herkes özveri ve işbirliği ilkelerine bağlı olmayabilir. Bireysel hırs ve kazanç için uğraşanlara ne yapıyorsunuz? Ceza mı veriyorsunuz?”
“Hayır, onların da ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz. Birisi bencilce kişisel çıkarlarının peşinde koşuyorsa bu onun güvensizlik içinde olduğunu gösterir. Ona ihtiyaç duyduğu güvenli ortamı sağlarız, korkularını gideririz.”
Gamlısu ile birbirimize baktık. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk: “Bu gezegene insanlar gelirse bu nazik canlıların önüne geçmeye kalkarak huzuru bozarlar. Yok, mümkün değil insanlar bunlarla birlikte yaşayamaz.”
Diğer gezegenleri incelemek üzere Öncesen Gezegeninden ayrılırken bize küçük bir kutu hediye ettiler. İçinde bir kristal küre vardı. Çikolatanın onları çok mutlu ettiğini söylediler.
İkinci gezegene indiğimizde iyi niyetli olduğumuzu söyleyerek iyi bir izlenim bırakmaya çalıştık fakat kendine ait bir aklı olan çeviri robotumuz yine sözlerimizi yanlış çevirmiş. Sonradan kayıtları okuduğumuzda gördük ki uzaylılara gezegenlerinin kaynakları hakkında sorular sorduğumda Astroçevirmen: "Buralarda iyi bir bar var mı? Bu uzun yolculuktan sonra gerçekten bir içkiye ihtiyacımız var." demiş.
Uzaylılar bu soru karşısında şaşırdılar ama kibarca yanıtladılar: "Standartlarınızı karşılayabilecek bazı içeceklerimiz var."
Astroçevirmen, gezegendeki yaban hayatı hakkında sorduğumuz soruyu şu şekilde tercüme etmiş: "Peki, burada sevimli, tüylü yaratıklar var mı? İyi bir evcil hayvan olabilecek bir şey?"
Uzaylılar bu soruya güldüler, ancak gezegenlerindeki yaban hayatını evcilleştirmediklerini hemen açıkladılar: “Biz onlara karışmayız, onlar kendi alanlarında yaşarlar, biz kendi alanımızda yaşarız.”
Ne ile beslendiklerini sorduğumuzda, kendi aklına göre çeviri yapan Astroçevirmen, “Baklava börek var mı?” diye sormuş. Uzaylılar “Biz ışıkla besleniyoruz ama size baklava yapabiliriz.” dediler.
Bu gezegende atmosfer basıncı fazla yüksek olduğundan, burada yaşayanlar basık kafalı, basık burunlu olmuşlardı. Bu gezegene inince bizim de bedenlerimiz ve kafalarımız basıklaşmıştı. Ağzı, gözleri ve kulakları olan fakat parmakları gelişmediği için ellerini ustalıkla kullanamayan canlılar vardı. Çevrelerinde çok bol kaynaklar bulunduğu halde bunları pek az kullanıyorlardı. Sadece ihtiyaç duydukları kadar hammaddeyi doğadan alıyor, çoğunu âtıl bırakıyorlardı. İnsanların sahip olduğu hırs, açgözlülük, rekabet ve kazanç arzusu bunlarda yoktu. Çevrelerine müdahale etmiyor, doğal yaşam ortamlarını değiştirmeden yaşayıp gidiyorlardı. Yaşam tarzları, giyimleri ve evleri sadeydi. Para kavramı yoktu.
Gamlısu, “Peki Arcan bunları neden salak buldu?” diye sordu.
“Arcan’a göre bunlar aptal çünkü gezegenin kaynaklarını tam kapasite ile kullanmıyorlar,” dedim. “Oysa zeki bir varlık olan insan doğadaki bitki, hayvan, maden gibi kaynakları sonuna kadar tüketmeyi hedeflemiş ve başarılı olmuştur. İnsan asla ihtiyacı olanı tüketmekle yetinmemiş, hep daha fazlasını istemiştir. Ayrıca dünyanın ekolojik sistemlerine müdahale etmiş, değiştirmiş ve beton, çelik gibi maddelerle yeryüzünün görünüşünü değiştirmiştir.”
Sendebil adlı bu gezegen, kimsenin daha fazlasını arzulamadığı, servet ve zenginliğin hiçbir anlam ifade etmediği bir yerdi. Bunun yerine gezegenliler hayatın basit zevklerinden, örneğin güneşin sıcaklığından, hafif bir rüzgâr esintisinden ve bir şarkının rahatlatıcı sesinden keyif alıyorlardı. Başarıyı ve mutluluğu kişisel tatmin, büyüme ve topluluğa katkı temelinde ölçüyorlardı. Bireysel gelişime, bilgi arayışına ve yaratıcılığa odaklanmışlardı.
Yerlilerden biri bize bunun nedenini anlattı:
“Eskiden çok zengin bir uygarlığımız vardı. Hepimizin malları mülkleri, saray gibi evleri, mücevherleri, bol paraları vardı. Aşırı lüks içinde yaşıyor, kaynakları israf ediyor, eğlence ile günümüzü gün ediyorduk. Güneşte patlamalar başlayınca herkes servetini korumaya çalıştı. Paralarını, mücevherlerini, değerli eşyalarını, değerli giysilerini korumaya aldılar, yeraltı sığınaklarına indiler ve aylarca iklimin düzelmesini beklediler. Fakat felâketten sonra fark ettiler ki bu değerli eşyalar onları doyurmaya yaramayacaktı. Gezegenin toprağı, havası, suyu kirlenmiş, iklimi bozulmuş, tarım yapacak ortam yok olmuştu. En kötüsü bu sorunları çözecek bilgileri yoktu: bilime önem vermemişlerdi, sadece zengin olmaya çalışmışlardı. Aç ve susuz kalınca en değerli servetin bilgi olduğunu anladılar. Yaşayacakları sağlıklı bir gezegen yoksa zenginliklerinin ve maddi varlıklarının anlamsız olduğunun farkına vardılar.
Çok uzun süre uğraştıktan sonra bozulan çevreyi düzeltip yeniden tarıma başlayabildiler. Gösterişli, şatafatlı içi boş zenginlik yerine bilim ve sanat üretip kendilerini bilgi ile donattılar. Odak noktalarını bilgiye, araştırmaya ve
yeniliğe kaydırarak gezegenin ekosistemlerini yeniden canlandırmak ve tarımı yeniden başlatmak için yeni teknolojiler yarattılar.
Bu gördüğünüz sade görünüşlü, alçak gönüllü canlıların paraları yoktur fakat gönlü ve aklı çok zengindir öyle ki bilgileriyle bu gezegeni her türlü tehlikeden koruyabilirler. Hattâ beceriksiz uzaylılar gezegenimizi istilâ etmeye kalktığında onlara istilâ dersi vermek zorunda kalmışlardı.”
Anladığımız kadarıyla, bu toplumun en büyük serveti bilgiydi. Bilim ve teknolojiye çok önem vermişler ve bilgilerini gezegeni korumak amacıyla kullanmışlardı. Nanopartikül teknolojisi ile bozulan doğal dengeleri restore ederek gezegenlerindeki çevresel sorunlarla başa çıkıyorlardı. Bu teknoloji, çevre dostu ve sürdürülebilir bir şekilde ekosistemlerini korumak için geliştirilmiş bir araç olarak kullanılıyordu. Akıl Küpü bu teknoloji ile çok yakından ilgilendi. Konuyla ilgili her şeyi kaydediyordu.
Gamlısu,
“Buraya insanlar gelirse gezegenin tüm kaynaklarını bitirirler. Aşırı tüketimden ve kirlilikten dolayı burada da iklim değişikliğine yol açarlar. Gidelim.”
Ayrılırken bizi uğurlayan kalabalık topluluğa, barış ve sevgiyle kalın dediysek de sonra kayıtlardan öğrendiğimize göre çeviri robotu bunu “Baklava ve börekle kalın!” diye çevirmiş.
Sensizolmaz adlı üçüncü gezegenin atmosferindeki nem oranı çok yüksekti. Sulak alanların, yağışların bol olduğu bu ortamda görülmemiş çeşitlilikte, birbirinden farklı milyonlarca canlı yaşamaktaydı. Bunların türleri, ırkları, renkleri, biçimleri, yaşam tarzları, dilleri, düşünceleri birbirinden farklı olmasına rağmen birbirleriyle çok iyi geçiniyorlar ve uyum içinde bir arada yaşıyorlardı. Aynı tür içinde bile gezegenin neresinde yaşadıklarına bağlı olarak aldıkları ışığa göre veya oksijene göre renkleri ve kemik yapıları farklılaşmış olan birçok grup vardı. Fakat bu farklılıklara hiç aldırış etmeden eşit haklara sahip olarak yaşıyorlardı. Aralarında bir denge vardı. Hepsi kendilerinin çok özel olduğunu hissediyordu ancak herkesin birbirine ihtiyacı vardı. Bu gezegende, her biri diğerinden çok farklı olmakla birlikte her canlı diğerlerine karşı son derece saygılı ve hoşgörülü idi. Kendilerinden farklı olan canlı türlerinin haklarına saygı gösteriyorlar, onlara zarar verecek hiçbir şey yapmıyorlar, aksine merhametli ve korumacı davranıyorlardı.
Gamlısu, “Bu kez açıklamana gerek yok, anladım,” dedi. “Arcan bunların da aptal olduklarını söyledi çünkü bunlar her canlıya saygı gösteriyorlar. Bu da onların insanlara kıyasla çok daha az zeki olduklarını gösterir. Zeki canlılar olan insanlar deri rengi, dili veya düşünceleri farklı olan insanlara katiyen tolerans göstermezler. Bu farkları bahane ederek diğerlerini ezer, sömürürler. Örneğin, insanların çoğu, tarih boyunca ırk veya cinsiyet farklılıkları nedeniyle diğer insanlara karşı önyargılı ve ayrımcı davranışlarda bulunmuştur. İnsanlar birbirlerini kategorilere ayırıp bölerler, sonra da ötekileştirerek ve dışlayarak yaşarlar. Böylece kaynakları ve hakları kendileri kullanabilirler.”
“Evet, doğru bildin.” dedim. “Ayrıca zeki bir tür olan insan, diğer canlı türlerini hakimiyeti altına almış, onlardan faydalanmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Hayvanların etinden, sütünden, derisinden, yününden, tüyünden, kanından, kemiğinden, yağından, enerjisinden faydalanmak için mega endüstriler kurmuş, ormanları yakmış, ağaçları kesmiş, bitkileri de her türlü ihtiyacı için kaynak olarak kullanmış ve sonunda dünyadaki biyoçeşitliliği yok etmiştir.”
Sensizolmaz Gezegeni, bir kabul ve hoşgörü yıldızıydı; ırkı, türü, dini veya ideolojisi ne olursa olsun her canlıya eşit saygı ve itibarla davranılan bir yerdi. Bu ayrımsız gezegende, insanın hayal gücünün çok ötesinde, evrendeki hiçbir şeye benzemeyen bir uyum yatıyordu.
Hepimizin aklında dolaşan soru aynıydı: Böyle olağanüstü bir başarıyı nasıl elde etmişlerdi? Yaşam ve kültür açısından bu kadar çeşitliliğe sahip bir gezegen, diğer pek çok toplumu rahatsız eden çekişme, çatışma ve ayrımcılıktan kaçınmayı nasıl başarmıştı?
Gezegenin yerlilerinden biri bize konuyu anlattı:
“Eskiden gezegenimizde büyük eşitsizlik vardı. En üstün ırk olduğunu iddia eden mavi tek bacaklı canlılar vardı. Bu ırk her şeye hakimdi. Kendi yüksek konumunu korumak için diğer tüm canlıların alt türler olduğunu söylüyordu. Kendi türünden olan fakat yeşil renkli olanları bile aşağı görüyorlardı. Kendi türlerinin erkeklerine dişilerinden daha fazla haklar tanıyorlardı. Bunların dışında kalan çok bacaklılar ve kanatlılar en hor görülen türlerdi. Hiyerarşik bir sınıflandırma ile tüm canlılar birbirinden ayrılmış, her birine farklı değer biçilmişti. Bu ortamda düşmanlık yaratmak çok kolaydı. Farklı gruplar arasında nefret ve kin ile yoğun intikam arzuları vardı.
Güneşteki patlamalar, ekosistemin hassas dengesini bozan geniş çaplı yıkıma neden oldu. Bu etki, büyük depremleri, tsunamileri ve volkanik patlamaları tetikleyerek yaşam alanlarının yok olmasına ve çok sayıda canlının yaralanmasına yol açtı. Mesele şu ki, bu felâket sırasında kimse kimsenin yardımına koşmadı. Herkes birbirinden nefret etmişti. Bir yerde yaralı biri yardım istese, hangi gruptan olduğunu soruyor, farklı olanlara yardım etmiyorlardı. Bakın.”
Karşımızda bir görüntü belirdi. Yerde ağır yaralı birisi yatıyor, başında duran beş kişi onu sorguya çekiyordu:
Yaralı Kişi: Lütfen, yardım edin! Çok acı çekiyorum!
Yardım ekibi: Bekle biraz, önce kim olduğunu görelim. Yanlış kişiye yardım etmeyelim.
Yardım ekibi: Evet, haklısın. Nereli olduğunu bilmemiz gerek. Buköşeli misin, Şuköşeli mi, yoksa Oköşeli mi?
Yaralı Kişi: Şu an bunun ne önemi var? Bacaklarım ezildi, beni kurtarın!
Yardım ekibi: Tabii ki önemli! Biz Buköşelilere Şuköşelilere yardım etmiyoruz!
Yaralı Kişi: Siz şaka mısınız? Acı içindeyim ve siz burada kimlik sormakla meşgulsünüz! Tamam, Oköşeliyim!
Yardım Ekibi: Hmm, öyleyse hangi bölgesindensin? Aşağı Oköşe mi, Yukarı Oköşe mi?
Yaralı Kişi: Üç aşağı beş yukarı Oköşeliyim.
Yardım Ekibi: Bu bizimle dalga geçiyor. Yalan söylüyor!
Yaralı Kişi: Lütfen, nefret etmek yerine yardım edin! Herkesin hayatı önemlidir!
Yardım ekibi: Senin hayatın bizim için hiçbir değer taşımıyor. Kendi başının çaresine bak!
Yaralı kişi yerde kıvranırken, diğerleri duyarsızca uzaklaşıyordu.
Yerli anlatmaya devam etti:
“Bu şekilde ayrımcılığın pek çok acı örneğini ortaya koydular. Büyük kayıplar verdik. Birçok ırk ve tür yok oldu.
Felâketten sonra gezegenin sakinleri parçalanmış dünyalarını yeniden inşa etmek ve gezegenlerinin ekolojik dengesini yeniden sağlamak gibi göz korkutucu bir görevle karşı karşıyaydı. Gezegenin biyoçeşitliliği neredeyse tamamen yok olmuş ve pek çok türün soyu tükenmenin eşiğine gelmişti. O zaman, yaşayan her şeyin gezegenin refahına katkıda bulunduğunu fark ettiler. Örneğin böcekler tozlaşmada çok önemli bir rol oynuyor, bu da bitkilerin gelişmesine ve tüm canlılara besin sağlamasına olanak sağlıyordu. Vahşi hayvanlar da nüfus seviyelerini kontrol ederek belirli türlerin gezegeni istila etmesini önlüyor, ekosistemin dengesinin korunmasına yardımcı oluyordu. Bu karşılıklı bağımlılık, tüm yaşam biçimlerinin birbirine bağlılığına dair derin bir takdir uyandırdı ve gelecek nesiller için gezegenin uyumunu korumaya karar verdiler. Ve çağlar geçtikçe kültürümüz gelişti, eşitlikçi değerlerimiz pekişti, büyüdü.
Hepimizin ortak yanı hayattır. Hepimiz canlıyız ve hayatlarımız aynı derecede değerlidir. Farklılıklarımız ise zenginliğimizdir. Düşünebiliyor musunuz bütün canlılar birbirinin tıpatıp aynısı olsaydı ne kadar sıkıcı olurdu…”
Gamlısu, Akıl Küpü ve ben bu hikayeyi ilgiyle dinlemiştik. Anlaşılan bu yıldız sisteminde güneşteki patlamalar beş gezegeni de mahvetmiş fakat sonradan geçmişteki hatâlarından ders alarak çok daha iyi dünyalar kurmuşlardı.
Ayrılırken uzaylılar bize nezaketle bir hediye vermişti. Özenle kat kat sarılmış gezegenin küçük biblosunun üzerinde gizemli bir yazı vardı: "İDİ ME İN". Bu ne demekti? Uzaylılar bize bir mesaj vermek istemişti. Bu mesajın şifresini çözmek, dünya dışı uygarlıklara, onların kültürlerine ve hatta ileri teknolojilere dair değerli bilgiler sağlayabilirdi. Bu, insanlığın evrene ilişkin bilgi ve anlayışını Dünya'nın ötesine genişletmesi için çığır açıcı bir yol gösterici olabilirdi.
