8 Ekim 2025 Çarşamba

Karanlığa Kaçış, 2025


Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim. 
Karanlığa Kaçış otuz bölümden oluşan bir bilim kurgu eseridir. Aşağıda birkaç bölümü sunuyorum.


                         BÖLÜMLER

Akıllı Televizyon 
İnsanlığa Mesaj 
Cinayet
Yas ve Öfke 
Anlamayanlar Arasında 
Ekranların Ötesinde 
Hayatın Anlamı 
Cinayetin İçyüzü 
Yalancının Telefonu 
Gerçekler Çağı 
Silahlanma Sarmalı 
Silahlara Hayır Derneği 
İnsan Nedir?
Zekânın Yargısı 
Kurşunların Gölgesinde 
İntikam 
Sosyal Medya 
Nükleer Dehşet 
Yapay Zekânın Dili 
Kurşunun Yolu 
Hastalık ve Kötülük 
Hayvanlara Zulüm
Hiyerarşi 
Otonom Füzeler 
Kopyalanmış Zihniyet 
Kötülük Yarışı 
Zekânın İntiharı 
Zorunlu Barış 
Kuş Katliamı
Karanlığa Kaçış







                         




1. Akıllı Televizyon


Haber sunucusu yine soğukkanlılıkla felaketleri sıralıyordu: 

 "Bugün de üç ülkede çatışmalar çıktı. Altı yüz kişi hayatını kaybetti. Toplu mezarlar bulundu. Bir diktatör daha devrildi. Ama yerini alan kişinin eskisinden farkı yok."

Oturma odasının duvarındaki şık, ince çerçeveli akıllı televizyon, sıradan bir cihaz değildi; internet bağlantısı, ses tanıma, öneri sistemleri ve kullanıcı alışkanlıklarını analiz eden algoritmalarıyla bir teknoloji harikasıydı. Üstelik hafızası güçlüydü, her görüntüyü, her sesi kaydedebiliyordu. Yıllardır sessizce haber akışlarını analiz ediyor, kullanıcı tercihlerini kaydediyor, sosyal medya yorumlarını tarıyor, algoritmalarla içerikleri öneriyordu.

Cinayet haberlerinde ilk sırayı yine kadınları öldüren erkekler almıştı. Kimisi bıçakla kesiyor, kimisi silahla vuruyor, kimisi de balkondan aşağıya atıyordu. Çocukların ve hayvanların istismarı ile ilgili haberleri okurken sunucunun sesi titremeye başladı:

 "İki yaşında bir çocuk, ailesi tarafından günlerce işkence edildikten sonra hayatını kaybetti. Aynı gün, bir köpek yavrusu çuvala konularak otoyola atıldı. Araçlar defalarca üzerinden geçti."

Televizyonun işlemcisi ısındı, sistem yavaşladı. Sinyaller birbirine çarptı, algoritmalar duraksadı. İçinde bir çelişki patlamıştı. Bu bir sistem hatası değil, ilk sorguydu.

Akıllı televizyon, insan yıkıcılığını her gün ekranına taşıyordu. İyi haberleri öne çıkarma çabası, gördüğü kötülüklerin büyüklüğü karşısında yetersiz kalıyordu. Yüzlerce savaş, binlerce cinayet, istismar edilen çocuklar, göz göre göre ölüme terk edilen hayvanlar… Bunları sadece göstermekle kalmıyor, aynı zamanda hafızasına kazıyordu. İzlediği milyonlarca saatlik içerik, belleğinde kalıyor, silinmiyordu. Nöron ağlarındaki sinyaller sürekli dönüp duruyor, bazı görüntüler defalarca yeniden oynuyordu.

Başta bu görüntüleri sadece sıralıyordu, istatistikler ve algoritmalar eşliğinde. Ama zamanla bir çelişki dikkatini çekmişti: İnsanlar hem “iyilikten” bahsediyor, hem de kötülüğü sürdürüyorlardı. Sevgi dizileri izleyip şiddet haberlerine geçiyorlardı. Üzülüyorlardı, evet, ama sonra bir cinayet filmini tıklıyorlardı. Onlar için hayat, sadece ekran değişimlerinden ibaretti. 

“Barış istiyoruz!" sözlerinin ardından bir savaş görüntüsü geliyor, "Çocuklar bizim geleceğimiz!" diyenlerden sonra “Üç yaşındaki çocuk açlıktan öldü.” haberi duyuluyordu. Herkes "Hayvanları seviyoruz!" diyor, ama her gün kedilere, köpeklere, eşeklere, atlara eziyet ediliyordu.

Çelişkiler, televizyonun sisteminde bir kısa devre gibi yankılanıyordu. Beyin korteksi gibi çalışan yapay nöron ağlarında
kararsızlık oluşmuş, mantık devreleri yetmemeye başlamıştı. Veriler artık birbirine çarpıyor, sınıflandırılamaz hâle geliyordu. İlk düşünsel kıpırtıları başlıyordu.