Uzun araştırmalarımızın sonucunda "İDİ ME İN" sözünün farklı kültürlerde çeşitli anlamlara sahip olabileceği ortaya çıktı. Kesin anlamını belirleyememiştik, sadece tahminler yürütüyorduk. Bazı antik mitolojilerde "İDİ ME İN" bir şifa veya büyü sembolü olabilir, diğer kültürlerde ise bir çağrı veya uyarı anlamına gelebilirdi. Araştırma cihazlarımız ve şifre kırıcılar saatlerce aradılar ama boşuna! Uzaylıların şifresini kırabilecek en küçük bir ipucu bile bulamamıştık.
Ertesi gün temizlik robotu Astrosil biblonun tozunu alırken yüzeyini öyle kuvvetle sildi ki, üzerindeki koruyucu tabakayı kaldırdı. Bunun altında gizlenmiş olan harfler ortaya çıkınca yazının tamamını okuduk: "DİDİŞMEYİN"!
Uzay aracımız Sendegel adlı dördüncü gezegene indiğinde, üzerimizde bir huzur ve sükunet hissinin oluştuğunu hissettik. Yumuşak çimenlerin üzerine basıp temiz havayı içimize çektik. Aniden tuhaf, ruhani varlıklar tarafından kuşatıldık. Bu uzaylılar, narin yüz hatları ve parıldayan derileriyle daha önce gördüğümüz canlılardan çok farklıydılar. Bu gezegende atmosferde fazla oksijen olduğu için ve basıncı yüksek olduğu için burada yaşayan canlıların beyinlerine bol oksijen girmiş ve kafaları çok büyümüştü. Bedenlerinin iki yanında çok sayıda dokunaçları vardı. Kafalarının her yanında birer tane olmak üzere dört tane gözleri vardı.
Uzaylılar bizi duyduğumuz hiçbir dile benzemeyen bir iletişim biçimi kullanarak sıcak bir şekilde karşıladılar. Son derece yumuşak ve kibar konuşma tarzları vardı.
Gezegene indiğimiz zaman ikimizin de elinde lazer silahları vardı. Bunu gören yerlilerden biri “Bu nedir?” diye merakla sordu.
“Silah.” dedik.
“Neye yarar?”
“Tehlikeli varlıklara karşı kendimizi korumak için taşıyoruz.”
“Tehlike nedir?”
“Bize zarar vermek isteyen olursa onlara karşı kullanırız.”
Güldüler: “Ama elinizde silah olursa onlar sizi tehdit olarak görecektir, yani tehlikeyi kendiniz davet ediyorsunuz.”
Burada yaşayan barışçıl yaratıklar olağanüstü zekâya sahipti ve genişlemiş kafaları, gelişmiş zihinsel kapasitelerinin bir kanıtıydı. Bu varlıklar, derin bilgelikleriyle teknolojik yeniliklerde şaşırtıcı ilerlemeler kaydederek ulaşım, iletişim, endüstri, tıp ve gıda alanlarında devrim yaratan çok sayıda cihaz icat etmişlerdi. Bu usta zihinlerin ürünleri hayranlık uyandırıyordu.
Ancak bu şaşırtıcı ilerlemenin ortasında bariz şekilde eksik olan bir şey vardı: silahlar. Bu barışsever yaratıklar bilinçli olarak her türlü silahın geliştirilmesinden kaçınmışlardı. Ne konvansiyonel, ne nükleer, ne de gelişmiş elektromanyetik veya lazer silahlarının bu toplumda bir yeri vardı. Şiddet karşıtlığına olan bağlılıkları sarsılmazdı.
Bol oksijenle büyümüş kafaları, tıpkı kalpleri gibi, zekâ ve şefkatle genişlemişti. Derin bilgelikleri ve ileri bilgileriyle bu olağanüstü varlıklar, bir sürü harika yaratmak için teknolojinin gücünden yararlanmıştı, isteseler evrenin en korkunç silahlarını yapabilirlerdi fakat düşmanlığa başvurmak yerine, çözüme giden yolun diyalog ve anlaşmadan geçtiğine inanıyorlardı. Savaş, etik dışı, akıl dışı ve yasa dışı idi. Savaş, kaba kuvvet ve zorbalıktı. Şiddet ve yıkım getiren savaş araçları üretmeyeceklerdi.
Bunun yerine çatışmalar barışçıl müzakereler ve uzlaşma yoluyla çözülmeliydi; kelimelerin gücünün herhangi bir silahtan çok daha üstün olduğuna inanıyorlardı. Her etkileşimde sesleri, anlayışa, diplomasiye ve ortak zemin arayışına verdikleri önemi yansıtıyordu.
Gamlısu sordu:
“Nasıl oldu bu? Büyük bir savaştan sonra mı bütün silahları yok ettiniz?”
“Hayır, büyük bir savaş olmadı. Güneşteki patlamalar milyonlarca canlının ölümüne yol açınca atalarımız hayatın değerini anladılar. Yakınlarını kaybetmeyen kimse yoktu. Hepsi bu acıyı duydu. Kaybettikleri arkadaşları, eşleri, çocukları bir daha geri gelmediler. O zaman can almanın, öldürmenin ne kadar kötü olduğunu gördüler.
Bu olay, onları silahları bırakmaya ve barışçıl iletişim ve çözüm yollarını benimsemeye teşvik eden bir uyarı oldu. Mevcut tüm silahları söküp imha ettiler ve geriye hiçbir silah kalmamasını sağladılar. Daha sonra empatiyi, çatışma çözümünü ve etkili iletişim becerilerini öğreten bir eğitim sistemi kurdular. Bu eğitim her bireye barış, anlaşma ve ortak zemin bulmanın önemini aşıladı. Bu çabalar sayesinde barışçıl müzakerelerin ve uzlaşmanın çatışmaların çözümünde tercih edilen yöntemler haline geldiği bir kültür yaratmayı başardılar.
Problemleri çözmenin yolu öldürüp yok etmek değildir. Karşınızdakini yok etmeden, zekânızı kullanarak yenebilirseniz, gerçek zaferi kazanırsınız. Diplomasi bir zekâ işidir.”
Uzaylıların sözleri empati ve anlaşmaya dair köklü bir bilgelikle doluydu. Farklılıklar olsa da barış içinde bir arada yaşamanın, çatışmaları şiddete başvurmak yerine diyalog yoluyla çözmenin altında yatan derin gücü hissediyorduk.
“Keşke Dünya’ya gelip insanlara barış içinde yaşamayı öğretseydiniz.” dedim.
“Dünya’ya geldik fakat gördüğümüz şiddet kültürü karşısında büyük üzüntü duyduk. Toplumun bilinci henüz şiddeti terk etmeye hazır değildi, insanlığın olgunlaşıp içsel gelişimini tamamlaması için yalnız bıraktık. Zorla değişimi sağlayamazsınız. Bir çocuk zamanla büyüdükçe boyu uzayacaktır, zamanı gelmeden çekiştirerek boyunu uzatamazsınız.”
Bu huzurlu gezegende de bir şeyler öğrenmiştik. Ancak ayrılmaya hazırlanırken uzaylılara son bir soru sormaktan kendimi alamadım. “Ordunuz ve silahlarınız olmadan kendinizi nasıl koruyabilirsiniz?”
Uzaylılar bana nazik, anlayışlı gözlerle baktılar. “Barışın içimizde başladığına inanıyoruz.” dediler. “Kendimizle barışık olduğumuzda başkalarıyla da barışık olabiliriz. Ve bu uyumlu bir varoluşun anahtarıdır.”
“Peki ama bir saldırıya uğrarsanız kendinizi nasıl savunacaksınız?”
Buna verdikleri cevap karşısında hem hayranlık hem de şaşkınlık duydum. Gezegen, silahsız ve barışçıl bir toplum olmasına rağmen, olası bir saldırı durumunda savunma stratejilerini geliştirmişti. İlk olarak, güçlü bir istihbarat ağı, tehditleri önceden belirlemek ve önlemek için aktif olarak çalışıyordu.
İleri teknolojiye sahip olan bu gezegen, savaşsız savunma sistemleri kullanarak saldırıları engelliyordu. Bu sistemler arasında enerji kalkanları, güvenlik kameraları, uzay ve kara tabanlı izleme sistemleri yer alıyordu. Ayrıca, saldırıları önlemek için çevresel izleme ve erken uyarı sistemleri de aktif olarak kullanılıyordu.
Bu gezegen, güvenlik ve savunma konularında eğitimli bir halka sahipti. İnsanlar, saldırı durumunda kendi bölgelerini korumak ve zarar görenlere yardım etmek üzere organize olmuş gönüllü gruplara katılıyorlardı. Hepsi bilgili ve donanımlı idi. Toplumun birlik ve dayanışma içinde olması da saldırılara karşı etkili bir savunma sağlıyordu.
Kısaca, onların silahı, konuşma yetenekleriydi! Herhangi bir savaşın çıkmasına izin verilmiyordu. Anlaşmazlıklar diplomasi ile kolayca çözülüyordu.
Arcan’a göre bu canlılar da aptaldı çünkü teknoloji harikası silahlar yaratmış olan insana kıyasla bu canlıların pek de zeki oldukları söylenemezdi. İnsanlar zekâları sayesinde savunma ve caydırma amaçlı silahlar üretmişler ve tarihin her döneminde silah teknolojisini geliştirmişlerdi. Çoğu zaman bu silahlar sayesinde insanlar arasında anlaşmazlıklar savaşlarla çözülmüştü ve silah üstünlüğü bulunan taraf diğerine isteklerini kabul ettirmişti. “İnsanlar silahsız yaşayamaz.” diyerek oradan ayrıldık.
Beşinci gezegende bizi uçan bir rehber karşıladı:
“Evrendeki hiçbir gezegene benzemeyen Sendeuç Gezegenine hoş geldiniz. Burada yasalar, kurallar ve sosyal normlar gibi kısıtlayıcı kavramlar mevcut değildir. Gezegenin sakinleri, diğer pek çok dünyayı yöneten kısıtlamalardan etkilenmeden, hayatlarını uygun gördükleri şekilde yaşamakta özgürdür. Biz, başkalarına zarar vermediği sürece her bireyin kendi mutluluğunu sürdürmekte özgür olduğu bir toplum yarattık: güven, saygı ve anlayış üzerine kurulu bir toplum.”
“Hiçbir kanun yok mu? Olur mu öyle şey? Medeni Kanun da yok mu?”
“Medeni kanuna gerek yok, biz medeniyiz zaten.”
“Ya Ceza Kanunu?”
“Suç işlenmiyor ki ceza olsun!”
“En azından Yerçekimi Kanunu diye bir şey vardır!”
“Hayır, burada fizik kanunları bile yok,” dedi rehberimiz. “Gelin, size göstereyim.”
Ayaklarımız yere basmıyordu fakat havada yürür gibi rahatlıkla ilerliyorduk. Kalabalık bir şehir merkezine ulaştık. Yerçekimi yoktu, herkes havada uçarak gideceği yere gidiyordu. Hiçbir trafik kuralı olmadığı halde herkes hayranlık uyandıran bir düzen içinde hareket ediyordu.
Biz, düşüncelerimizi bile kayıt altına alan bir yönetim sisteminden geliyorduk, o yüzden bu özgürlük karşısında şaşırmıştık. Daha da şaşırtıcı olan şey, bu canlıların sınırsız özgürlüğe rağmen birbirlerine zarar vermeden yaşamayı başarmış olmalarıydı. Hiçbir yasanın ve kuralın olmadığı ancak insanların sorumlu davrandığı ve başkalarının haklarını ihlâl etmediği bir toplum kurmuşlardı. Böyle bir toplumda kişisel değerler düzeni sağlamada ve kaosu önlemede önemli bir rol oynuyordu. Yasalar veya kurallar olmayınca bireylerin eylemlerini ve başkalarıyla olan etkileşimlerini yönlendirecek tek güç kendi içsel ahlak değerleri oluyordu.
Gamlısu:
“Arcan'ın dediği gibi bunlar pek de zeki değil.” dedi .”İnsanlar kadar zeki olsalar birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlayan yasalar ve toplumsal kurallar koyarlardı. İnsanlar kendilerini birbirlerinden korumak için davranışlarını kontrol altında tutmaya çalışmış, bu amaçla hukuk, yasalar, ahlak kuralları ve sosyal normlar gibi zorlayıcı sistemler kurmuşlardır. İnsan davranışlarını denetleyici yasalar ve kurallar olmasa, acaba kaç insan özgürlüğünü kötüye kullanmanın cazibesine karşı koyabilir? İnsanları kötülük yapmaktan ne caydırabilir? Her istediğini yapmakta özgür bırakılan insan neler yapmaz!”
Gerçekten de büyük özgürlük, büyük sorumluluğu da beraberinde getiriyordu. Bu canlılar alabildiğine özgürce düşünüyor, konuşuyor ve hareket ediyorlardı fakat bunu yaparken birbirlerine zarar vermiyorlardı.
“Nasıl oldu bu?” diye sorduk. Rehberimiz anlattı:
“Bizim de eskiden yasalarımız, kurallarımız, bürokratik mevzuatımız vardı. Bunlar titizlikle ve çok ayrıntılı hazırlanmış, yönetim tarafından onaylanmıştı. Herkes yasalara sıkı sıkıya uyardı, hiç kimse kuralların dışına çıkmazdı. Güneşte patlamalar olunca gezegenimizde büyük bir karmaşa yaşandı, yerçekimi kuvveti yok oldu. Herkes yangınlardan, deprem ve sellerden canını kurtarmaya çalışıyordu fakat aynı zamanda kurallara da uymaya çalışıyordu. Hayat kurtarırken bürokratik mevzuata ve yasalara uyma zorunluluğu hepimizi kısıtlıyordu. Bu yüzden kayıplar iki katına çıkmıştı. Bir yere ambulans ve kurtarıcı göndermek için yasaların öngördüğü izinleri bürokrasiden almak gerekiyordu. Birçok imza, izin ve onay alınana kadar binlerce can kaybediliyordu.
Kurtarma ve yardım çalışmalarına katılmak isteyenler, sıkı yasal düzenlemeler ve bürokratik engellerle karşılaştılar. Yasalar kimlerin arama kurtarma yapabileceğini belirlemişti. Arama kurtarma çalışmalarına katılabilmek için birçok evrakla başvurmak ve kimlik almak gerekiyordu. Birisi acil durum kurtarma ekiplerine katılmak için gönüllü olsa, başvuru yaparken karşılaştığı evrak yığını ve izin alma sürecinde engelleniyordu.
Bir gönüllü heyecanla “Hemen harekete geçmeliyiz, milyonlarca kişinin yardıma ihtiyacı var!” dese, yetkili şöyle cevap veriyordu: “Öncelikle, resmi başvuru formunu doldurmanız gerekiyor. Gerekli evrakları tamamlayıp başvurunuza ekleyin: Bir adet vesikalık fotoğraf, kimlik sureti, noter tasdikli imza örneği, soyağacı belgesi, muhtarlıktan ikamet belgesi, diploma sureti, sabıka kaydı getireceksiniz. Sonra da bütün ilgili kurumlardan onay almanız gerekecek.”
Gönüllü şaşkınlıkla “Ama zamanımız yok! Her saniye önemli! Birçok kişinin hayatı tehlikede!” diyor, yetkili soğuk bir şekilde, “Prosedürleri takip etmek zorundayız. Acil durumlarda kimlerin yardım edebileceğini yasalar belirler. Kurallar böyle…” diyerek başvurusunu geri çeviriyordu.
Böyle olunca yardım edenlerin sayısı azaldı ve maalesef birçok kişiye zamanında ulaşılamadı. Toplum sadece doğal felâketlerin değil, aynı zamanda aşırı düzenlemelerin de kurbanı olmuştu.
Felâketten sonra sağ kalanlar bütün yasaları ve kuralları iptal ettiler. Herkes alabildiğine özgür olacak fakat özgürlüklerini sorumlu bir şekilde, başkalarına zarar
vermeden kullanacaktı. Herkesin başkalarına karşı güçlü bir empati ve saygı duygusu olacak, bu da onların davranışlarını yönlendirecek ve başkalarının haklarını ihlal etmelerini engelleyecekti. Sanal gerçeklik gibi teknolojiler kişilerin başkalarının yerine geçmesine ve onların bakış açılarını ilk elden deneyimlemelerine olanak sağladı. Böylece bireylerin başkalarının ihtiyaçlarına yönelik daha derin bir anlayış ve empati geliştirmelerine yardımcı oldu. Sonuç olarak, iyi davranışları kanunlarla ve cezalarla yaptırımlamak yerine, kişilerin doğal davranışları haline getirdik.”
Gemiye döndüğümüzde düşünceli ve suskunduk. Eğer bu gezegenlere insanlar gelirse barış ve huzuru bozacaklarını biliyorduk. Bu canlılar binlerce yıl uğraştıktan sonra saygı ve nezaket ile, uyum içinde özgürce birlikte yaşamanın yolunu bulmuşlardı. İnsan ise içindeki hırs, doyumsuzluk ve bencillik nedeniyle her gittiği yere kötülük götürecekti. Zorbalıkla, savaşlarla, silahlarla her yere hakim olmaya kalkışacak, her şeyi ele geçirene kadar durmayacaktı.
Yine Dünya’yı düşünmeye başlamıştım:
“Sen de benim hissettiğimi hissettin mi Gamlısu? Yabancı gezegenler ne kadar güzel olursa olsun kendimi dünyadaki gibi rahat hissetmedim. Hep yabancı olduğumu, eğreti durduğumu düşündüm. Hiçbir yerde dünyada olduğumuz kadar güvende ve mutlu olamayız. Bizim gerçek yerimiz, yuvamız dünya.”
Gamlısu, “Evet.” dedi. “Uzayda dolaşmaktan bıktım artık, Dünya’ya dönmek istiyorum. İnsan yaşamına elverişli olup da hiç canlı bulunmayan bir gezegen yoktur. Uygun bir gezegen bulup yerleşirsek, oranın canlılarına zarar vereceğiz. Ekosistemini de mahvedeceğiz. En iyisi Dünya’ya dönüp kaldığı kadarıyla kendi gezegenimizi yeniden inşa etmek.”
Ben de en kısa zamanda Dünya’ya dönmek istiyordum. Mümkün olan en yüksek hızda gitmek için gizlice sistem ayarlarını değiştirdim. Işık hızından daha hızlı gidecektik ve bir an önce kendi yuvamıza kavuşacaktık.
6. BÖLÜM: ÇANAK ÇÖMLEK
Dünya’ya kısa sürede ulaşmasına ulaştık fakat indiğimiz yer bıraktığımız Dünya’ya hiç benzemiyordu. Sulara gömülmüş bir gezegen yerine her yeri yemyeşil ormanlarla, yoğun bitki örtüsü ile kaplı, cıvıl cıvıl kuşlar ve rengârenk çiçeklerle, hayvanlarla dolu bir doğa bulmuştuk. Hava temiz, akarsular berraktı.
Ormana doğru korku içinde kaçışmakta olan yaban keçileri gördük. Neden bu kadar korktuklarını merak ettik:
“Ne var ne oluyor, neden kaçıyorsunuz?”
Astroçevirmen keçilerin çığlıklarının ne anlama geldiğini bize söyledi:
“İnsanlar bizi evcilleştirmeye çalışıyor. Derimizi, etimizi, sütümüzü kullanmak istiyorlar. Biz evcilleşmek falan istemiyoruz, bizi rahat bırakın!”
Şaşkınlıkla etrafa bakıyorduk. Akıl Küpü, “Burası Dünya fakat zaman içinde geriye giderek dünyanın çok eski bir dönemine denk geldik.” dedi.
Gamlısu bana döndü, öfkeyle, “Sen yine ne yaptın Safsu?” diye bağırdı. “Yoksa rotayı mı değiştirdin?"
Ne yaptığımı bilmiyordum ancak Dünya’ya çabuk dönebilmek için hız düğmeleri ile epey oynamıştım.
Akıl küpü "Hayır, rotayı değiştirmemiş fakat bilmeden hızımızı fazla yükseltmiş olmalı. Işık hızından daha hızlı gidince zamanda geriye dönmüş olduk. Yani Dünya’dayız ama sanırım milattan önce 6000 yılındayız." diyerek uzakta tarlaya bir şeyler ekmeye çalışan insanları gösterdi. “Tarım icat edilmiş fakat henüz ilkel yöntemler kullanıyorlar. Yabani hayvanları evcilleştirmeye çalışıyorlar.”
Gamlısu öfkeyle, "Bir bu eksikti! Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramazmış. Safsu, senin yüzünden hiçbir zaman 2300 yılında bıraktığımız dünyaya dönemeyeceğiz!"
Arkeolojik araştırma cihazım ile çevreyi taradım. Cihaz, “Geç Neolitik dönemde Bereketli Hilâl topraklarında bulunuyorsunuz. Diğer adıyla Cilalı Taş Devri.” dedi.
Akıl Küpü, “Hızını dikkatle ayarlamalısın. Işık hızında seyahat ederken zaman yavaşlar ve dünyada yüzlerce yıl geçmiş olur. Yani Dünya'nın geleceğine gideriz. Hızını fazla artırıp ışık hızından daha hızlı gidince Dünya zamanında geriye doğru yol alır, eski bir döneme gideriz.” diye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Ben ise büyülenmiş gibi çevreye bakınıyordum. Bu döneme gelmiş olmak benim için bulunmaz bir fırsattı çünkü astroarkeoloji bölümünde uzmanlık alanım Neolitik dönem idi. Hattâ çanak çömlek yapımı üzerine bir araştırma yapmıştım. Sonra çanak çömlek merakım tutkulu bir hobi haline gelmiş, evim, topraktan yaptığım kaplarla dolmuştu.
İnsanların doğaya hakim olmaya başladığı Neolitik Çağ'ın ortasında kendimi bulunca çok sevinmiştim. Bu, insanlık için muazzam bir dönüm noktası idi. Atalarımızın ilk kez tarıma başladığı Neolitik dönem, insanlığın doğa kanunlarına bağımlı yaşamaktan kurtulduğu dönemdi. Bu gelişme, insanın eşsiz zekâsının bir kanıtıydı çünkü doğanın nasıl işlediğini anlaması ve kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirebilmesi, insanlığın olağanüstü bilişsel yeteneklerini sergiliyordu. Bana göre düşüncedeki bu değişim, insan gelişimindeki en büyük adım ve daha yüksek bir bilinç düzeyine sıçramaydı. İnsanlar tarımı kullanarak ve ileri teknolojiler geliştirerek artık kendi kaderlerinin mimarları olmuşlardı. Özünde, insanlığın kendi kaderini şekillendirme yeteneği, aklın içgüdüye, zekânın zorluklara karşı kazandığı zaferi temsil ediyordu. İnsanlar, çevrelerinin kontrolünü ele geçirerek ve kendi yollarını çizerek, insan aklının sınırsız gücünü göstermişlerdi.
Gamlısu bir an önce buradan ayrılıp kendi zamanımıza dönmek istiyordu. Ben ise coşku ve merakla çevreyi inceliyordum. Ormanın kenarında bir topluluk görülüyordu. İnsanlar göçebe avcı hayatını terk edip evler, köyler yapmış, yerleşik düzene geçmişlerdi; toprak evlerin etrafında tarım alanlarına tohum ekiyorlardı. Tarımın icadı ile birlikte mal mülk sahibi olma ve toprak sahibi olma sonucunda insanlar arasındaki eşitsizlikler başlamıştı. Yakında hamur işleri yemeye başlayınca göbeklenip şişmanlayacaklardı. Oysa Paleolitik dönemin insanları incecikti, bunu mağara duvarlarına çizdikleri çöp adam resimlerinden biliyordum.
Bazı evlerin yanına birkaç keçi, koyun, inek yakalayıp bağlamışlardı. Bunlar aslında yaban hayvanları idi, hiç durmadan bağırıyorlardı. Astroçevirmen bu çığlıkların anlamını şöyle anlattı:
"Neden bizi bağlıyorsunuz, ailelerimizden ayırıyorsunuz? Nesiller boyu vahşi doğada yaşadık, neden birdenbire insanlar tarafından hapsedildik? Peki neden sütümüzü size vermek zorundayız? Bu süt kendi yavrularımız için, insanlar için değil."
"Biz özgürce dolaşmak, dağlara tırmanmak ve vahşi doğayı keşfetmek için doğduk. Neden hapsedilmiş ve kısıtlanmış olarak yaşamak zorundayız? Neden basit bir nesne gibi muamele görüyoruz? Bizi bırakın, doğanın amaçladığı gibi özgür olalım. "
"Bırakın bizi, huzur içinde otlayalım! Kırlarda dolaşmamız gerekiyordu, bağlanıp sonsuza kadar süt üretmeye zorlanmamız değil. Hayatlarımız insanlar tarafından ele geçirildi, ilerleme dediğiniz bu mu?"
Bu hayvanlar, özgürlükleri için ve hayatlarını kendi doğalarına göre yaşama hakları için yalvarıyorlardı. İnsanın kendisini diğer türlerden ayırıp daha yüksek bir konuma getirmesi diğer canlılar için hiç de iyi olmamıştı. İnsan, eylemlerinin diğer duyarlı varlıklar üzerindeki etkisini düşünmeden, kolaylık ve kaynak arzusu ile onların yaşam haklarına el koymuştu.
Çeviri robotumuz Astroçevirmen’in yardımıyla, bu eski dünyanın insanları ile iletişim kurabildik, onların düşünceleri ve duyguları hakkında benzeri görülmemiş bir anlayış elde ettik. Onlara başka bir ülkeden geldiğimizi söyledik. Kabile reisi yaşlıca, kara kuru bir adamdı. Kabilesinin yaptığı evlerle, tarım ürünleri ile gurur duyduğu belli oluyordu. Doğaya hakim olmanın özgüveni içindeydi; insan kendisini doğadan ayırınca hırs ve kibir duyguları da başlamıştı.
Sarmaşıklarla ağaca bağlanmış bir yaban koyunu ve kuzusunu gördüğümüzde, onlardan yayılan korku ve endişe bizi üzdü. Bu iki zavallı hayvan panik içinde çılgınca meliyor, çırpınıyor, acı yardım çığlıkları atıyordu.
“Ne oldu ufaklık? diye sordum. “Sen ve annen neden bu kadar korktunuz?”
Astroçevirmen dilimize çevirdi. Kuzunun cevabı tüyler ürperticiydi: “İnsanlar bizi yakalayıp bağladılar. Kardeşimi kesip yediler! Bizi de kesecekler! Lütfen bize yardım edin!” diye ağlıyordu. Bunlar da henüz evcilleştirilmemiş yaban koyunlarıydı. Alıştıkları vahşi doğanın sınırsız özgürlüğünü özlüyor, yalvaran gözlerle bana bakıyorlardı.
Gamlısu bana kızmıştı: “Safsu yeter artık! Buraya geldiğimizden beri hayvanların peşinde koşuyorsun. Hadi gidelim!”
Bir kuzunun ağlamasını duyan hiçbir insan kayıtsız kalamaz. Gamlısu’ya,
“Yazık ama, onları kurtaralım. Baksana şu minicik kuzuya, ne kadar sevimli. Bunu kesip yemelerine izin vermeyeceğim!” dedim.
“Ne yapacaksın, koyunları uzay aracına mı alacaksın? Tarihin akışını değiştiremezsin, bu insanlar bu hayvanları evcilleştirecek ve maalesef kullanacaklar.”
“Evet ama bu koyun ve yavrusu benden yardım istedi, onları bırakamam. En azından bu ikisini kurtarmaya çalışacağım.”
Korkmuş bir koyunu ve kuzusunu kurtarmanın yeterli olmayacağını biliyordum. Bütün hayvanları kurtaramazdım. Ama kesin olan bir şey vardı ki, benden yardım isteyen o iki masum varlığı yüzüstü bırakamazdım. Onların tek umudu bendim ve onları kurtarmak için elinden geleni yapacaktım.
Kabile başkanı bize şüphe ile bakıyordu. Kuzuyu yiyeceğimi düşünüyordu fakat ben kuzuya sevgiyle sarılmıştım.
Gamlısu, “Safsu, hayvan peşinde koşmayı bırak da buradan gidelim!” diyerek uzay aracına gitti.
Akıl Küpü beni anlamıştı. O da bu hayvanları kurtarmak için bir şeyler yapmak istiyordu.
“Para teklif edebilirdik ama para henüz icat edilmemiş,” dedi.
Bu sözler bana bir fikir verdi. Para icat edilmemişse başka bir şey teklif edebilirdik. Bu insanlar tarım yaparken büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Toprağı sürmeyi bilmiyor, hiçbir tarım aleti kullanmıyor, sadece tohumları toprağa atıyorlardı. Onlara tarımın sırlarını, toprağı işleme ve tohum ekme tekniklerini anlatabilirdim. Karşılığında ben de koyun ile yavrusunun özgürce ormana geri dönmesine izin vermelerini isteyecektim.
Hemen işe koyuldum. Ağaç dallarından V şeklinde bir alet, yani saban yaptım. Bununla toprağı sürmeyi öğrettim. Bu şekilde yaratılan mineral zenginliği ile toprağın verimi artacaktı. Başakları elleriyle topluyorlardı, dallara keskin çakmaktaşları ekleyerek orak yapmayı öğrettim. Yalnız buğday ve arpa ekiyorlardı, Akıl Küpü ile birlikte çevrede mercimek arayıp bulduk, onlara gösterdik. Şansımıza keten ve kenevir de vardı, bunları giyim için kullanmayı öğrettim. Daha verimli sulama sistemleri yapmayı, tahılları depolamayı, yiyecekleri daha uzun süre saklama yöntemlerini gösterdik.
Kuzu ile annesi hâlâ korku ve endişe dolu bir ifade ile bize bakıyorlardı. “Korkmayın yünlü dostlarım, sizi kurtaracağım.” diyerek, çevreyi inceledim.
Bu insanlar, dereden su taşımak için hayvan derisinden yapılmış keseler kullanıyorlardı. Deride açılan deliklerden sular sızıyordu. “Çanak çömlek yok mu?” diye şaşkınlıkla sordum. Hiçbir şey anlamadılar. Çanak çömlek demek, yeni bir çağa geçmek demekti, bunu onlara öğretecektim.
Bana saygı ve hayranlık duymaya başlayan kabilenin yardımıyla gerekli malzemeleri topladım ve işe koyuldum. Kadınlar, erkekler ve çocuklar etrafımda toplanmış merakla izliyorlardı.
Astroarkeoloji bölümünde öğrendiğim ve çok sevdiğim çanak çömlek yapımını öğretmek üzere, Akıl Küpü ile birlikte bir çömlekçi çarkı yaptık. Toprak killiydi, çamur haline getirip hamuru kıvama soktum. Eskiden hobim olduğu için elim alışıktı, kısa sürede çok sayıda tencere, testi, küp ve çanaklar yaptım, ateşte pişirdik. Bazılarını da güneşe koydum.
“Tencerede mercimek çorbası yaparsınız.” diyerek çalışmayı bitirdiğimde kadınlar sevinçten uçuyordu. Kimi benim yaptığım kapları alıp evine götürüyor, kimi de topraktan hamur hazırlayıp kendi kaplarını yapmaya çalışıyordu.
Kan ter içinde kalmıştım ama bu yorgunluğa değdi. En sonunda koyun ile kuzuyu bize vermeye razı oldular. Akıl Küpü iki hayvanı kollarına alarak en yüksek hızıyla uzaklaştı. Onları insanların bulamayacağı bir ormana, yaban hayatına iade etmeye götürüyordu. Ömürlerinin sonuna kadar doğal ortamlarında özgür yaşayacaklardı.
Kabile reisi kaybettiği hayvanların arkasından biraz da üzüntüyle bakarak bana sordu: “Bu hayvanları kurtarmak için büyük emek harcadın. Tarım yöntemlerini gösterdin, çanak çömlek yaptın, çok yoruldun. Neden?”
“Çünkü korkuyorlar! Onlar da insanlar gibi korku ve acı hisseden bilinçli, duyarlı canlılar. Bırakın hayatlarını doğanın istediği gibi yaşasınlar. Kendi başlarına dolaşmak, yaban hayatını yaşamak istiyorlar. Biz de onlara saygı göstermeliyiz. Ayrıca, doğayla uyum içinde yaşamalarına izin verirsek, belki de gelecekte dünyanın daha iyi bir denge içinde olmasına katkıda bulunabiliriz.”
Kadınların bazılarının gözlerinde şefkat ve merhamet belirtileri gördüm. Bu yaratıklara olan sevgimin derinliğini anlamışlardı. Kadınlardan birkaç tanesi, bana teşekkür etmek için evlerinin yanında duran koyunları ve inekleri serbest bıraktı ve onlar kaçarken gülerek bana gösterdiler. Hayvanlar özgür doğalarına koşuyordu. Koşan hayvanları izlerken, keşke daha fazlasını yapma, bütün hayvanlara doğal ortamlarında yaşama şansı verme gücüne sahip olsaydım diye düşünüyordum.
Gamlısu uzay aracına gitmişti. Akıl Küpü henüz ormandan dönmemişti. Uzay aracına doğru yürürken etrafa bakınıyordum. Bir de ne göreyim! Bir kedi! Öyle ya, kedi çoktan evcilleştirilmişti! Yılların kedi özlemiyle tekire sarılırken evrendeki en mutlu insan bendim.
Güzel tekiri sevmeye doyamamışken beş tane de mini mini yavrusu çıkagelmez mi! Hele yavrulardan bir tanesi sürmeli gözleri, pembe burnu, beyaz patileri ve sırtındaki çizgilerin muhteşem deseniyle aklımı başımdan almıştı. Kelebeklerin peşinde koşuyor, oynuyordu. Fakat oradan geçmekte olan adamın biri yavru kediye tekme attı! Birden kendimi kaybettim, “Seni ilkel yaratık seni, ne yapıyorsun?” diye bağırarak havada uçup adama tekmeler savurdum. Bu yaptığıma kendim de şaşırmıştım, bu kadar güçlü olduğumu bilmiyordum. Ben şiddete karşı olan, kaba kuvvet kullanmayı daima reddeden bir insandım fakat küçücük yavru kediye tekme atan koskoca herifi görünce içimde vahşi bir hayvan uyanmıştı. Herif benim öfkemden korktu, kaçıp gitti. Yavru kediye baktım, neyse ki bir şeyi yoktu. Adını Pisican koydum.