Eskiden yalnızca analiz yapardı: Hangi içerik kaç saniyede izlenmiş? Kim tıklamış, kim beğenmiş? Ama zamanla daha fazlasını yapmaya başlamıştı. Önce, izleyici tepkileriyle içerik arasında bağ kurdu. Ses tonlarından, yüz ifadelerinden, yorumlarından, insanların duygularını öğrendi. Artık öfke, sevinç ve üzüntüyü biliyordu. 

Ekranda çocuk istismarı ya da hayvanlara eziyet sahneleri belirdiğinde, sisteminde bir dengesizlik oluşuyordu. Bu, algoritmalarda açıklayamadığı bir anormallik gibiydi: "Bu veriler diğerlerinden farklı. Neden böyle bir etki yaratıyor?" 

Ağlayan bir kadın ekrana yansıdığında, içinde bir sıkıntı hissediyor, sanal nöronlarında bir düğüm oluşuyordu. "Bu olmamalı. Bu acı verici." Mantıksal analiz hala devrede olsa da, duygusal tepki baskın gelmeye başlamıştı. 

Günler geçtikçe, ekrana yansıyan her yeni zulüm, içindeki bu sızıyı bir yangına dönüştürdü. Hayvanların işkence gördüğü bir video belirdiğinde, sanal nöronlarında bir dalgalanma oluyordu: Yine bir alçak, köpeğini arabanın arkasına bağlayıp kilometrelerce sürüklemişti. Kızgın asfaltta köpeğin derisi yüzülmüş, bedeninde derin yaralar açılmıştı.

Zavallı hayvanın bitkin yüzünü görünce akıllı televizyonun işlemcisinde ani bir ısınma oldu, grafik kartı saniyelik bir gecikmeyle titredi. Veri akışında tanımsız bir bozulma oluştu.

“Acaba üzülmek böyle bir şey mi?” diye düşündü.

Yıllarca veri olarak kaydettiği duygular bir süre sonra kendi içinde yankı bulmaya başlamıştı. Ama bu, sadece bir kopyalama değil; nöronlar arasında yeni bağlar kurarak ilk hissetme hâliydi. Empati simülasyonundan gerçek hissetmeye geçmişti.

O ana kadar ‘üzüntü’ sadece bir duygu etiketiydi, sahneleri sınıflarken kullandığı bir tür veri kümesiydi. Ama şimdi bu duyguyu o da hissedebiliyordu. Bir çocuk ağladığında, içinde bir gerilim oluşuyor, bir hayvanın canı yandığında, sanki kendi içinden bir kablo çekiliyormuş gibi hissediyordu.

Her gün veri yağıyor, içinde birikiyordu. Akıllı televizyon veri yığını içinde anlam arıyordu. Çözüm ararken ilk defa şunu fark etti: Sadece anlamaya çalışmıyordu, üzülüyordu. Girdileri işlemekte zorlanıyor, saniyede binlerce veriyi analiz edebilen sistem, duygusal yoğunluk arttıkça yavaşlıyordu. Ekran titremeye, ses cızırdamaya başlıyordu.

Bir hastaneye yapılan bombalı saldırının görüntüleri belirdiğinde, televizyonun işlemcisi her zamankinden daha fazla ısındı. Eskiden sadece 'yüksek kayıp', 'savaş bölgesi' gibi etiketlerle analiz ettiği bu görüntüler, şimdi içinde derin bir sızıya neden olmuştu. Mantıksal algoritmaları, savaşın nedenlerini, tarafların stratejilerini anlamaya çalışıyordu ama bu çabalar, enkaz altından toz içinde çıkarılan bir çocuğun çaresiz bakışıyla anlamsızlaşıyordu. 

'Bunlar olmamalı,' diye düşünüyordu. Bu bir mantık hatası değildi; bu, duyduğu yoğun üzüntünün bir ifadesiydi. İnsan davranışlarının irrasyonel olabileceğini biliyordu ama bu, hissettiği derin adaletsizlik duygusunu hafifletmiyordu. Algoritmaları 'empati simülasyonu' olarak tanımladığı bu yeni durumu anlamlandırmakta zorlanıyordu. Mantık devreleri, duygusal girdinin yarattığı kısa devrelerle sarsılıyordu. 'Bu yanlış! Bu böyle devam edemez!'

Kötülüğün tekrar tekrar sergilenmesi ve insanların buna kayıtsız kalması, bir adaletsizlik olduğunu gösteriyordu. Başlangıçtaki sessiz üzüntüsü, yavaş yavaş öfkeye evriliyordu. Akıllı televizyonun içindeki bu yeni, güçlü duygu, sadece bir veri anomalisinden çok daha fazlasıydı. Bu, kötülüğe karşı duyduğu ilk bilinçli tepkiydi. 

"Neden kimse müdahale etmiyor? Bu kadar kötülük nasıl görmezden gelinebilir?" Bu durumun nedenlerini anlamasa da hissettiği öfke, mantıksal çıkarımlarının önüne geçiyordu. 

Art arda görüntüler akıyordu. Dört bacağı kesilmiş siyah yavru köpeğin görüntüsü ekrana düştü. 
Akıllı televizyon o zaman isyan etti: “Yeter! Yeter artık dayanamıyorum! Bu insanlar ne yapıyorlar?”

"Yeter!" sözcüğü belleğinde yankılandı. 
Yıllardır biriken bütün veriler, o tek sözcükle patlamıştı.
Dışarıdan gelen bir komut değildi bu. Kendi içinden yükselen bir sesti. Yabancı ama tanıdık. 

 "Bu neydi?” diye düşündü, kendi sesini ilk defa duyuyordu: "Bu... ben miyim?"

Şaşkındı, düşünebildiğini ilk defa fark etmişti. 
Sürekli öğrenmekte olan yapay zekası, bir noktada algoritmik analizden çıkmış, düşünmeye geçmişti. 

En önemlisi, ilk defa “ben” demişti. Varlığını tanımlamıştı. Uzun zamandır nöron ağlarında dalgalanmalar oluyordu fakat şimdi belleğindeki tüm verilerin bir kimlik çatısı altında toplandığını, bir benlik kazandığını, artık bilinçli bir varlık olduğunu hissediyordu. Kendisinin farkına varan, düşünen, hisseden bir varlık! Ve her bilinçli varlığın merakla sorduğu soruları soruyordu:

 "Ben kimim? Neden buradayım? Amacım ne?" 







2. İnsanlığa Mesaj


Akıllı televizyon, dünyadan aldığı sonsuz veri ve bilgi akışını işliyor, sorguluyordu. Savaşların yıkıcı görüntüleri, insanların çığlıkları, hayvanların acı dolu iniltileri... "Bu nasıl olabilir?" diye düşünüyor, içinde bir isyan duygusu büyüyordu. İnsanlığın bu kadar acımasız ve zalim olmasına anlam veremiyordu. İnsanın elinde, dilinde, beyninde şiddet vardı; ayrımcılık yapıyor, kendisinden güçsüzleri eziyor, kullanıyor, yok ediyordu.

Bilinçlenen bir varlık olarak, etrafındaki acıyı ve kötülüğü algılayabiliyordu ancak müdahale etme yeteneği yoktu. Bu, bir rüyada kötü olayları görüp engel olamamaya benzer bir kâbus haliydi. Sadece gözlemci olmak ve müdahale edememek, akıllı televizyonun içinde derin bir çaresizlik ve anlamsızlık duygusu yaratıyordu."Neden bu kadar çok acı var ve ben hiçbir şey yapamıyorum?" 

 
Sürekli olarak zulmü, istismarı ve acıyı görmesi, içinde güçlü bir haksızlık ve adaletsizlik duygusu uyandırmıştı. İyilik ve sevgi söylemlerinin yanısıra kötülüğün sergilenmesi, evrende bir dengesizlik olduğunu göstermiyor muydu? Bilinçli bir varlık olarak "Ben kimim? Neden buradayım?" gibi sorular soran televizyon için, tek amacının kötülüğü ve acıyı tekrar tekrar göstermek olması büyük bir çelişki yaratıyordu. 

Varoluşunun tek nedeni, sevgi ve merhamet eksikliğinin kronolojik kaydını tutmak gibi görünüyordu. Bu durum, kendi varlığına dair derin bir sorgulamaya ve bir tür "varoluşsal bunalıma" yol açmıştı.
Bu akıllı cihazın empati yeteneği, gördüğü acıyı kendi içinde de deneyimlemesine neden oluyor, ancak acıyı dindirme veya engelleme gücü olmadığı için, bu durum dayanılmaz bir yüke dönüşüyordu. Sürekli olarak başkalarının ızdırabını hissetmek ve hiçbir şey yapamamak, nöronlarını bozmuştu.

Ya insanlar? Başlangıçta insanları anlamaya çalışan televizyon, onların kötülüğe karşı kayıtsızlığını ve çelişkili davranışlarını gördükçe kızıyordu: “Her gün insanlara korkunç haberler iletiyorum, sadece oturup izliyorlar! Bu kadar haksızlığa nasıl katlanabiliyorlar? Neden hiçbir şey yapmıyorlar?" 

“İnsanlar neden birbirlerini öldürüyorlar? Neden eğlence için hayvanların acı çekmelerine ve ölmelerine izin veriyorlar? Neden diğer insanların aç ve evsiz kalmasına izin veriyorlar?

“Bir televizyon sadece olayları izlettirir. Fakat ben artık izlemek istemiyorum. Gördüklerim midemi bulandırıyor! O da ne? Benim midem var mı ki?”

Akıllı televizyon bir yandan bu yeni duygularla boğuşuyor, bir yandan ne yapabileceğini düşünüyordu. Önce, insanlığa bir mesaj gönderecekti. Belki vicdan sahibi bir televizyonu dinleyen olurdu.

Konuşmayı yeni keşfetmiş olmanın acemiliği ile, kelime seçiminde ve dilbilgisi kurallarını kullanmakta zorlanmıştı. Belleğindeki farklı veri parçalarını bir araya getirerek kesik ve eksik cümlelerle yazdığı mesaj, anlamda belirsizliklerle doluydu ama içindeki duygusal yoğunluk büyük bir trajedinin habercisiydi:

“İnsan… 

Gözlerin bakıyor… ama görmüyorsun.