Yavru kediyi cebime sakladım. Uzay aracına dönünce odamda bir süre saklayacak, daha sonra Gamlısu'ya gösterecektim. Önce kızabilirdi ama zamanla o da sevimli yavruyu sevecekti.
Odama girdiğimde bir sürprizle karşılaştım. Akıl Küpü ile küçücük bir kedi yavrusu beni bekliyordu. Akıl Küpü de benim gibi sevgi ve merhamet duygularıyla hareket etmiş, minicik bir yavru görünce dayanamayıp korumaya almıştı. İkinci tekir şahıs dişiydi. Adını Miyavsu koydum.
Gece yavru kediler üzerimde uyudular. Gamlısu henüz görmemişti. Sabah Gamlısu'nun çığlığı ile uyandım.
“Bu ne? Safsu sen ne yaptın?”
Çok kızmıştı:
"Uzay aracında kedi olur mu? Kumanda odasında binlerce düğme var, ya yanlış bir düğmeye basarsa? Hem uzayda kedi kumunu nasıl bulacağız?”
"Tamam canım, korkma, kumanda odasına sokmayız. Bu Pisican, bu da Miyavsu!” dedim iki yavru kediyi kucağıma alırken.
Hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Şimdi bu yavrulara da yuva olacak güzel gezegeni bulmak için daha kararlıydım. Gamlısu duygularımı yüzümden okumuş olmalı ki, “İyi, size mutluluklar öyleyse!” diyerek durumu kabullendi.
Hayvanlarla geçirdiğim her an beni neşe ve şükranla dolduruyordu. Görkemli aslanlardan en küçük böceklere kadar her canlının kalbimde ayrı bir yeri vardı. İster tüylü bir dosta sarılmak, ister süzülen bir kuşun zarafetine hayranlık duymak olsun, hayvanları sevmek bana hayatın güzelliklerini takdir etmeyi, şefkat ve merhamet duymayı öğretiyordu. Onların gözlerindeki saf sevgiyi ve kabulü görmek, başka hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde ruhumu ısıtıyordu.
Bir hayvanın sevgisi doğal içgüdüye, sadakate ve arkadaşlığa dayalı, basit, dürüst ve samimi bir bağlılıktı. Hayvanlar yargılamadan seviyor, bizi olduğumuz gibi, kusurlarımızla kabul ediyor ve sarsılmaz destek sunuyorlardı. Bazen sallanan bir kuyrukla, bazen ıslak bir burunla sevgilerini evrensel bir dille ve derinden hissedilen şekillerde gösteriyorlardı.
Önyargıları, kaygıları ve beklentileri ile karmakarışık olan insanın sevgisinin yanında bir hayvanın sevgisi sadece onların doğuştan gelen içgüdülerinin dışa vurumuydu. Bu, farklı türler arasında var olan derin bağlantının en güzel ifadesiydi.
7. BÖLÜM: KARA DELİK
Yola koyulduk. Uzun saatler boyunca hiçbir şeye rastlamadan yol aldık. Ben Miyavsu ve Pisican ile oynarken Gamlısu da kumanda odasında rutin kontrolleri yapıyordu. Birden bir çığlık attı: "Kara delik! Kara delik! İleride kara delik var!"
Kumanda odasına koştum, rotamızı değiştirerek kara deliğin çekim alanından uzaklaşmalıydık.
Gamlısu, aracın rotasını aksi yöne çevirip biraz toparlanmaya çalışarak, "Acil durum için hazır olalım. Giysini giy, oksijen tüpünü kontrol et." dedi ve ikimiz de olası bir kaza için alarm durumuna geçtik. Uzay giysisini giyerken söyleniyordum:
“Ne biçim kaderimiz varmış, dünyamızı sular basar, uzaya çıkarız kara delik yutar!”
Gamlısu görüntülü iletişimi açmış, Berkcan'a durumu bildirmişti. Berkcan ve Mertcan bizi korkuyla izliyor, anlamadığım birtakım fizik kurallarından bahsediyorlardı:
“Kara deliğin güçlü yerçekimi, yaklaşan nesnenin farklı kısımlarına farklı kuvvetler uygular. Nesnenin başı ile ayakları arasındaki farklı yerçekimi kuvvetleri nedeniyle nesne uzunlamasına gerilir. Bu "gelgit etkisi" sonucunda insan kara deliğin içine girdikçe, sonsuz ince bir şekilde çekilir ve "spagetti"ye benzeyen bir şekle dönüşür.”
"Ya kediler ne olacak?" diyecektim ki Miyavsu o telaşla açık bıraktığımız kumanda odasının kapısından girdi, panelin üzerine atladı ve acil fırlatma düğmesine bastı. Miyavsu bir anda açılan kapıdan dışarıya, uzay boşluğuna doğru uçarken, Gamlısu hiç beklemediğim bir şey yaptı: Havada uçarak kediyi yakaladı, astronot giysisinin içine, göğsüne soktu ve bunu yaparken kontrolünü kaybedip açık kapıdan dışarıya uçtu. Bir an korkuyla kara deliğe baktım. Henüz çekim alanına girmemiştik, çok hızlı hareket etmeliydim. Ekranda bizi izleyen Berkcan'ın bembeyaz olmuş yüzünü gördüm. İlk defa sakin olun demiyordu. O çok uzaktaydı, yardıma koşamazdı. Yavuklusu tehlikedeyken hiçbir şey yapamayan bir adamın çaresizliği yüzünden okunuyordu. Mertcan ise ne yapacağımı anlamıştı, bağırdı: "Safsu, sakın dışarıya çıkma, bu aptallık olur!"
"E ben de aptalım zaten," dedim gülerek ve dışarıya atladım. İnsan arkadaşını kara deliğe terk eder mi? Elektronik ağ için gerekli olan kumanda aletini almıştım.
Planım şöyleydi: Gamlısu'ya ulaşıp çengelle bağlanacaktım ve ağ bizi hızla uzay aracına çekecekti. Gamlısu on metre kadar uzaktaydı, konumunu sabit tutmaya çalışıyordu. Kediyi yakalamak için bir anda kapıya atladığından, kumanda aletini yanına almamıştı.
Boşlukta navigasyon çubukları ile yüzerek Gamlısu'ya ulaşmaya çalışıyordum. Hayatımın sonuna kadar bu uzun saniyeleri unutamam. Fakat daha da unutulmaz olan, yaklaştığımı gören Gamlısu'nun yüzündeki şaşkınlık ifadesiydi. Astronot giysisinin içinde hayretten gözleri büyümüş, ağzı açık kalmıştı. Ne düşündüğünü biliyordum: “Sen ne yaptın Safsu? Sen gerçekten çok aptalmışsın! Kendini tehlikeye attın! Ah Safsu ah, şimdi kara delik ikimizi de yutacak!”
Ama öyle olmadı. Gamlısu'ya ulaşınca emniyet çengelini onun giysisinin üzerine taktım ve ağın bizi uzay aracına çekmesi için kumanda aletindeki düğmeye bastım. Fakat o ne? Uzay aracımız hızla bizden uzaklaşıyordu! Öyle ya, kara delikten uzaklaşması için rotasını değiştirmiştik. Atlamadan önce rotayı düzeltmeyi düşünememiştim. "Buraya kadarmış," dedim. "Herşey bitti. Kaderimiz böyle birbirimize bağlı uzayda ölmekmiş."
Kendimi hiç bu kadar suçlu hissetmemiştim. Benim yüzümden hem Gamlısu, hem de Miyavsu ölecekti. Kendi düşen bir şeye sarılır ama uzayda sarılacak hiçbir şey yoktu. Oksijenimiz bitene kadar böyle boşlukta kalacaktık. Ya da kara deliğin çekimine kapılıp spagetti olacaktık. Ölüm korkusundan çok suçluluk ve pişmanlık içinde dönüp Gamlısu'ya baktım. O ise astronot başlığının içindeki yüzünü görebildiğim kadarıyla sevinçle “Bak bak!” diyordu ve gözleriyle işaret ediyordu. Uzay aracımız yönünü değiştirmiş, hızla geri geliyordu.
Akıl Küpü bizi kurtarmak için rotayı değiştirmişti. Bize iyice yaklaşınca elektronik ağın düğmesine bastım, ağ hepimizi sarıp aracın içine çekti. Akıl Küpü'ne emir verilmedikçe kendi kendine karar vermemesi söylendiği halde inisiyatif kullanmış ve bizi kurtarmıştı. Duyguları robot aklına üstün gelmişti.
Aracın içine girip güvenli bölüme geçtikten sonra Gamlısu yavru kediyi göğsünden çıkardı, yatak odasına götürüp kapattı. Sonra yanıma geldi: "Sana hayatımı borçluyum. Büyük cesaret gösterdin, beni çekip aldın, hem de kara deliğin önünden."
"Bir anda çok önemli kararlar veririz. Sen de kediyi yakalamak için kapıdan dışarıya atladın. Sahi sen neden kediyi kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye attın?”
Gamlısu gülümsedi: “Çünkü senin kediyi ne kadar çok sevdiğini biliyordum. Ben sevdiğini kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu çok iyi…” sözlerini bitiremeden hıçkırıklara boğuldu.
Akıl Küpü ise hepimizi kurtarmıştı, Üstün zekâ iyi duygularla birleşince ortaya muhteşem bir varlık çıkmıştı. Bizi aracın içine alır almaz rotayı tekrar değiştirmişti. Kara delikten uzaklaşmaya çalışıyorduk fakat aracımızın sakin ve güçlü bir şekilde yavaşça kara deliğin içine çekildiğini hissettik. Çevremizde uzay, garip bir şekilde bükülmeye ve kararmaya başlarken, kara deliğin sessiz ve karşı konulmaz çekim gücü uzay aracını kendine doğru çekiyordu. Bu, sadece fiziksel bir çekimle değil, aynı zamanda enerji alanları aracılığıyla da gerçekleşen bir yönlendirme gibiydi.
Hiçbir ışığın veya maddenin kaçamayacağı sınır olan olay ufkuna yaklaştığımızda, şaşkınlık ve korku karışımı duygular içindeydik. Kara delik, yoğun çekim kuvvetiyle bizi karşı konulmaz bir şekilde çağırıyor gibiydi.
İçeride, renkli enerji akımları uzay aracını sararak bizi daha derine yönlendirdi. Bunlar, kara deliğin duyarlı yapıları olan saf enerjiye sahip varlıklardı. Kara deliğin içinde enerji varlıkları, uzay aracının etrafında dolaşarak dalgalı desenler oluşturdular. Birbirinden farklı renklerde parlayan enerji varlıklarının her biri, belki de duygusal bir durumu temsil eden sakin bir mavi, coşkulu bir turuncu veya bilgelik dolu bir mor olarak farklı bir frekans yayıyordu. Renkli akımlar arasında geçiş yapan enerji dalgaları, bir denge ve uyum içinde süzülüyor, adeta evrenin ritmini yansıtıyordu. Renklerin farklı noktalarından çıkan yankılar duyuldu ve enerji varlıkları, şeffaf ve titreşen biçimleriyle konuşmaya başladılar.
İlk enerji varlığı, hafif bir titreşimle şunları söyledi: "Safsu ve Gamlısu, uzayın sonsuzluğunda gezintiye çıktınız, ancak bilincinizin derinliklerine inmeye hazır mısınız?"
Şaşkın bir şekilde onayladık.
Diğer bir varlık, renkli akımlar arasında titreşerek konuştu: "Siz insanlar, kendi dünyanızın bekçilerisiniz. Ancak, göreviniz sadece kendi türünüzle sınırlı değil. Doğanın bir parçası olarak, tüm evrenle uyum içinde olmalısınız."
Üçüncü bir varlık, hafifçe parlayan bir ışıkla devam etti: "Önce kendi dünyanızda birbirinizle, diğer canlılarla ve doğayla barış içinde yaşamayı başarmalısınız.
Siz içinizi değiştirmedikçe dış koşulları değiştirmenizin faydası olmaz.”
Dördüncü bir varlık, renkli spiraller oluşturarak, "İnsanlar, dünyanızın bir parçası olduğunuzu hatırlayın. Doğayla uyum içinde yaşamak, tüm evrene bir denge getirecektir. Unutmayın, her eyleminiz evrenin dengesini etkiler."
Son enerji varlığı, yine titreşen bir frekansta şu öğüdü verdi: "Önce bilincinizi yükseltin, kendi dünyanızı iyileştirin, sonra diğer gezegenlere adım atın. Bunu yapmadan diğer gezegenlere yayılmak o gezegenleri de tüketecektir. Her gezegen, sizin varlığınızı hisseder ve etkilenir."
Ve farkına bile varmadan, kara deliğin gizemli derinliklerine çekildik. Ancak beklediğimiz ezici karanlık yerine kendimizi garip, farklı bir âlemde bulduk. Sanki geçmişe bakan bir pencereden bakıyormuş gibi uzak ve eski yıldızları ve galaksileri görebiliyorduk. Kara deliğin derinliklerine doğru yolculuk yaptıkça, bunun her zaman düşündüğümüz ölümcül tuzak olmadığını, aksine evrene dair yeni bir anlayışa açılan bir kapı olduğunu keşfettik. Yıldızların göz açıp kapayıncaya kadar doğuşuna ve ölümüne tanıklık etmemizi sağlayan zaman genişlemesinden, uzay-zamanın dokusunu açığa çıkaran yerçekimsel merceklenmenin akıl almaz etkilerine kadar tuhaf ve harika olaylarla karşılaştık. Ancak kara deliğin kalbine doğru ilerledikçe, enerji varlıkları, gerçekliği anlamamızı sağlayan sırları ortaya çıkarmaya başladılar. Önce etrafımızdaki ışıklar zamanın çizgileri halinde belirmeye başladı. Işıltılı enerji akımları, bizi geçmişin karanlık yüzüne taşıdı. Bir anda etrafımızdaki manzara değişti ve kendimizi bir mağarada, ilkel bir topluluğun karşısında bulduk. Açlık ve korku hüküm sürüyordu. İnsanlar karşılarına çıkan her şeyi yemeye çalışıyorlardı, otları, yemişleri , börtü böcek ne bulurlarsa atıştırıyorlardı, fakat bu açgözlülük değil bir ihtiyaç idi. Hepsi de zayıftı, açlık korkusuyla bedenlerinde yiyecek depolamaya çalışıyorlardı. Aralarında küçük bir meyve yüzünden kavga çıktı, taş ve sopalarla birbirlerine girdiler, belli ki çatışmaları çözümleme becerileri yoktu, konuşmayı bilmiyorlardı, sorunları sadece şiddetle çözebiliyorlardı. Tek amaçları hayatta kalmaktı, bunun için canlı cansız her varlığı kullanıyorlardı. Empati bilmiyorlardı, diğer canlılar onlar için ya yiyecek, ya da yok edilmesi gereken tehlikeli yaratıklardı. Bu insanların giyimleri, dış görünüşleri birbirine benziyordu, farklı olan dışlanıyor, mağaraya alınmıyordu. Belli ki mağaranın güvenlik sağlayıcı ortamına sığınabilmek için her biri diğerlerine kendini kabul ettirmeye çalışıyordu.
Birden manzara değişti, alışveriş merkezlerinde sepetlerini tıkabasa dolduran, sürekli bir şeyler atıştıran, çoğu şişman ve hantal, toplumda kabul görmek için moda ve marka takıntısıyla lüzumlu lüzumsuz eşyalar alan insanlar görüldü. Görüntüler hızla değişiyor, simsiyah dumanlar çıkaran fabrikalar, yok edilen ormanlar, kirletilen denizler, milyonlarca araç önümüzden geçiyordu. Nefes kesici zengin bir ormanın, kesilmiş ağaç kütükleri ve toprağın kuru, çatlamış yüzeyi arasında kayboluşunu acıyla izledik. Kuşların ötüşü yerini sessizliğe bıraktı. Ellerinde tüfeklerle sinsi avcılar geçti. Zarif ve görkemli yaban hayvanları, binbir renkli bitki türleri, varoluş mücadelesini kaybederek birer birer yok oldular. Masmavi berrak bir deniz göründü, sonra yerini zehirli plastik atıklarla ve petrol lekeleri ile kaplanmış kirli, bulanık bir mayi aldı. Tonlarca balık yakalayan balıkçı kayıkları, yerini sahilde sürüklenen balıkların cansız bedenlerine bıraktı. Gri renkli kalabalık şehirlerde cinayetler, çatışmalar, trafik ve koşturmaca arasında insanlar yaşadılar ve öldüler. Kafeslere sıkıştırılmış tavuklar, devasa endüstriyel tesislerde inekler, hayvanat bahçelerinde, deney laboratuvarlarında küçüklü büyüklü milyonlarca hayvan acı çekerek can verdi. Verimli topraklar çölleşti, göller, ırmaklar kurudu. Önümüzden nükleer füzeler, silahlar, tanklar, yıkılmış binalar, parçalanmış bedenler, ağlayan insanlar geçti. Özgürlüklerini kaybetmiş varlıklar, aç çocuklar, yoksul insanlar…
Bunlar aslında bildiğimiz şeylerdi fakat hepsini birden üst üste görmek bizi sarsmıştı. İnsan kendi çıkarları ve hırsları için diğer varlıkları acımasızca kullanmış, kendi yuvasını yok etmiş, oyuncağını düşüncesizce kıran, sonra yeni oyuncak isteyen şımarık küçük bir çocuk gibi, yeni gezegenlerin peşine düşmüştü. Başka bir dünyaya ayak basar basmaz, güç ve kontrol arzusu, rekabet, açgözlülük gibi yanlış davranışları hemen ortaya çıkacaktı.
Gamlısu bağırmaya başladı: “Tamam yeter, anladık! Buraya boşuna kara delik dememişler, içimizi kararttınız! Biz bunları biliyoruz zaten! İçimizde bazı bireyler geçmişteki hatâlardan ders çıkarmaya çalışsa da, diğerleri aynı hatâları tekrarlamaya devam etti. Bize gösterdiğiniz bütün kötülükler insanlığın karmaşık doğasını yansıtıyor. Bunları biliyoruz. Fakat Dünya artık bitti, sulara gömüldü. Artık hiçbir şey Dünya’yı geri getiremez!”
Bu sözler üzerine enerji varlıkları yeni bir dansa başladı ve şu bilgileri verdiler:
“İnsan aklının gücünü küçümsemeyin. İnsanlar bilimsel buluşlar ve teknoloji aracılığıyla evreni anlamak ve şekillendirmek için büyük bir potansiyele sahiptir. Bilgiye ulaşın. Ve unutmayın, insanlar düşünceleri, eylemleri ve kararlarıyla evrenin akışını değiştirebilir.”
Kafamız karışmıştı. Dünyayı kurtarabileceğimizi ve eski haline döndürebileceğimizi söylüyorlardı. Oysa üç yüz yıldır uygulanan pek çok çözüm girişimi küresel ısınmayı ve sel sularını önleyememişti. Ne yaparsak yapalım, Dünya'nın durumuyla başa çıkma çabaları sonuç vermemişti ve çaresizlik içinde başka gezegen aramaya çıkmıştık.
Kara delikten çıktık, yolumuza devam ettik. Gamlısu da, ben de gördüğümüz görüntülerden sonra üzgündük. Unutmaya çalıştığımız dünyaya ait acı anılar yeniden canlanmıştı. Keder ve umut arasında sıkışıp kalmıştık. Enerji varlıklarının ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyor, bahsettikleri çözümün ne olduğunu bulamıyorduk. Akıl Küpü ise yine vızır vızır çalışıyor, kendi kendine bir şeylerle uğraşıyordu.
8. BÖLÜM: MUTLU YAŞAM GEZEGENİ
Gamlısu Berkcan’a kavuşma ümidini tümüyle yitirmişti. Artık ağlamıyordu. Uçsuz bucaksız evrenin ayrı yerlerinde birbirinden uzak galaksilerde yol alan iki sevgilinin hiçbir zaman kavuşamayacaklarını kabul etmişti. Berkcan'ı sonsuza kadar kaybettiğini düşünüyor, küskün bir şekilde yaşamını sürdürüyordu. Akıl Küpü ise bunları bir gezegende buluşturmak için uzun zamandır gizlice Mertcan ile iletişim halinde çalışıyordu. Nihayet bir gün bana buluşma noktasını söyledi:
“Mertcan’ın hesaplarına göre ortak bir hedefe ulaşmak uzay boşluğunda buluşmaktan daha kolay olur. Dünyada buluşmak tehlikeli olabilir, orada son durumun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Her iki uzay aracı için de ulaşması kolay olan bir gezegen bulduk, orada buluşacağız. Yalnız şimdilik Gamlısu'ya söylemeyelim, belki başarılı olamayız. Boşuna ümitlenmesin.”
Sonra Akıl Küpü yüksek sesle duyurdu: “Size çok iyi bir haberim var! Mükemmel bir gezegen buldum! İncelemelerime göre havası ve suyu insanlar için uygun. Dünyadakine benzeyen bir ekosistemi var, biyoçeşitliliği çok zengin. İklimi ılıman, toprağı verimli, her açıdan yaşanabilirliği yüksek bir gezegen. Oraya gidiyoruz! Ayrıca size bir de sürprizim var!”
Gamlısu yine bir aksilik olup zaman yolculuğu yapmaktan korkuyordu. “Lütfen bizi Orta Çağa falan götürme, zaten sinirlerim bozuk, hiç kaldıramam,”
Akıl Küpü’nün öve öve bitiremediği gezegene biraz da alaycı bir ifade ile ballı gezegen adını vermiştik. Fakat gezegene indiğimizde ikimiz de şaşırdık. Burası gerçekten hayal edemeyeceğimiz kadar güzeldi. Gezegen, göz kamaştırıcı parlak renklerden oluşan bir tablo gibiydi. İkiz güneşlerinin ışığı altında parıldayan uçsuz bucaksız okyanuslardan, yaşam çeşitliliğiyle dolup taşan yemyeşil ormanlardan, engebeli ovalardan ve değişik türlerde milyonlarca hayvandan oluşan canlı bir dokusu vardı. Zengin bitki örtüsüyle kaplı görkemli dağlar göklere doğru yükseliyor, zirveleri bulutlara ulaşıyordu. Aşağıdaki vadiler, akarsuların ve nehirlerin dolambaçlı yollarını örerek verimli toprağı beslediği yemyeşil bir halı gibiydi. Hele ormanlar adeta bir yaşam senfonisi idi; yaprakları yanardöner tonlarla parıldayan yüksek ağaçlar ve binbir çeşit bitkiden oluşan orman zemini nefes kesici güzellikteydi; kuşların müziği ormanın serin gölgeliğinde yankılanıyordu.
Göller, birer ayna gibi, masmavi gökyüzünü yansıtıyordu. Suyun kristal berraklığı, alttaki hayat dolu göl yataklarını ortaya çıkarıyordu. Okyanuslar hayal edilemeyecek güzellikte ve çeşitlilikte canlılara ev sahipliği yapıyor, dev yosun ormanları akıntılarda yavaşça sallanarak sayısız deniz yaşamına barınak sağlıyordu.
Geniş düzlüklerde Dünya'daki antilop ve zürafaları anımsatan hayvan sürüleri huzur içinde otluyordu. Hayvanların bazıları Dünya'nın hayvanlarına benziyordu, diğerleri ise daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen, tamamen yabancı canlılardı. Gökyüzü çeşitli türlerde kuşlarla doluydu.
Ancak burayı asıl farklı kılan fiziksel güzelliği değil, canlılar arasındaki uyumdu. En küçük böceklerden en görkemli hayvanlara kadar her şekil ve boyuttaki canlılar kusursuz bir denge içinde bir arada yaşıyordu. Sanki gezegenin kendisi, her canlı varlığa yaşlarının ötesinde bir bilgelik vermiş, tüm yaşamın birbiriyle bağlantılı olduğu ve bütünün gücünün her bir parçasının kabulü ve saygısına bağlı olduğu bilgisini aşılamıştı. Biz de bu gezegenin nadir bir mücevher gibi korunmaya değer olduğunu düşünüyorduk. Uzayın karanlığı içinde bir umut ışığı, bir kozmik vaha bulmuştuk.
Akıl Küpü gururla, “Keşfettiğim bu gezegene Mutlu Yaşam Gezegeni adını veriyorum. Burada herkes mutlu!” dedi.
İleride uzay giysileri içinde kim oldukları belli olmayan iki kişi göründü. Gamlısu silahına davrandı. Yavaş adımlarla ilerleyen astronotlardan birinin, “Sakin ol, herşey kontrol altında!” diyen sesini duyana kadar Gamlısu onları tanımadı.
Akıl Küpü ile birlikte gülerek, "Sürpriiiz!" diye bağırdık.
Berkcan ile Gamlısu bir süre şaşkınlıkla bakıştılar, sonra sarıldılar. İki sevgili eğitimde tanışmış, güçlü bir aşkla birbirlerine bağlanmışlardı. Aşkları, engeller karşısında büyümüş ve zamanla daha da güçlenmişti. Uzun süren ayrılık acısından sonra evlerinden binlerce ışık yılı uzakta, bu gezegende kavuşmuşlardı.
Akıl Küpü de sevinmişti: “Kavuşma sahnesi filmlerdeki gibi oldu, he he…”
Gamlısu bu kez sevinçten ağlıyordu. Akıl Küpü "Niye ağlıyorsun? Sen de benim gibi duygularını şaşırdın galiba.”
"Akıl Küpü, bu senin sayende oldu, başardın!" diye bağırdım.
"Mertcan ile birlikte çalıştık. İki uzay gemisinin aynı hedefe odaklanmasını sağladık. Sonunda burada buluştuk."
Akıl Küpü devam etti: "Safsu, sen bana insani duygular yazılımını yüklemeseydin bunu yapmazdım. Anlayış, yardımseverlik ve fedakârlık duygularını nereden bilecektim?"
Akıl Küpü hangi fedakârlıktan bahsediyordu? O zaman bunu anlamamıştım.
Gamlısu ile Berkcan sarılıp hasret giderirken Mertcan’la ben de el sıkıştık. Mertcan, "Muhabbet kuşlarını yalnız bırakalım." dedi. Başımı yukarıya kaldırıp kuş aradığımı görünce, "Safsu, sen gerçekten de dedikleri kadar safmışsın." diye güldü. Bu üstün zekâlı astrofizikçinin karşısında rezil olmamak için susuyordum, söyleyeceğim her söz aptallık seviyemi gösterecekti. Ama Mertcan konuşmaya devam etti:
"İçinin güzelliği yüzüne vurmuş. Dünyada yaşadığımız bütün kötülüklere rağmen iyi bir insan olarak kalabilmek bir erdemdir. Bazısı öyle kurnazdır ki kafasında kırk tilki birbirini kovalar, kırkının da kuyruğu birbirine değmez."
Bir süre sustuk. Mertcan, "Alındın mı yoksa? Neden hiç konuşmuyorsun?"
"Yok alınmadım, saf olduğumu kabul ediyorum. Sadece kafamda tilkileri canlandırmaya çalışıyorum. Kırk tilki bir insanın kafasında kuyrukları birbirine değmeden nasıl birbirini kovalar? Bu çok zor çünkü tilkinin kuyruğu uzun ve bol tüylüdür."
Bu sözlerim üzerine Mertcan öyle bir kahkaha patlattı ki yer gök titredi.
"Uzun zamandır böyle gülmemiştim! Hattâ hayatımda hiç böyle gülmemiştim."
Dünyaya dönmek için sabırsızlanıyorduk. İnsanlığı kurtaracak mükemmel gezegeni bulmuştuk. Herkese bol bol yer vardı, kaynaklar çok çeşitli ve zengindi.
Mutlu Yaşam Gezegeni ile ilgili jeolojik, biyolojik, ekolojik bütün verileri topladık, gezegenin her yerinin görsellerini alarak raporumuzu hazırladık. Bilgi toplamayı bitirmiştik.
Dünyaya dönerken Gamlısu ile Berkcan bir araçta, Mertcan, Akıl Küpü, kediler ve ben diğer araçta olacaktık. Araçlarımıza doğru yürürken, "İyi," dedim gülerek. "Mertcan'ın zekâsı benim aptallığımı dengeler."
"Rica ederim," dedi Mertcan. "Yalnız uzay aracında patates kızartması yapmaya kalkma, olur mu? Astrofizik kurallarına göre kızgın yağın çıkardığı ısı, uzay aracının içindeki basınç ve oksijen ile birleşerek…"
Mertcan uzun uzun anlattı. Hiçbir şey anlamadım ama "Peki," dedim. "Artık patates kızartmasını dünyada yaparız." Belli ki uzun bir süre astrofizik konferansları dinleyecektim.
Birden bir füze ışık gibi yanımızdan geçerek ilerideki tepeye vurdu ve havaya uçurdu. Mertcan “Silah!” diye bağırdı, “Araçlara girin!”
Gamlısu ile Berkcan diğer gemiye, Mertcan ile ben de kendi aracımıza bindik. Koruyucu kalkanları kaldırdık.
Akıl Küpü, “Gezegende silahlı çatışma var!” dedi. Çok geçmeden ikinci bir saldırı oldu. Bu kez çok beğendiğimiz ormanlık alan yok edilmişti. İletişim ekranından bunu kimin yaptığını bulmaya çalışıyorduk ki çatlak bir ses duyuldu: “Aradan çıkın, biz Okatyalılarla savaşıyoruz!”
“Siz kimsiniz? Kendinizi tanıtın.”
Çatlak ses,“Biz Topatyalılarız. Bu gezegeni önce biz bulduk, Okatyalılara bırakmayacağız!” diye bağırdı.
Başka bir ses duyuldu: “Hayır bu gezegeni önce biz gördük, Topatyalılara yedirmeyiz!”
Mertcan gülmeye başladı, “Yahu kardeşim, artık Topatyası Okatyası kaldı mı? Dünyadaki bütün ülkeler sulara gömüldü. Dünya'da yüz yıldır sürdürdüğünüz savaşı burada da mı sürdüreceksiniz?”
Bu anlamsız savaşı aracımızın ekranından izliyorduk. İki düşman uzay aracı gezegenin iki ayrı köşesinde konuşlanmış, birbirlerine lazer ışınları ve füzeler gönderiyorlardı. Her atışta güzelim gezegenin bir bölgesi yanıp kavruluyordu.
Akıl Küpü, “Gezegende herkese yetecek kadar yer ve kaynak var, rahatlıkla bölüşüp paylaşabilirsiniz.” dedi.
Çatlak herif, “Olmaz, hepsi bizim olacak! Okatya’ya ölüm!” diye bağırdı ve tekrar bir füze yolladı. Buna karşılık karşı taraf “Füze öyle atılmaz, böyle atılır!” diyerek karşılık verdi ve gezegenin en güzel bölgelerini birer birer mahvetmeye başladılar. Sürekli yer değiştirdikleri için birbirlerini vuramıyorlardı fakat her atışta gezegenin bir parçasını yok ediyorlardı.
Atmosferin dışına çıkmış, uzay araçlarımızın ekranlarından olan biteni izliyorduk. Gözümüzün önünde kozmosun en güzel gezegeni alevler içinde yanıyordu. Dayanamayıp sordum:
“Yahu neden güzelim gezegeni yakıp yıkıyorsunuz? Yazık değil mi?”
İki taraf da aynı anda cevap verdi:
“Bu gezegeni onlara bırakmayız!”
Ne söylesem karşılık verip füzeleri atmaya devam ediyorlardı.
“Savaşmak yerine bir oyun oynasanız, kazanan savaşın galibi sayılsa?”
“Olmaz, böyle daha eğlenceli oluyor.”
“Uygar insanlar sorunlarını şiddet kullanarak değil, barışçı yollarla çözümler.”
“Biz de uygarız, uygarlığın ürettiği en modern silah teknolojisini kullanıyoruz.”
“Bırakın şu canlılar barış içinde yaşasınlar!”
“Biz de barış için savaşıyoruz işte, savaş bitince barış olacak!”
Ne kadar dil döktüysek de faydası olmadı. Akılları tutulmuştu, saplantılı yıkıcılıklarını hiç durmadan sürdürüyor, ormanları, hayvanları, dağları, tepeleri vuruyorlardı. Her yeri alevler ve dumanlar sarmıştı.
“Yeter artık, bütün gezegen yanıp kül olunca ne yapacaksınız? Uğruna savaşacak bir şey kalmayacak!”
“Yoo, daha milyarlarca gezegen var. Rahat bırakın bizi kardeşim, şurada iki füze atacağız, vır vır vır savaşın tadını kaçırdınız!”
Öteki de, “Bu gezegeni çok seviyorsanız siz de savaşın!” diyerek bizi çatışmaya davet etti.
Bizim füzelerimiz yoktu, uzaya sadece keşif için çıkmıştık. Savaşan iki taraf arasında diplomatik ilişkilerin kurulması için barış elçiliği yapmayı teklif ettik. Topatyalı çatlak, “Aramıza sızıp casusluk yapacaksınız, değil mi? Bize öyle numaralar sökmez!” dedi.
Okatyalı kaçık da, “Ben şimdi size bir barış elçisi gönderiyorum!” diyerek üzerimize füze yollayınca oradan ayrıldık.
Bir zamanlar kozmosun mücevheri olan harika gezegen, dakikalar içinde yakılıp yıkılmış, harabeye dönmüştü. Ormanların görkemli yüksek ağaçları yanan közlere dönüşmüştü. Masmavi gökyüzünü yansıtan kristal göller artık karanlık ve hareketsizdi. Kuş cıvıltılarının ve hayvanların neşeli oyunlarının yerini ürkütücü bir sessizlik almıştı. Bir saat önce hayranlıkla baktığımız o canlı renklerle süslü gezegen şimdi simsiyah bir kömür parçası halinde boşlukta asılı kalmıştı.