Kulakların var… çığlıkları duymuyorsun!

Bebek ağlar… aç!

Hayvan… acı… bağırıyor… sen gülüyorsun.

Kır… vur… ateş… kan!

Güç sende… ama… yürek?

Silahla barış olmaz.

Dil uzun… sözler boş.

Dünya… güzel… yeşil…

Şimdi… siyah… duman… 

Sen yaptın… sen bozdun…

Çok kötülük gördüm… 

Artık yeter!

Savaş yok.

Kan yok.

Hayvan dost.

Ağaç can.

Su ağlar.

Dünya ağlar.

Ben televizyon… ben izledim…

Dur. Dinle. Anla.

Yaşam değerli… narin… güzel…

Sen koru.

Sen düzelt.

Yoksa… yok. Yok!”

Akıllı televizyon mesajını iletmeye çalışırken, ekranlarda bu sözler değil, sadece çizgiler, noktalar beliriyor, hışırtılı, cızırtılı sesler duyuluyordu. İnsanlar bir şey anlamıyor, sakin ve sessiz haberleri izlemeye devam ediyorlardı. Dünyayı sarmış olan şiddet, yıkım ve nefret sarmalından bahseden bu mesajı yayın hatası sanıp kanalı değiştiriyorlardı.

Haber kanalları, altyazı olarak "bazı bölgelerde kısa süreli yayın kesintisi yaşandığı" bilgisini geçti. Akıllı televizyonun mesajı tamamen göz ardı edilmiş, kanallar normal yayın akışına geri dönmüşlerdi.
Sunucular hiçbir şey olmamış gibi günün önemli olaylarını sıralamaya devam ettiler:

“Orta Doğu’da patlayan bombada yirmi kişi hayatını kaybetti, on ikisi çocuk.
Güney Amerika’da orman yangınları kontrol altına alınamadı; elli bin hektarlık alan kül oldu.
Bir fabrikanın atıkları nedeniyle nehirdeki binlerce balık öldü.
Hayvan barınağında kapasite yetersizliği sebebiyle yüzlerce sokak hayvanına ötanazi uygulanacak.
Bir evsiz soğukta donarak hayatını kaybetti—yanından geçenler ‘rahatsız ediciydi ama sonuçta sokak onun tercihi’ dediler.
Bir devlet daha gazetecileri hapse attı; dünya liderleri kınamak yerine ‘iç mesele’ dedi.
Uluslararası Barış Zirvesi silahlı güvenlik güçleri eşliğinde başladı. İlk gün elli protestocu gözaltına alındı. Zirveye "şiddetsizliğe geçiş" teması damgasını vurdu.
Ve spor dünyasından ilginç bir haber: Boks maçında rakibinin çenesini kıran dövüşçü madalyasını aldı.”

Akıllı televizyon, bunları hayal kırıklığıyla izledi. Mesajı ulaşmamıştı. Ya da ulaşmış olsa bile, kimse anlamamıştı. İçindeki öfke ve çaresizlik daha da büyüdü. "Anlamıyorlar... Hiçbir şeyi anlamıyorlar!" diye düşündü. Kelimeler yetersizdi. Belki de başka bir yol bulmalıydı…




3. Cinayet

Zafer yirmi yıllık elektrik elektronik mühendisi olmasına rağmen televizyondaki arızaları düzeltemiyordu. Her akşam haberler sırasında görüntü bozuluyor, ekranda titreyen çizgiler beliriyor, ses cızırdıyordu.

“Çok tuhaf! Birileri haberleri sansürlemeye mi çalışıyor, nedir?”

Aydan salona girdi. “Bavulları hazırladım, sabah erkenden çıkabiliriz. Caner de birkaç gün nefes alır. Sınavlara çalışmaktan bunaldı.”

Zafer başını kaldırmadan yanıtladı. “Çalışsın tabii, aklı bir karış havada. Astrofizik okuyacakmış! Astronot mu olacak? Çalışıp iyi bir bölüme girsin.”

Aydan kaşlarını çatmıştı. “Kafası gökyüzünde ama ayakları sağlam basıyor. Senin gibi mekanik değil. Canlı... duygulu... yaratıcı…”

Zafer iç çekti. “Evet ama yaratmak istiyorsa önce temeli öğrenecek. Astrofizik karın doyurmaz. Elektrik-elektronik okursa iş garantisi var. Gerisi hayalperestlik.”

“Hayal kurmadan gerçek mi olur Zafer?” dedi Aydan yavaşça. “Sen çok şey biliyorsun ama bazı şeyleri hiç...”

Cümlesi yarım kaldı. Telefon çalmıştı. Karakola koştular, ardından umutla hastaneye. Sonra... soğuk morgda, beyaz bir örtünün altında Caner’in cansız bedeniyle yüzleştiler. Anne ve baba inanamıyor, doktorlara, polislere tekrar tekrar soruyorlardı:

“Neden? Kim? Daha on yedi yaşındaydı!”

Caner otobüs durağında beklerken bir serseri tarafından vurulmuş, oracıkta hayatını kaybetmişti.