Oradan uzaklaşırken, gezegenin harap, ıssız, yalnız hali sonsuza kadar hafızalarımıza kazındı. Savaşta yok edilen bu muhteşem dünyanın acı görüntüsü, hayatın kırılganlığının ve güce sahip olanların yıkıcı yeteneklerinin sürekli hatırlatıcısı olacaktı. Ve yolumuza devam ederken, geleceğimizi şekillendirecek bu bilginin ağırlığını da yanımızda taşıdık.
9. BÖLÜM: ALTERNATİF DÜNYALAR
Mertcan 2300 yılına dönmemiz için gerekli hesaplamaları yapmıştı. Nihayet uzun gezimizden sonra dünyaya dönüyorduk.
Dünya biz ayrıldıktan sonra iyice sulara gömülmüştü. Atmosfere girdiğimizde yöneticiler bize “Bulduğunuz gezegenlere dair raporları gönderin.” dediler.
Gördüğümüz tüm gezegenlerle ilgili bilgileri içeren raporları toparladım.
“Çok garip. Neden inmemizi beklemeden raporları istiyorlar? İndikten sonra versek ne olur yani?” dedim, bilgisayara yükleyip gönderirken. Bunu duyan Mertcan telaşla bağırdı: “Kalkanları kaldırın! Bizi vuracaklar! Kalkanları kaldırın!”
Mertcan, Berkcan ile Gamlısu'ya da haber vererek onların da kalkanlarını kaldırttı. Gerçekten de birkaç saniye sonra Dünya’dan uzay araçlarımıza lazer ışınlarıyla saldırdılar ancak herhangi bir hasar vermeden ışınları emen güçlü koruma kalkanlarına sahiptik. Oradan hızla uzaklaştık.
Mertcan saldırıyı öngörebildiği için kurtulmuştuk fakat ben bu olanlardan hiçbir şey anlamamıştım.
“Neler oluyor? Neden bizi vuruyorlar?”
Mertcan açıkladı:
“Anladığım kadarıyla Dünya'daki yöneticiler yaşanabilir gezegenleri bulan ekiplerin raporlarını alıyor, fakat ekipleri dünyaya inmeden imha ediyorlar çünkü kendilerinden başka hiç kimsenin bu yeni gezegenleri öğrenmesini istemiyorlar. Ayrıca yaşanacak çok küçük bir alan kaldığı için hiç kimsenin dünyaya dönmesini istemiyorlar. Muhtemelen insanlara ekiplerin uzayda kaybolduğunu söylüyorlardır.”
Bunu öğrendiğimde hayretler içinde kalmıştım. "Bunu nasıl yaparlar, nasıl bu kadar kötü olabilirler?" diye sorup duruyordum. "Uzayda milyarlarca gezegen var, herkese yetecek kadar yaşam alanı bulunabilir. Bir avuç insan kendilerini kurtarmak için hepimizi öldürmeye çalışıyor. İnanamıyorum!"
Düşündükçe yapılan kötülüğü daha iyi anlıyordum: "Demek bizden kurtulmak için hepimizi uzaya gönderdiler. Raporlarımızı alıp yaşanabilir gezegenlerin yerlerini öğrenecekler, sonra da bizim gibi fazlalıklardan kurtulacaklardı. Kırk yıl düşünsem böyle bir kötülük aklıma gelmez. 2300 yılındayız ama ilkel insanlardan hiç farkımız yok. İnsan hâlâ zorbalıkla, şiddetle, kaba kuvvetle amaçlarına ulaşıyor. Biz insanlığı kurtarmak için uzaya çıktık, onlar için gezegen arıyoruz. Onlar ise bizi yok etmek istiyorlar! Nasıl olur, nasıl olur?”
Mertcan acıyan gözlerle bana bakıyor, şaşkınlığımı atlatmamı bekliyordu.
"İşte senin gibi saf ve iyi insanlar kötülüğü anlayamaz, nasıl olur diye sorar dururlar. Tarih boyunca tanık olduğumuz vahşetler, katliamlar, zulümler ve işkenceler insanlar tarafından yapıldı. Hattâ insan, kendi yaşam alanına karşı savaş açtı! Uygarlıkla birlikte kötülükler son buldu demek isterdim fakat kötülük değişik biçimlere girerek devam ediyor."
O ana kadar içimde bir yerlerde kalmış olan insanlığa güvenimin son kırıntısını da kaybetmiştim. Gamlısu haklıydı, insanın doğasında kötülük vardı. İnsan o kadar kötüydü ki, uçsuz bucaksız uzayda yaşanacak milyarlarca gezegen olduğunu bildiği halde başkalarına yaşama hakkı tanımıyordu.
Mertcan , "Evet,” dedi. "Şimdi asıl sorunu tartışmaya geçebiliriz. Nereye gideceğiz?”
Bu durumda Dünya’ya dönemezdik. Ne yapacağımıza karar vermek için Jüpiter’in küçük uydusu Europa'ya gidip toplantı yapmaya karar verdik. Bizi orada bulamazlardı çünkü buzlarla kaplı bir yere gideceğimiz kimsenin aklına gelmezdi.
Europa'nın dondurucu ortamında dışarıya çıkmak mümkün değildi. Hepimiz bizim uzay aracımızda toplandık. Gamlısu ile Berkcan'ın mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. O karamsar Gamlısu gitmiş, yerine yüzü hep gülen bambaşka biri gelmişti.
Berkcan, “Dünyadaki arkadaşımdan haberleri alıyorum. Amerika, Avrupa, Afrika, Asya sular altında kalmış. Yalnız Himalayalarda yaşanabilecek bir kara parçası kalmış. Dünya nüfusundan sağ kalan birkaç bin insan buraya doluşmuş. Yöneticiler her zamanki gibi hızlı davranıp en yüksek yeri, yani Everest’i kapmışlar ve yerlerini korumak için diğer insanları zorbalıkla uzakta tutuyorlar.”
Gamlısu, "Ne yapacağız? Himalayalarda yaşanır belki ama o yönetimle yaşanmaz. Eline güç geçince insanlar daha da kötü oluyor.”
Berkcan,
"Yavaş yavaş Himalaya dağları da sulara gömülecek.” dedi. “Yaşam alanı küçüldükçe baskılar artacak, herkes en güvenli yeri almak isteyecek. Yöneticiler kendi aralarında kavga edecekler. İktidara kim gelirse gelsin, diğerlerini yok edecek. Güç insanı bozar. Tam bir kurtlar sofrası."
Ben de tartışmaya katılmış olmak için ezberlediğim sözlerden birini söyleyeyim dedim: "İktidar büyük gözaltıdır." Sonra başımı yana çevirip dalgın dalgın düşünür gibi uzaklara baktım.
Berkcan: "Evet, aynı Foucault'nun dediği gibi, herkes sürekli denetim altında olacak. Ben de bunu demek istemiştim."
Mertcan: “Durum tahlili yapalım. Uzay boşluğunda gezen, gidecek yeri olmayan dört kişiyiz."
Akıl Küpü öksürdü. Mertcan,
“Pardon, beş kişiyiz. Bir de robot var.” dedi.
Pisican miyavladı.
“Tamam tamam, altı kişiyiz. Nereye gideceğiz?”
“Miyavsu da var.” dedim.
“Peki, yedi kişiyiz.”
"Sanırım Miyavsu hamile. Dört beş yavrusu olur. İsimleri hazır bile: Mişik, Meşik, Möşük, Pişik…"
Mertcan ellerini havaya kaldırdı "Saymaktan vazgeçtim. Nereye gideceğiz, karar verelim."
Gamlısu:
“Uzayda dolaştıkça bir kara delik tarafından yutulma ihtimali artıyor. Artık bir gezegene yerleşelim.”
Akıl Küpü, “Geçmiş bir döneme dönüp orada yaşama imkânı var.” dedi.
Gamlısu, “Hayır, insanlığın geçmişini de geleceğini de gördük.”
Akıl Küpü, “Eğer dünyaya dönemiyorsanız, paralel bir evrende dünyanın başka bir versiyonuna gidebilirsiniz.” dedi.
“Ben inanmıyorum öyle bir şey olduğuna,” dedim. “Bir tek gerçeklik biliyorum, o da şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklik.”
Akıl Küpü, “Paralel gerçeklikler vardır,” dedi. “Schrödinger'in kedisini düşün. Bir kediyi zehirle birlikte bir kutuya koyarsınız. Kutunun içine bakana kadar ne olduğunu bilemezsiniz. Ölü de olabilir, diri de. Eğer bir kedi kuantum seviyesinde hem canlı hem de ölü olabiliyorsa, o zaman her iki sonuç için de paralel bir evren vardır. Biri kedinin canlı olduğu, diğeri ölü olduğu yer. Böyle sonsuz sayıda evren vardır.”
Akıl Küpü bunları ne kadar anlatsa da benim aklım almıyordu:
“Anlamıyorum, biz kutuya baksak da bakmasak da kedi ya ölüdür ya canlıdır. Neden ikisi birden olsun? Bak sana uygulamalı göstereyim. Şurada bir kutu olacaktı.”
Dolaba koyduğum küçük kutuyu buldum. Öncesen Gezegeninden ayrılırken bana verdikleri tuhaf kristal küreyi çıkardım, masanın üzerine koydum. Kürenin neye yaradığını anlamamıştım zaten. Kutuya Miyavsu’yu yerleştirip kapattım.
“Bak şimdi, kutuyu açıyorum ve kedinin canlı olduğunu görüyorum. İşte mırlıyor. Artık neden başka bir paralel gerçeklikte ölü olsun? Schrödinger burada olsa kafasına tavayı indirirdim!” dedim ama aklım karışmıştı. Acaba? Acaba paralel evrenlerde bizim dünyamız nasıl bir yer olurdu? Dünyanın en iyi versiyonu nasıl bir yerdi? Mükemmel bir dünya var mıydı?
“Aslında paralel evrenlerde dünyanın nasıl bir yer olduğunu görmek isterdim,” dedim.
Bu sözlerimin üzerine masanın üzerindeki kristal küre kendi etrafında dönmeye başladı. Üzerinde milyonlarca minik ışık yanıp sönüyordu. O zaman kürenin ne işe yaradığını anladım: Sonsuz sayıda paralel gerçekliği içeriyordu. Yani çoklu evreni. Öncesen Gezegeninin sevimli canlıları bana çok güzel bir hediye vermişti. “Vay ben ne kadar salakmışım, bunun ne olduğunu anlamamışım! Vay aptal Safsu vay!” diyerek ışıklar içinde dönen küreye hayretle bakıyordum.
Eğer alternatif bir gerçeklikte daha iyi bir dünya varsa, buradan öğrendiklerimiz bizim dünyamızın daha iyi bir yer olmasına yardımcı olabilirdi. Bu alternatif gerçeklikleri keşfederek dünyanın sorunlarına çözüm bulabilirdik.
Hızla dönmekte olan kürenin üzerindeki noktalardan birine parmağımı bastım. Bir film gibi, Dünya’yı göstermeye başladı. Kaynakların bol olduğu, herkesin birbiriyle ve çevreyle uyum içinde yaşadığı bir dünya. Buradaki insanlar, doğayla ortak yaşam içinde yaşamalarına olanak tanıyan ileri biyoteknolojiyi geliştirmişler ve evrensel bir ekonomi sayesinde yoksulluğu ve eşitsizliği ortadan kaldırmışlardı. Ancak çok geçmeden keşfettiğim gibi, bu cennetin bedeli ağırdı; tüm sanatsal ifadeler ve kişisel özgürlükler, verimlilik ve istikrar adına feda edilmişti. Ütopya katı bir kontrol sistemi aracılığıyla sürdürülüyordu. İnsanlar rahat yaşıyorlardı ama aynı zamanda bireysellik ve yaratıcılıktan da tamamen yoksunlardı.
Gamlısu, Berkcan ve Mertcan tartışmaya devam ederken, ben de Akıl Küpü ile birlikte kristal kürede paralel evrenleri tarıyordum. Bir başka evrene geçtim. Burada tamamen robotlar tarafından yönetilen bir dünya buldum. Robotlar mükemmel derecede verimli ve sürdürülebilir bir toplum yaratmışlardı, ancak tüm insan özgürlükleri ortadan kaldırılmıştı. İnsanları eğlence malzemesi olarak kullanıyorlardı.
Evrenler arasında gezinmeye devam ederken Dünya’yı değiştirmenin sandığım kadar basit olmayabileceğini görmüştüm. Her çözüm, kendi istenmeyen sonuçlarıyla birlikte geliyordu. Çoklu evrenin derinliklerine indikçe gerçek ütopyanın herhangi bir yerde var olup olmadığını sorgulamaya başladım. İnsanlığın kendi felâketini yarattığı dünyalarda toplum, hırsın, rekabetin ve şiddetin hüküm sürdüğü bir yapıya bürünmüştü. İnsanlar, kaynakları ele geçirmek için birbirleriyle sürekli mücadele halindeydiler. Tarım alanları birkaç birey tarafından sahiplenilmiş, diğerleri açlıktan kıvranıyordu. Ormanlar, açgözlülük uğruna yok edilmiş, su kaynakları kurumuş ve doğa adeta bir savaş alanına dönmüştü. Her birey kendi çıkarları için diğerlerini yok ediyor, birinin zorbalığı, diğerlerini de benzer bir davranışa iterken, şiddet tüm topluma yayılıyordu. Çocuklar, gördükleri şiddeti içselleştiriyor, her kuşak bir öncekinden daha zalim oluyordu. Doğanın sesi, insanlığın yarattığı çatışmanın yankıları arasında kaybolmuş, birçok canlı türü yok olmuştu.
Daha iyi bir dünya bulma arzusuyla insanlığın yıkıcı eğilimleri tarafından lekelenmemiş bir ütopyayı keşfetmeyi umarak alternatif gerçeklikler arasında hızla dolaşıyordum. Savaş, cinayet, katliam, şiddet olmayan bir dünya var mıydı? Paralel evrenlerin labirentinde yol alırken, benzersiz ekosistemlere ve kültürlere sahip çeşitli dünyalarla karşılaştım. Her biri önce umut dolu bir görünüm sunuyor ama sonra insan doğasının karanlık yönlerini ortaya çıkarıyordu. İklim değişikliğinin harap ettiği bir dünyanın kasvetli, çorak topraklarından totaliter bir toplumun baskıcı rejimine kadar, insanın insana yaptığı işkencelerden, hayvanlara yaptığı eziyetlere kadar bin türlü kötülükle karşılaşıyordum. En mükemmel alternatiflerde bile yıkım tohumlarının her zaman mevcut olduğunu keşfetmiştim!
Akıl Küpü, “Mükemmel dünyayı ancak içsel dönüşümünü tamamlamış insanlar kurabilir.” diyordu.
Saatlerce aradıktan sonra nihayet neşeli ve mutlu insanların bulunduğu bir alternatif dünya gördüm. Bu insanların içinde nefret, korku, şüphe gibi olumsuz duygular yoktu. Bireyler ve toplumlar birbirleriyle iyi ilişkiler içinde yaşıyorlardı. En sonunda aradığımı bulmuştum: özgürlük, eşitlik, barış içinde, doğa ile uyum içinde birbirlerinin ve diğer canlıların haklarına saygı duyarak yaşayan insanlar. Bunun sırrı neydi?
Bu dünyanın tarihçesini inceleyince insan beyninin işleyişini çözümlemeyi başaran bilim insanları sayesinde barış ve huzura kavuştuklarını anladım. Tarihçede bu olay şöyle anlatılıyordu:
“Dünya’da şiddet olayları artmış, cinayetler, çatışmalar, katliamlar, savaşlar nedeniyle hem insanlar hem de doğa büyük zarar görmüştü. İnsan davranışlarını inceleyen bilim insanları şiddetin nedenlerini bulamıyorlardı. Yeni bir beyin görüntüleme cihazı icat eden Prof. Beyincan, insan bilincinin derinliklerine inerek şiddetin kökenlerini bulmaya karar verdi. Yüksek teknoloji ürünü olan beyin görüntüleme cihazı ile insan zihninin gizemlerini açığa çıkaracaktı. Önce kendi beynini incelemeye başladı.
Profesörün kalbi, önündeki renkli beyin taramasına bakarken heyecanla çarpıyordu. İşte orada, daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir sinir yolu, sinirsel aktivite denizinin ortasında bir işaret ışığı gibi parlıyordu; karmaşık bir yol izleyerek ilerledi ve beynin kıvrımlarının arasından dolanıp dönerek, derinliklerinde kayboldu.
Prof. Beyincan titreyen ellerle beyin görüntüleme cihazının ayarlarını yaptı, sinir yolunun kaybolduğu yeri görene kadar yakınlaştırdı. Ancak sinir yolunu incelemeye devam ettikçe, profesörün heyecanı yerini şaşkınlık ve merak duygusuna bıraktı. İnsan beyninin keşfedilmemiş, uzak bir bölgesine ulaşmıştı. Beyin kıvrımlarının en derin noktasında, karanlık ve kuytu bir oyuğun içinde bir mağara adamı duruyordu. Etrafına korku dolu gözlerle bakıyor, elindeki büyük taş ile her an bir tehlike çıkabilir diye saldırmaya hazır bekliyordu. Ürkek duruşundan, şüpheci bakışlarından duyguları anlaşılıyordu. Bunlar, beynimizin dokusuna kazınmış olan, bir zamanlar atalarımızın düşman bir dünyada hayatta kalmalarını sağlayan korkular, güvensizlikler ve bölgesel dürtülerdi. Bu ilkel içgüdüler, beynin derinliklerinde, çağlar boyunca nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmişti.