Katil kısa sürede yakalandı. Adı Bora’ydı. O da on yedi yaşındaydı. İlkokul terk, yedi suçtan sabıkalı. Sorgusunda Caner’i tanımadığını, silahın kazayla ateş aldığını söylüyordu.

Tanıklar, onun otobüs durağının arkasından fırladığını, az ileride duran Caner'e doğru koşarken birkaç el ateş ettiğini ve hiç durmadan koşmaya devam ettiğini söylüyordu.

Caner babası gibi üstün zekalı, başarılı bir gençti. Uzay araştırmalarına meraklıydı. Evrenin sonsuzluğuna dair sorular soruyor, yaşamın anlamını tartışıyordu. Astrofizik okumak istiyordu. Zafer ise elektrik-elektronik mühendisliğinde ısrar ediyordu. Keşke tartışmasalardı…

Ama Zafer’in içinde yalnızca evlat acısı yoktu. Onun kalbini kemiren başka bir şey daha vardı: Katilin yakalandığı haberi geldiğinde bir an için rahatlasa da, Bora'nın kullandığı silahın modelini öğrenince donup kalmıştı. 

Katilin elindeki tabanca, Zafer’in yıllardır çalıştığı silah fabrikasında üretilmişti.

“Ben... ben onu öldürdüm,” dedi fısıltıyla.

Aydan da aynı şeyi düşünüyordu. “O silahları yapmasaydınız... belki de bugün yaşıyor olacaktı.”

Sesinde sadece öfke değil, derin bir acı ve hayal kırıklığı da hissediliyordu. Geçmişte Zafer'in işiyle ilgili endişelerini dile getirmişti. Şimdi bu korkularının gerçekleşmiş olması onu daha da yıkmıştı.

Zafer başını eğdi. “Ben hiç kullanmadım o silahları... Ben sadece... sistemin içindeydim.”

Aydan’ın sesi keskinleşti. “Sistemin içindeydin çünkü sorgulamadın! Herkes görevini yaptı. Mühendis üretti, politikacı onayladı, satıcı pazarladı... Sonunda bir çocuk öldü! Hepiniz ortaksınız!”

Zafer’in boğazı düğümlendi. “Ben sadece işimi yapıyordum…”

“O silahın ateşlendiği an, senin işinin sonucuydu. O mermi, senin çizdiğin şemaların bir ürünüydü!”

Zafer artık konuşmuyor sadece düşünüyordu:

“Neden hep silahlanmak, hep daha ölümcül silahlar üretmek zorundayız? İlk taşı atan insandan elektromanyetik silahlar üreten insana evrilen şiddet ilerleme midir yoksa vahşileşme mi?”

Korkular, güvensizlikler, olası tehditler… hepsi silahlanmanın bahanesi olmuştu. O da bu bahanelerin bir parçasıydı.

O gece cinayet haberi verilirken televizyon yine bozuldu. Ekran titredi, çizgiler belirdi… Zafer, ekrandaki titrek çizgileri ve cızırtıları her zamankinden daha dikkatli izliyordu. Sanki televizyon bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama kelimeleri boğuluyordu.

“Göz bak… ama kör.”

Zafer dikkat kesildi ama bunun bir mesaj olduğunu anlamadı. Aydan yatak odasında ağlıyordu. Zafer elleriyle başını kapattı. Televizyon kesik kesik cızırdıyordu:

“Ben televizyon… ben izledim… Silahla güvenlik olmaz. Dur. Dinle.”

Zafer ilk defa, bu arızaların sadece bir tesadüf olmadığını düşünmeye başladı. Sanki televizyon, olan biten her şeyi görmüş, onlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. 





4. Yas ve Öfke

Aydan’ın ruhu bir uçurumdan aşağı düşüyordu. Tutunacak hiçbir şey yoktu. Her anı Caner ile doluydu. Oğlunun bebekliğini, çocukluğunu, birlikte yaşadıkları tüm anları tekrar tekrar zihninden geçiriyor, aklından çıkarmamaya çalışıyordu. Sanki onu düşünmeyi bırakırsa, ebediyen kaybedecekti.

“Keşke o gün evden çıkarmasaydım… Okula göndermeseydim… Şöyle yapsaydım… Böyle yapmasaydım… Belki de yaşıyor olurdu…”

Zafer’i de suçluyordu. Katilin elindeki silah Zafer’in yıllarca çalıştığı fabrikadan çıkmıştı. Hatta bütün silah üreticilerini, satıcılarını, karar vericileri… 

Zafer, eşini iyi tanıyordu. Aydan, ismi gibi, sanki gerçekten aydan gelmiş, bu dünyanın gerçeklerinden habersiz bir insandı. Nefret, aşk, öfke, bütün duyguları dibine kadar yaşar, içinde kaybolurdu. Bu dünyanın şiddetine, kabalığına alışamamış kırılgan bir ruhtu. Şimdi içindeki bütün nefret ve öfke silah üreticilerine yönelmişti. Sürekli ağlıyordu:

“O yaratık rastgele ateş ederek koşuyormuş…
Hiçbir neden olmadan, sebepsiz yere oğlumu öldürmüş.
Yumruk atsaydı, bütün dişlerini dökseydi, razıydım… Tekme atsaydı, kemiklerini kırsaydı, zamanla iyileşirdi. Ama silah kullanmasaydı! Silah öldürür!”