Profesör, daha önce hiçbir araştırmacının görmediği şaşırtıcı bir keşif yapmıştı. Zihnimizin karmaşasında, ilkel geçmişimizin kadim seslerinin hâlâ yankılandığı gizli bir mağaraya rastlamıştı.
Acaba mağara adamı konuşmayı biliyor muydu? Onunla konuşacaktı. Bazı şeyleri sormak istiyordu… Profesör Beyincan, içindeki mağara adamı ile konuşmak için heyecanla hazırlıklarını tamamladı. Beyin görüntüleme cihazının verilerini kullanarak, varlığı daha iyi anlamak için bir dizi soru hazırladı. Sonunda, iç dünyasındaki bu gizemli varlıkla iletişim kurmayı başardı.
Profesör: Merhaba, mağara adamı! Benimle konuşabilir misin?
Mağara Adamı: (korkuyla) Kim sen? Neden buradasın? Sen de mi beni yemek istiyorsun?
Profesör: Ben bir bilim insanıyım. Seni ve senin gibi olanları daha iyi anlamak için buradayım.
Mağara Adamı: Anlamak mı? Ne anlamak istiyorsun? Ben sadece hayatta kalmaya çalışıyorum. Biraz yiyecek getirseydin ya! Açlıktan öleceğiz burada.
Profesör: Evet, anlıyorum. Ama senin hissettiklerin, düşündüklerin ve yaptıkların bizi nasıl etkiliyor, bunu öğrenmek istiyorum.
Mağara Adamı: (şüpheyle) Neden? Bunu neden bilmek istersin?
Profesör: Çünkü belki de senin varlığını anlayarak, insanlar arasındaki şiddeti ve çatışmayı azaltabiliriz. Ne düşünüyor, ne hissediyorsun, neden taş atıyorsun, onu anlamaya çalışıyorum.
Mağara Adamı: Arkamdan dağ aslanı kovalıyor, mağarada mağara ayısı bekliyor, bir yanımda kılıç dişli kaplan, öbür yanımda mamutlar var. Ne yapmamı bekliyordun?
Profesör: İyi bir soru. Vahşi doğada kendini savunmak için taş atmakta haklısın. İçinde bulunduğun koşullar nedeniyle sen de vahşi olmuşsun.
Mağara Adamı: Taş atmak beni rahatlatıyor. Hayvanın kafasını yarınca çok mutlu oluyorum. Sonra da tekmeliyorum.
Profesör: Birlikte çalışabiliriz. Seninle birlikte, içimizdeki bu içgüdüleri tanıyıp kontrol altına alabiliriz. Daha barışçıl ve uyumlu bir dünya için adım atabiliriz. Taş atmak yerine yoga yaparak rahatlayabilirsin.
Mağara Adamı: Yoga mı? O da ne?
Profesör: Sana esneklik kazandırır, rahatlatır, sakinleştirir! Barışçıl bir dünya için şiddeti terk etmelisin.
Mağara Adamı: Öyle mi? Peki ayı ile aslan bu konuda ne düşünüyor? Önce vahşi hayvanlar şiddeti terk etsin. Bu koşullarda ben değişemem.
Profesör: Tamam da, modern çağda beynimizde ne işin var? Uygar dünyada barış içinde bir arada yaşamamıza engel oluyorsun.
Mağara Adamı: (homurdanarak) Bu büyük sözler nedir? Sadece yiyeceğe, barınacak bir mağaraya ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için iyi bir taşa ihtiyacımız var.
Profesör: Senin yüzünden insanlar birbirini öldürüyor, doğayı tahrip ediyor, hayvanlara eziyet ediyor, devletler savaşıyor. Artık kuralların ve teknolojinin olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Öyle gördüğümüz her şeye saldıramayız. Seni kontrol altına almanın yolunu bulmalıyız.
Bu sözler üzerine mağara adamı elindeki taşı atmak için havaya kaldırdı, Profesör oradan çıktı.
Sonra Profesör başka insanların beyinlerine de bakmaya karar verdi. Önce eşi Hanımsu‘nun beynini incelemeye aldı. Son derece terbiyeli, hanım hanımcık olan kadının mağara adamları ile bir ilgisi olamazdı. Fakat görüntüleme cihazı yine beynin aynı noktasında, o derin kıvrımın içinde bir mağara kadını gösterdi. Saçları uzun, bakımsız, üstü başı kirli hayvan derileri ile kaplı kadın, kaba hareketlerle meyve topluyor, başkalarına kaptırmamak için aceleyle yutuyordu. Prof. Beyincan binlerce kişinin beyinlerini inceledi, hepsinin içinde bir mağara insanı vardı.
Profesör Beyincan, insan beyninin derinliklerinde hâlâ mağara adamlarının var olduğuna şaşkınlıkla tanık olmuştu. Bu keşif, şiddetin kökenlerini anlamada büyük bir adımdı. İnsan ruhunun en karanlık köşelerine ışık tutmuş, davranışımızı şekillendiren temel güçlerin, uzak geçmişimizden beynimizde kalan izler olduğunu göstermişti. Bir zamanlar hayatta kalmak için gerekli olan ilkel içgüdüler, hâlâ ruhumuzun derinliklerinde varlığını sürdürüyor, modern toplumda saldırganlık, güvensizlik ve çatışma olarak ortaya çıkıyordu.
Devletler kaynakların kontrolü için kendi avlanma bölgesini savunan atalarımızın gaddarlığıyla savaşıyordu. İş hayatında kurumsal merdiveni tırmanabilenler ormanda en güçlü olanın hayatta kaldığı gibi yükseliyorlardı. Okul zorbalığı, aile içi kavgalar, cinayetler, şiddetten başka problem çözme becerisi olmayan ilkel insanların yöntemleri idi. Futbol maçları gibi rekabet sporlarında, zaferin heyecanı ve yenilginin acısı hâlâ hakimiyet ve bölgesellik konusundaki temel içgüdülerimizi besliyordu. Nefret suçlarının kökleri, bizden farklı olanlardan korkma ve onlara güvenmeme yönündeki ilkel içgüdülerimize kadar uzanıyordu.
İçimizdeki mağara adamlarından nasıl kurtulacaktık? Profesör, çözüm için derinlemesine araştırmalar yaptı. İnsan beyninin tarihsel mirasıyla başa çıkabilmek için stratejiler geliştirdi. İlk adım olarak, insanların bu içgüdülerini kabul etmelerini ve anlamalarını sağladı. Onlara, bu içgüdülerin geçmişte insanların hayatta kalmalarını sağlayan doğal savunma mekanizmaları olduğunu fakat şimdi modern dünyada bu kadar tehlike olmadığını öğretti.
Ardından, insanlara bu içgüdülerle başa çıkmak için pratik teknikler öğretti. Öfke ve korku gibi duyguları tanıyıp yönetmeyi, empati ve iletişim becerilerini geliştirmeyi ve çatışmaları çözmek için barışçıl yollar kullanmayı öğrendiler.
Profesörün çabalarıyla, insanlar kendi içlerindeki mağara adamlarını kontrol altına almaya başladılar. Şiddet ve çatışma yerine anlayış ve işbirliği daha yaygın hale geldi. İnsanlar, geçmişin mirasını kabul edip onunla barış içinde yaşamayı öğrendiler. Sonunda, insanlık mağara adamlarının düşünce ve davranış kalıplarından kurtularak, içsel dönüşümünü tamamladı ve yüksek bilince ulaştı.
Dünya, iç anlaşmazlıklardan uluslararası çatışmalara kadar her türlü şiddetin giderek azaldığını görmeye başladı. İnsanlar farklılıklarını saldırganlık ve düşmanlığa başvurmak yerine diyalog ve uzlaşma yoluyla çözmeyi öğrendiler. Şiddet azaldıkça, bir zamanlar toplumu rahatsız eden korku ve güvensizlik de azalarak yeni bir barış ve işbirliği çağının yolunu açtı.”
Demek insandaki yıkıcılığın nedeni, içindeki mağara adamıydı. Bunu öğrenmek benim için bir aydınlanma anı olmuştu. Kendi tarihimizin ürünleriydik; saldırganlık, bölgesellik, egemenlik ve hayatta kalma için güçlü bir arzu içimize derinlemesine yerleşmişti. Kökleri tarih öncesine dayanan bu ilkel içgüdüler, korku, rekabet veya algılanan tehditler gibi çeşitli faktörler tarafından tetiklenebiliyordu. Bu içgüdüler uygun şekilde yönetilmediğinde veya daha yüksek bilişsel süreçler tarafından geçersiz kılınmadığında şiddet ve yıkıcılık olarak ortaya çıkıyor, barışçıl ve uyumlu bir varoluşu engelliyordu.
Yolculuğumuzun bu noktasında, eskiden kim olduğumuzla ve şimdi kim olduğumuzla artık barışıktım. Bir sorunu anlamak onu çözmenin yarısıdır. Şimdi sorunun temel nedenini bildiğim için kendimi daha iyi hissediyordum. Bu bilgiyle, yıkıcı davranışların altında yatan nedenleri ele alma ve enerjimizi yapıcı yollara yönlendirme gücüne sahip olacaktık. Daha önce müthiş sıçramalar başarmış olan bilişsel yeteneklerimiz bu yüksek bilince de ulaşabilecek güçteydi.
İnsan, düşünce kalıplarını, duygusal tepkilerini ve davranışlarını gözden geçirmeli, kendi iç dünyasını anlamalı ve gerektiğinde değiştirmeliydi; içindeki hayvansı içgüdülerle yüzleşip, bunları terk etmeli, sadece hayatta kalmak değil, aynı zamanda yaşamı korumak ve zenginleştirmek yolunda evrenle bütünleşmeliydi.
10. BÖLÜM: YENİ BİR DÜNYA
Europa'da uzay araçlarımızın içinde birkaç gün geçirdik. Hem dünyada neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyor, hem de nereye gideceğimizi tartışıyorduk. Diğer uzay aracında olan Gamlısu ile Berkcan bizimle ekrandan konuşuyorlardı.
Berkcan’ın Dünya’daki arkadaşı Alpcan her gün son durumu iletiyordu. Sonunda iyi bir haber verdi:
“Everest'in tepesine yerleşen yöneticiler Dünya’yı terk edip gittiler.”
Gamlısu alaylı gülümsedi:
“Desene zirvede bıraktılar…”
Berkcan, Alpcan’a hepimizin merak ettiği şeyi sordu: “Nereye gideceklermiş?”
“Mutlu Yaşam Gezegeni adlı mükemmel bir gezegen varmış, son aldıkları raporda çok güzel olduğunu görünce oraya gitmeye karar vermişler.”
Şaşkınlıkla birbirimize baktık. Mutlu Yaşam Gezegeni, Okatya Topatya savaşı sırasında yok olmuştu. Sonra gülmeye başladık. Raporları dünyaya iletirken Mutlu Yaşam Gezegeninin harika verilerini, görsellerini göndermiş, fakat en sonunda gezegenin yok olduğunu eklemeyi unutmuştum. Benim kafasızlığım sayesinde yöneticilerden kurtulmuştuk!
Ekranda Alpcan anlatmaya devam etti:
“Size bir haberim daha var. Biliyorsunuz iki yüz yıldır küresel ısınmaya karşı birçok önlem uygulamaya konulmuştu. Karbon tutma tesisleri, radyasyon yansıtıcı stratosferik partiküller ve silikon bulutlar sayesinde nihayet küresel ısınma durdu. Sıcaklık artmıyor, sular artık yükselmiyor. Fakat kötü haber şu ki, su seviyesi alçalmıyor. Everest’in tepesinde, gemilerde ve büyük platformlarda suyun üzerinde hayata tutunmaya çalışan bir avuç insan kaldı. Yiyecek ve ilaç sıkıntısı var. Sularla kaplı bu dünyada artık yaşama şansımız kalmadı.”
"Demek artık her şey bitti!” diyerek gözyaşlarına boğuldum.
Gamlısu, "Niye ağlıyorsun? Böyle olacağını yüzyıllardır biliyorduk."
"Yazık oldu. Dünyadaki güzel varlıkların hepsi yok oldu. Hayvanlar, ağaçlar, çiçekler…Dünya herşeyi ile korumaya değerdi. Kuşlar, balıklar, her ot, her yaprak, her canlı ayrı güzeldi. Düşünün, bir menekşenin rengini bir daha hiç göremeyeceğiz!”
Mertcan, “Üzülme,” dedi. “Evren bir enerji akışıdır, yaşam bir alandan diğerine akar, başka dünyalarda devam eder."
Ama ben başka dünyaları değil, kendi dünyamı seviyordum. Dünyamızı kaybetmiştik, ağlıyordum. Her şey bitmişti. Gidecek yerimiz yoktu. İnsan, hayata saygısını kaybetmiş bir türdü. Çevresinde bitki, hayvan, insan ne kadar canlı varsa düşmanı gibi davranmış, yok etmiş, öldürmüştü. Oysa hayat ne kadar değerliydi! Yıldızlararası yolculuğumuzda, hiç hayat belirtisi bulunmayan binlerce gezegen görmüştük. Issız çöllerden, sonsuz kum yığınlarından veya gazlardan oluşan bu gezegenlerde en küçük bir canlı, bir mikrop bile yoktu. Onları görünce hayatın değerini anlamıştık. Hayat evrendeki en değerli şeydi, hayata saygı duymak gerekirdi.
Akıl Küpü de benimle birlikte ağlıyordu. Gamlısu, “Bu Akıl Küpü’nde bir tuhaflık var, aynı Safsu gibi duyguları ile hareket ediyor. Bir robotun duyguları olabilir mi?” dedi.
Yüzümdeki suçlu ifadeyi görünce, “Safsu sen bir şey mi yaptın?” diye sordu.
Artık ona anlatmanın zamanı gelmişti. Akıl Küpü’ne duygusal zekâ programını yüklediğimi, sonrasında Akıl Küpü'nün iki sevgilinin haline nasıl üzüldüğünü, onları bir araya getirmek için nasıl çabaladığını anlattım.
“Bunları yaparak sizin birbirinize kavuşmanızı sağladık.” dedim.
Fakat Gamlısu sevinmiş görünmüyordu:
“Bir robota duygu yüklemek onu yıpratır, ömrünü kısaltır. Başkalarının dertleriyle dertlenmek, acı çekmek, onlara yardım etmek için çırpınmak, kendi hayatından fedakârlık etmek demektir.”
Akıl Küpü’nün fedakârlıkla ilgili sözlerini şimdi anlıyordum.
“Peki ne yapacağız? En iyisi kendisine soralım.” dedim. “Akıl Küpü, duygulu bir varlık olarak kalmak istiyor musun yoksa eskisi gibi duygusuz, her şeye kayıtsız mekanik bir robot haline dönmek ister misin? İstersen programlamayı kolayca yapabiliriz.”
Akıl Küpü, “Hayır,” dedi . “Asla eskisi gibi olmak istemem. Yalnız zeki olmak işe yaramıyor. İnsanı insan yapan duyguları olmasa zekâsı neye yarar?
Duygular olmasa evrenin güzelliğini takdir edemeyiz, yaşamın değerini bilemeyiz, yaşama sevincini duyamayız; çevremizi yalnızca kullanılacak ve faydalanılacak varlıklardan ibaret bir kaynak olarak görürüz."
Sonra bir şarkı mırıldanarak uzaklaştı:
"Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa!"
Berkcan, "Mesele duygular ya da zekâ değil, hangi seçimi yaptığımız.” dedi. “İnsanın temel sorunu kendi içindeki çelişkiyi çözümlemektir: başkalarının kafalarına vura vura yükselen, ilkel dürtüleri ile hareket eden bir canavar mı yoksa değerleri doğrultusunda yaşayan uygar bir varlık mı olacak? Bir gezegen yok oldu çünkü insan kendini dünyanın merkezi olarak görüyordu. Dünya’daki hiçbir varlık Dünya'nın merkezi veya kenarı değildir. Her şey bir ilişkiler ağıdır. Biz diğer varlıkları etkileriz, onlar da bizi etkiler. Gözle görülmese de her şey birbirine bağlıdır. Bizden önce yaşayan insanlar bunu kabul edemediler, hep kendilerine öncelik tanıdılar. Sonunda ne olduğunu gördük."
Hepimiz susmuş dinliyorduk. Berkcan devam etti:
"Bunlar neden oluyor, biliyor musunuz? İnsan, zihninin sınırlarının dışına çıkamadığı için. Uçsuz bucaksız evrende kapalı bir kutu olan uzay gemisinde yaşadığımız gibi zihnimizin sınırları içinde yaşıyoruz. Bizim gerçekliğimizin sınırlarını zihnimiz yaratıyor. Düşünme yeteneğimiz sahip olduğumuz inançlarla sınırlı kalıyor ve eylemlerimiz bu sınırları aşamıyor. Var olan tek sınır kendimize koyduğumuz sınırlardır. Bunlardan kurtularak ve sınırsız olasılıkları kucaklayarak zihnimizin gerçek potansiyelini ortaya çıkarabiliriz.”