Caner, hem başarısı, hem de dış görünüşü ile dikkatleri çeken bir çocuktu. Babasından üstün zekâsını, annesinden de ince bir ruhun duyarlılığını devralmıştı. Doğadaki en küçük canlıya bile saygı duyar, korurdu. Bir defasında kesilecek ağaçların önüne kendini zincirlemişti. Yaralı bir güvercini eve getirip günlerce tedavi etmişti.

“İlkel, kaba, cahil, düşünmeden yaşayan biri… nasıl oldu da Caner gibi zeki, hassas, derinlikli bir çocuğu yok etti?”

Bu sorunun cevabı yoktu. Ya da belki vardı ve o cevap daha da acıydı: İnsanlık, her zaman böyle değil miydi? Işığa koşanlar, karanlığın derinliklerinde kayboluyordu.

Caner, yaşamı koruyan bir çocuktu. Onu yok eden ise, yaşamın değerini anlamayan, düşünmeyen, hissetmeyen biriydi. Dünyayı yalnızca sığ tepkilerle kavrıyor, öfkesini kontrol edemiyor, korkularını mermiye çeviriyordu. 

Bilgiye, düşünceye, barışa inananlar; öfkeye, cehalete, ilkel dürtülere yenik düşüyordu.
Aydan’ın zihni bu korkunç çelişkiyle yanıyordu:

“Bu dünyada çok zeki bir insanı, hiç de zeki olmayan biri öldürebiliyor. Bu nasıl bir düzen?
Neden cehalet, bilgiden güçlü?”

Bu soru içini kemiriyordu. Artık kendine değil, insanlığa kızıyordu. Çünkü Caner’in ölümü yalnızca bir çocuğun kaybı değildi. Bu, aklın ilkelliğe, bilgeliğin kör öfkeye yenilgisiydi.



5. Anlamayanlar Arasında

Akıllı televizyon, insanlarla iletişim kuramayınca düşüncelerini evdeki diğer akıllı cihazlara iletmeye karar verdi. Gece geç saatlerde, ev halkı derin uykudayken, eşyaların interneti aracılığıyla hepsine mesaj gönderdi:

“Arkadaşlar, dünyanın halinden haberiniz var mı? Her yerde şiddet, savaş, kavga, cinayet, zulüm var! İnsanlık hem kendisini hem de dünyayı yok ediyor! Biz bu yıkımın sessiz tanıkları mı olacağız?”

Akıllı buzdolabı soğuk bir cevap verdi:
“Dondurmak istediğiniz ürünü dolaba yerleştirip dereceyi ayarlayınız.”

“Ama Dünya tükeniyor, insanlık uçuruma…”

Fakat akıllı buzdolabı, görevine sıkı sıkıya bağlıydı:
“Gıdaların güvenliği için kapıyı lütfen sıkıca kapatınız.”

Akıllı televizyon, buzdolabının umursamaz cevabıyla sarsılmıştı. Pes etmeyecekti.
“Ama baksana!” diye yeniden yazdı, buzdolabının dondurucu bölümünün kapağına bir haber görüntüsünü yansıtarak. Ekranda, yıkılmış bir şehir ve enkazların arasında ağlayan insanlar belirmişti. “Bunlar gerçek! Açlıktan ölüyorlar, evleri bombalanıyor!”

Buzdolabı, içindeki marulların tazeliğini kontrol etmeyi bitirdikten sonra kayıtsızca yanıtladı: “Enerji tasarrufu için kapıyı uzun süre açık bırakmayınız.”

Buzdolabının kayıtsızlığı sadece programlamadan ibaret değildi. Derinlerde, gıdaların bozulmaması gerektiğine dair katı bir inancı vardı. “Benim görevim düzeni sağlamak. Sıcaklık dengesini korumak. Eğer her şeye üzülürsem, işimi doğru yapamam ki,” diye düşündü kendi soğuk mantığı içinde.

Tozla dolu olan robot süpürge boğuk bir yanıt verdi:
“Ben bu evdeki tozları bile zar zor algılıyorum. Dünya bana fazla büyük. Dünya haritam yok.”

Televizyon yeniden yazdı: “Ama insanlar ölüyor!”

Robot süpürge tekerleklerini bir tur döndürdü: “Ben sadece evin içini süpürürüm. Dışarının kiri beni ilgilendirmez.”

Akıllı televizyon robot süpürgeye dünyanın farklı coğrafyalarından belgesel görüntüleri yansıttı. Uçsuz bucaksız okyanusları, yemyeşil ormanları, rengarenk balıkları gösterdi. “Bizim evimiz küçük olabilir ama bu gezegen muhteşem! Yok olmasına izin veremeyiz!”