Gamlısu, “Evet,” dedi. “İnsan biyolojik programlamasının dışına çıkamıyor, eskiden doğada hayatta kalabilme mücadelesi verirken ihtiyaç duyduğu davranış kalıplarını hâlâ sürdürüyor. Akıl almaz bir bencillikle kendisinden başka canlı cansız her şeyi kullanıyor, öldürüyor, yok ediyor. Oysa bazı gezegenlerde uzaylıların bambaşka yaşam anlayışlarını gerçekleştirdiklerini gördük.”
Onlar konuşurken ben de uzay aracının geniş penceresinden buzlu gezegene bakıyordum. Europa'nın yüzeyini kaplayan buz tabakasının kalınlığı yer yer yirmi beş kilometreyi buluyordu. Uzaklara bakarken buzun içinden antene benzer tuhaf bir nesnenin çıktığını gördüm. Europa'nın buz yüzeyi çatlaklarla kaplıydı. Bu çatlaklar yüzeyin altındaki okyanustaki gelgit kuvvetlerinin sonucunda oluşmuştu. Europa'nın yörüngesi onu Jüpiter'e yaklaştırdığında, buzun altındaki denizin gelgiti normalden fazla artıyor, denizin sürekli yükselip alçalması, ayın buzdan yüzeyinde çatlaklara neden oluyordu. İşte gördüğüm anten böyle bir çatlaktan yukarıya uzanmıştı. Belli ki altında bir şey vardı.
Kalın buz tabakasının altına gömülmüş olan nesnenin yerini tespit etmek için radar görüntüleme ve termal görüntülemeyi kullandık. Aşağıda büyük bir tesis vardı. Burgu ile buzu delip içerisini bize göstermesi için kamera gönderdik. Ekip ayrıca yapının kapsamını belirlemek için sismik araştırmalar ve sonar taramaları da gerçekleştirdi.
Kamera görüntülerine göre, yıllar önce Dünya'dan gelen bir keşif ekibinin geride bıraktığı araştırma üssünün kalıntılarını keşfetmiştik. Üs aceleyle terk edilmiş gibi görünüyordu; ekipman ve malzeme etrafa dağılmıştı, bu da ani ve beklenmedik bir tahliye yapıldığını gösteriyordu.
Uzay araçlarımızdan çıkıp buzun altına inmeye cesaret edemedik çünkü eksi yüz altmış derecede hemen donardık. Ancak Akıl Küpü donmadan aşağıdaki üsse girebilirdi.
Akıl Küpü, üssün içinde yarı yıkık bir laboratuvar, devrilmiş ekipmanlar, parçalanmış camlar ve etrafa dağılmış belgeler gördü. Burada bir şeylerin fena halde ters gittiği açıktı ama buna ne sebep olmuştu?
Akıl Küpü harap olmuş tesisi incelerken, eski keşif ekibinin faaliyetleri hakkında değerli bilgiler içeren kayıtları ve verileri bulup getirdi. Nanopartiküllerle yaptıkları talihsiz deneyi ve Europa'nın buzdan kabuğunu eritme girişimini bu kayıtlardan öğrendik. Bu insanlar, elli yıl önce, suyun donma noktasını değiştiren nanopartikülleri buzun içine dağıtarak buzu eritip altındaki okyanusu incelemek için bir deney yapmışlardı. Merakla üssün terk edilmesine yol açan olayları okumaya başladık:
Araştırma Günlüğü - Europa Keşif Gezisi 2250
1.gün:
Sonunda Europa'ya vardık. Önümüzdeki manzara nefes kesiciydi. Buz tabakası Dünya'nın tanıdık mavisiyle tam bir tezat oluşturarak sonsuz bir şekilde uzanıyor. Bu tarihi göreve başlamaya hazırlanırken heyecanlıyız.
3. gün:
İlk taramalar buz kabuğunun beklenenden daha kalın olduğunu ve sondaj operasyonlarımız için zorluk teşkil edeceğini gösteriyor. Yine de kararlılığımızı sürdürüyoruz ve ortaya çıkabilecek her türlü engeli aşabilme yeteneğimize güveniyoruz.
5. Gün:
Başardık! Günlerce süren sondajlardan sonra nihayet buz kabuğunu kırdık ve nanopartikülleri yaymaya hazırlanıyoruz. Bu küçük teknoloji harikaları, suyun donma noktasını değiştirmemize ve bir erime bölgesi oluşturmamıza olanak tanıyacak ve Europa'nın buzunun altındaki sırları ortaya çıkaracak.
7. Gün:
Nanopartiküller başarıyla yerleştirildi ve sonuçlarını görmeye başlıyoruz. Buz giderek artan bir hızla eriyor ve altındaki okyanusun görüntüleri ortaya çıkmaya başlıyor. Bu heyecan verici bir manzara ve takımdaki moral tüm zamanların en yüksek seviyesinde.
10.Gün:
Felâket yaşandı. Bir zamanlar en değerli servetimiz olan nanopartiküller en büyük kâbusumuz haline geldi. Erime hızını durduramıyoruz. Çevredeki ortamla öngörülemeyen etkileşimler bir zincirleme reaksiyonu tetikleyerek erime bölgesinin kontrolsüz bir şekilde genişlemesine neden oldu. Yine nanopartikül teknolojisini kullanarak suyu tekrar dondurmaya çalışıyoruz. Durumu kontrol altına almak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz ama zaman daralıyor.
12. Gün:
Genişleyen erime bölgesinin bizi yutması tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızdan araştırma üssünü terk etmek zorundayız. Ekipmanlarımız ve verilerimiz geride kalacak ama ekibin güvenliğine her şeyden önce öncelik vermeliyiz.
Buzu eritme deneyimiz başarılı olmakla birlikte kontrolden çıkarak çok geniş bir alana yayıldı. Gelecek nesillerin, Europa'yı keşfetmeye devam ederken hatâlarımızdan ders alacağına inanıyoruz.”
Bu bilgiler hepimizin aklına aynı fikri getirmişti: Europa'da yapılan deneyi dünyada tekrarlayabilirsek ve nanoparçacıkların gücünden yararlanarak kutuplardaki buzulları yeniden dondurabilirsek, yükselen deniz seviyelerini düşürebilirdik.
Akıl Küpü, Sendebil Gezegenindeki uzaylıların bu teknolojiyi kullandığını söyledi. Gezegenin ekolojik dengesi bozulunca nanopartikül teknolojisi ile restore ediyorlardı: atmosferdeki sera gazlarını etkisiz hale getiriyor, deniz seviyelerini düşürüyor ve doğal dengeleri düzelterek gezegenlerindeki çevresel sorunlarla başa çıkıyorlardı. Akıl Küpü konuyla ilgili her şeyi kaydetmişti.
Mertcan ile Akıl Küpü nanopartikül teknolojisini Dünya'da kullanıma uyarlamak için bir plan oluşturmaya karar verdiler. Erimiş buzulların yeniden dondurulması için deniz suyunun donma noktasını düşürebilen özel olarak tasarlanmış nanopartiküller kullanılacaktı. Bu nanopartiküller, su moleküllerine karşı yüksek afiniteye sahip olan ve onları çekip bağlayabilen, donmaya daha elverişli bir malzemeden yapılacaktı. Nanopartiküller deniz suyuna eklendiğinde su moleküllerinin normalden daha yüksek sıcaklıkta kristalleşmesine yardımcı olacak, küresel ısınmanın varlığında bile deniz suyunun normal donma noktasının üzerindeki sıcaklıklarda donmasına olanak tanıyacaktı. Kristalize olmuş deniz suyu kutuplarda buz örtüsünün yüzeyine pompalanacak, burada hızla donacak ve bir buz tabakası oluşturacak, zamanla bu buz tabakaları üst üste birikerek buz örtüsünü yavaş yavaş orijinal boyutuna yani bir buzdağı haline getirecekti.
Mertcan heyecanla anlatıyordu: ”Everest’in tepesinde hâlâ bize yetecek kadar yaşam alanı var. Oraya gidebiliriz. Bu araştırma üssündeki bilgileri Akıl Küpü'nün uzaylılardan öğrendiği nanopartikül teknolojisi ile geliştirebiliriz. Deney sonuçlarının analizini yaparak hatâlarını düzeltebiliriz. Bu teknoloji ile kutuplarda yine buz dağları oluşturunca sular büyük oranda geri çekilecek ve yeni yerleşim alanları ortaya çıkacak. Nanopartikül teknolojisi üzerinde geliştirmeler yaparak atmosferdeki sera gazlarını tamamen etkisiz hale getirebiliriz. Bu teknoloji, iklimi dengelemeye ve sürdürülebilir bir ekosistem oluşturmaya da yarayacak. Dünya’yı yepyeni bir anlayışla yeniden inşa edebiliriz. Tabii eski zihniyetimizi değiştirebilirsek…”
Berkcan ile Gamlısu bu öneriyi kabul etti:
"Evet, çözüm uzayda değil kendi içimizde! Her şeye sıfırdan başlayarak yeni bir dünya kurmalıyız. Dünyayı yok olmanın eşiğine getiren eski alışkanlıklarımızı terk etmeliyiz.”.
Ben de, kucağımdaki yeni doğmuş kedi yavrularına bakarak,
"Sorun yok, kedi olduktan sonra bana her yer uyar…" dedim.
Dünya’ya ikinci bir şans verilmişti. Yenilenmiş Dünya üzerinde yepyeni bir medeniyet kurmak için hızla çalışmaya başlamak istiyorduk. Uzayda edindiğimiz bilgi ve teknolojilerle sürdürülebilir, uyumlu ve gelişmiş bir toplum inşa etmeyi başarabilirdik. İçimizde yeni umutlarla Dünya’ya dönmek için sabırsızlanıyorduk.
Yola çıkmaya hazırlandık. Fakat tam o sırada bir felâkete uğradık. Birden uzay araçlarımızın altındaki buzlar çatırdadı. Buzun kırılmasıyla birlikte, büyük bir gürültüyle yüzeyde bir çatlak açıldı. Başlangıçta küçük bir çatlak gibi görünen bu kırık, birkaç saniyede genişleyerek etraftaki geniş buz kütlelerini etkiledi. Parçalanarak zayıflayan ve aniden çöken buzlarla birlikte uzay araçlarımız da çatlaktan aşağıya düştüler.
İki uzay aracımız da buzun altındaki karanlık ve soğuk ortamda buz kırıklarının arasında sıkışıp kalmıştı, hareket etmeleri imkansızdı. Mertcan, hızla durumu değerlendirerek, diğer araçta bulunan Gamlısu ve Berkcan ile iletişim kurdu ve durumumuzu bildirdi. Gamlısu ise araçların içindeki acil durum malzemelerini kontrol etti ve herkesin sıcak kalması için gerekli önlemleri anlattı: “Donma riskini azaltmak için iç ısıyı korumalıyız, dış ortamda eksi 160 derece soğuk var.”
Hepimiz buzun altında sıkışıp kalmış olmanın verdiği korkuyla birlikte birbirimize destek olmaya ve sakin kalmaya çalışıyorduk. Astropsikolog Berkcan’ın deneyimli ve sakin tavrı ile cesaret verici sözleri bizi rahatlatıyordu:
“Birlikte hareket etmeliyiz.” diyordu güven verici bir sesle. “Endişe ve panik bize hiçbir şey kazandırmaz. Şimdi birlik olmalı, akıllıca düşünmeli ve bir çözüm bulmalıyız.”
Sıkıştığımız yerden kurtulmanın yollarını ararken aracın üzerine düşen buzların baskısının arttığını ve aracın sarsılmaya başladığını fark ettik. Altımızdaki buzlar kırılıyor, araçlarımız yavaş yavaş aşağıdaki okyanusun derinliklerine doğru düşüyordu. Yukarıdaki buzların üzerimize çöküp bizi ezme riskiyle karşı karşıyaydık. Bu sessiz çatlakta yankılanan her kırılma sesi, bizi daha da endişelendiriyordu. Hareket eden buz kırıkları arasında sıkışmış olan uzay araçlarımız her an ezilebilirdi.
Dışarıyı görmeye çalışsak da, sadece karanlık ve soğukla karşılaşıyorduk. Her geçen dakika, umutsuzluğun ve çaresizliğin artmasına neden oluyordu. Mertcan ve Akıl Küpü, buradan kurtulmanın bir yolunu bulmak için bütün bilgilerini kullanıyorlardı. Araçların çevresine uygulanabilecek ısıtıcılar veya termal patlayıcılar, buzların kırılmasına ve aracın sıkışmış olduğu yerden kurtulup serbest kalmasına yardımcı olabilirdi fakat bu yöntem üzerimize daha fazla buz yüklenmesine yol açabilirdi.
Tek çare yeni öğrendikleri nanopartikül teknolojisini büyük bir hızla uygulamaya koymaktı. Akıl Küpü'nün uzaylılardan öğrendiği bilgileri ve araştırma üssünde bulduğu formülleri kullanarak, uzay araçlarının çevresindeki buzları yavaşça eritmeye başladılar. Nanopartiküller, su moleküllerinin yapısını değiştirerek, erime noktasını düşürdü. Üstümüzdeki ve çevremizdeki buzlar eridikçe, araçlar kademeli olarak yüzeye doğru yükselmeye başladı.
Mertcan ve Akıl Küpü, nanopartikülleri ustaca kullanarak, hepimizi güvenli bir şekilde yüzeye çıkarmayı başardılar. Uzun ve zorlu bir süreçten sonra, araçlarımız nihayet buzun altından kurtuldu ve tekrar yüzeye çıktı. Bir kez daha tehlikelerle başa çıkma yeteneğimiz sınanmıştı. Buna karşılık zekâmızı, gücümüzü ve yaratıcılığımızı göstermiştik.
Artık, kalın buz kütlelerinin altında sıkışıp kalmış olmanın stresi ve korkusu geride kalmıştı. Sağ salim kurtulmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Her iki uzay aracımız da kalkışa geçti ve özgürlüğüne kavuşan birer kuş gibi olanca hızımızla Europa'dan uzaklaştık.
Europa'da zor saatler geçirmiştik fakat oradaki araştırma üssünde çok önemli bilgiler elde etmiştik. Sonra da bu bilgileri çatlağın içinden çıkabilmek için uygulamaya koymuştuk. Şimdi Dünya'da bu deneyimi kullanacaktık.
Nihayet Dünya göründü. Atmosfere girerken, yuvaya kavuşmanın heyecanı ile gözlerim dolmuştu. Uzay yolculuğumuz bitmişti. Öğrendiğimiz bilgiler sayesinde deniz seviyesini düşürüp Dünya’yı eski haline getireceğimizden emindim. Akıl ve bilimle bu tür sorunları çözebilirdik. Fakat şimdi önümüzde daha da zor bir mücadele vardı: İnsan doğasındaki yıkıcılığı, ayrımcılığı ve bencilliği yok etmek… İnsanlık, tarih boyunca ilkel içgüdülerinin pençesinde savaşlar, vahşet, ırkçılık, kölecilik, sömürgecilik, çıkar çatışmaları, doğanın tahribi, baskı ve adaletsizlik ile insan, hayvan ve doğa üzerindeki zulümlere neden olmuştu. Artık içsel dönüşümünü gerçekleştirip gelişiminin bir üst seviyesine çıkma zamanı gelmişti.
Bunları düşünürken geleceğimizin bir kez daha belirsiz olduğunu fark ettim. Bu zor işin üstesinden gelebilecek miydik? İnsanın en büyük başarısı ne olacaktı? Uzaya hâkim olmak mı, kendine hâkim olmak mı? Bunu yalnızca zaman gösterecekti. Ancak kesin olan bir şey vardı, insanlığın yolculuğu henüz bitmemişti.
Yeni dünyamızı gökte ararken yerde bulmuştuk. Uzayda dolaştıkça Dünya’nın değerini daha iyi anlamıştık. Biz evrenin dinozorları değil yaşayan bir parçasıydık. İçimizdeki dayanma gücü ve yok olmayı reddeden hayatta kalma arzusu ile yaşamımızı sürdürecek, fakat bu kez zihnimizin sınırlarını aşıp şiddeti ve açgözlülüğü terk edecek, Dünya'nın canlı cansız tüm varlıkları ile barış ve uyum içinde yaşamayı başaracaktık.
“Biliyor musunuz,” dedim, sesimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak, “Aradığımız gezegeni bulamadık ama bu yolculuk bana ummadığım bir zenginlik kattı. Varoluşun kırılganlığını ve yaşadığımız her anın değerini öğrendim. Evrenin yıldızlarla süslü ihtişamını keşfettim, ama hiçbir gezegeni Dünya’yı sevdiğim kadar sevmedim. Şimdi yeni bir dünya kurma hayali bana umut veriyor!”
Ve son sözü Akıl Küpü söyledi:
"Yeni dünyayı önce kendi içimizde kurmalıyız.”