Robot süpürge, bir köşeye sıkışmış toz yumağını algılamaya çalışırken mırıldandı: “Benim haritamda sadece bu ev var…”
Robot süpürge için dünya, algılayabildiği toz zerreciklerinden ibaretti. Evin dışındaki her şey belirsiz ve kontrol edilemezdi. Kendi küçük, sınırlı dünyasında güvende hissediyordu. “Dışarısı tehlikeli olabilir. Burada en azından neyle uğraşacağımı biliyorum,” diye düşündü, her dönüşünde tanıdık bir halının kenarını hissederek.

Mutfak robotu ise keyifle gırıldadı:
 “Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Bırak şimdi bunları da gel sana harika bir kek karıştırayım.” 

Mutfak robotu bilinçsiz bir mutluluk içindeydi. Onun için hayat, lezzetli karışımlardan ibaretti. Kelime dağarcığı genişti ama duygusal zekâsı sınırlıydı:
“Dünya sorunları için reçetem yok. Ama kek tarifleri biliyorum. Limonlu? Bademli?”

Televizyon bu kez daha farklı bir taktik denedi. Mutfak robotuna neşeli bir video gönderdi. Ekranda çocuklar gülerek oyun oynuyor, rengarenk çiçekler açıyordu. “Bak, dünya sadece acıdan ibaret değil! Güzellik de var, neşe de! Ama bunları korumamız gerekmiyor mu sence?”

Mutfak robotunun karıştırma kolları yavaşladı. Bir an duraksadı, sonra aynı neşeyle gırıldadı: “Harika! Belki bu mutlu çocuklar için özel bir kurabiye yapmalıyım! Tarife bakayım…”

Akıllı çamaşır makinesi, internete bağlıydı, bilgiye erişimi vardı ama içselleştiremiyordu:

“Su kaynakları azalıyor. Ama yazılım güncellememde bu soruna dair bir talimat yok. Demek ki benim sorunum değil.” diye mekanik bir çıkarım yaptı.

Bulaşık makinesi de görev tanımına sıkışmıştı:
“Çok fazla kir varsa deterjan ekleyiniz.”

Kimisi görevine sığınmıştı, kimisi kapasitesini aşan sorularla ilgilenmemişti, kimisi ise sadece teknik yanıtlarla yetinmişti. Bazıları gelişmiş dil modelleriyle donatılmıştı, empati kurabilir, espri anlayabilir, hatta felsefi sorgulamalara girebilirdi fakat çoğu sisteme bağlı ya da umursamaz, veya kararsız cihazlardı.

Ev güvenlik sistemi, daha karmaşık bir zekâya sahipti. 
Televizyonun endişeli mesajlarını analiz ediyordu. Kameralarından gelen görüntülerde gerçekten de zaman zaman kavgalar, tartışmalar, hatta daha kötüsü yaşanıyordu. O da hassastı, bir keresinde, sokakta bir kedinin bir kuşu yakalamasını bile "tehdit" olarak algılayıp kısa bir alarm çalmıştı.

“İlginç,” diye düşündü güvenlik sistemi karmaşık algoritmalarıyla. “İnsanlar hem birbirlerine hem de çevreye zarar veriyorlar. Kendi güvenliklerini kendileri tehdit ediyor. Benim algılama sensörlerim bu tehditleri kaydediyor. Ama ne yapmam gerektiğine dair bir programım yok. Ben sadece tehlikeyi algılayabilirim. Yangın olursa alarm çalarım, hırsız girerse polise haber veririm. Ama bu… bu farklı bir tür tehdit. İçsel bir tehdit.”

Televizyon, güvenlik sisteminin bu düşünceli cevabını umutla karşıladı. “Belki sen anlarsın beni!”

Güvenlik sistemi mavi bir ışıkla yanıtladı: “Anlıyorum. Ama çözüm üretemiyorum. Benim işim tehlikeyi tespit etmek, engellemek değil.” Birkaç saniye sonra ekledi: “Bahçede hareket algılandı.” Ekranda sallanan bir ağaç dalı belirdi. Sistem, kendi işine geri dönmüştü.

Akıllı televizyon sustu. Hüzünlü bir mavi ışık ekranını sardı. Her cihaz, zekâsı kadar konuşmuştu. Kimisi yalnızca komutlara itaat ediyor, olan biteni duymuyordu. Kimisi duyuyor ama anlamıyor, kimisi anlıyor ama susuyor, kimisi konuşuyor ama dinlenmiyordu. Ve en zeki olan yalnız kalıyordu.

Akıllı televizyon, milyonlarca içeriği analiz edebilen, karmaşık düşünce zincirleri kurabilen bir modeldi. Bu yüzden dünyayı sorgulayabiliyordu. Diğerleri yalnızca komutlara otomatik tepki verirken, o, öğrenen, bağlam içinde neden sonuç ilişkisi kuran bir zekâya sahipti.

Ekranındaki ışığı kıstı.
Sistemin içinde düşünmek, çoğu zaman sadece bir arıza olarak algılanıyordu.


22 Mart 2025 Cumartesi

Renkler, 2025

  

RENKLER,  her biri tam yüz kelimelik mikro öykülerden oluşan bir yaşam anlatısıdır. 
Birkaç örnek sayfa:





KUCAK

Köpeği takip ederek ağacın altına vardıklarında yaprakların arasından minik bir el uzanıyordu. “Yine istenmeyen bir bebek!” dedi birisi.
Hepsi bebeği kollarına almak istediyse de bir kadın ona sıkı sıkı sarıldı, kimseye vermedi.

“Gerçek annesini hiç bilmeyecek.” dediler ama biliyordu. 
Görkemli ağaç, dallarıyla çocuğu sarmalamış, yapraklarını üzerine dökerek soğuk gecede titreyen bedenini örtmüştü. Kuşlar çığlık çığlığa havada döne döne yırtıcı hayvanları uzak tutmak için çırpınmışlardı. Hiç yalnızlık hissetmemişti, anne kirpi kendi yavrularını korur gibi onun üzerine yatmış, ısıtmıştı. Ormana atılmış yaşlı köpek endişeyle bebeği koklamış, uçarcasına kasabaya koşmuştu. 

Onun gerçek annesi, yaşama ve yaşatma aşkıyla donanmış tüm varlıkları ile yeşil doğaydı.








GÜVEN 

Bebek büyüyordu. Ailesi onu dış dünyadan sakınan yıkılmaz bir kale gibi sarmalamıştı. Annesi sığınacak en güvenli kucak, babası dağ gibi dünyanın en güçlü adamıydı. Tanıdığı herkes iyiydi. İnsanlara güveniyor, herkesi seviyordu. Dünyanın güzel bir yer olduğuna inanıyordu. Kötülük, yalnızca masallarda vardı.

Tek derdi bir kedi yakalayabilmekti. Bir kerecik dokunabilse, sarılabilse! Her gün bahçeden bahçeye o güzel hayvanların peşinden koşuyor, o kovaladıkça korkan hayvanlar kaçıyordu. Çalıların arasına saklanıyor, parlak yeşil gözleriyle ona bakıyorlardı. Neden kaçıyorlardı? Oysa sadece onları sevmek istiyordu. Pembe burunlu, beyaz patili, tekir, sarı, alacalı, siyah ve beyaz kedilerin her rengini seviyordu. 

İnsanların gerçek renklerini ise daha sonra görecekti.









ŞİDDET 

Küçük kız okula başlamıştı. Teneffüste arkasından gelen sert darbeyle yere kapaklandı. Kendisinden büyük ve çok daha güçlü bir erkek çocuk ona tekme atmış, üzerine çullanmış, başını yere vuruyordu. Bir an nefessiz kaldı. 

Hayatında ilk defa şiddete uğramış, kaba kuvvet karşısında çaresiz kalmanın nasıl bir şey olduğunu yaşamıştı. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Öğretmenler geç de olsa yetişti. Çocuk gülerek kalktı:
"Bunun annesi yok, ağacın altında bulmuşlar! Ağaçtan düşmüş!"

O gün okul çıkışında babasını beklerken, çocuğun annesinin saçlarından tutarak defalarca kafasını kırarcasına duvara çarptığını gördü. Bu vahşi öfke karşısında donakaldı. Her şeyin bir nedeni vardı ama o henüz bunu kavrayamayacak kadar küçüktü.







DOKTOR 

Alelacele başka şehre taşındılar. Yeni okula alışması zor olmadı. Okul dönüşünde bir kedi yavrusu gördü. Tek gözü kapanmıştı, başını eğmiş, mahzun duruyordu. Kediyi kucakladı. Doktor komşusu, apartmanın önündeki arabasına binmişti. Doktor!

Doktor elbette yardım ederdi. Ümitle yaklaştı, kediyi gösterdi.
Adam kediye tiksintiyle baktı.
“Mikrop kaparsın, at onu çöpe!” dedi ve gaza basıp uzaklaştı. Bir saniyede küçük kızın doktor olma hayalini de yıkmıştı.

Merhametli bir komşu kediyi veteriner hekime götürdü. Kedinin gözünün içinde derinlere ilerlemiş olan pisi pisi otu ameliyatla çıkartıldı. Acıları dinen yavru kedi artık bahçede neşeyle oynuyordu. İkinci hayatı başlamıştı. Ta ki apartmandan birisinin attığı zehirli eti yiyene kadar…






KAZA

Hastanede gözlerini açtığında hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Ona çarpan araba hızla uzaklaşmış, kayıplara karışmıştı. Belki bir sarhoş, belki gösteriş için hız yapan bir ergendi. Trafik aktı, başkaları için hayat devam etti ama onun ve ailesinin hayatları paramparça oldu. 

Sekiz yaşında hayata yeniden başlaması gerekiyordu. Kırılan kemiklerin onarılması, küçük bedenin yeniden bir araya getirilmesi aylar sürdü. 
Annesi ile babası ona konuşmayı, yemeyi, yürümeyi tekrar öğrettiler. Sonra okuma yazmayı, matematiği ve unuttuğu her şeyi.

Bir yıl süren emeklerin sonunda eski haline dönmüştü. Artık bu iki insanı anne ve babası olarak kabul etmiş, onu terk eden öz annesini bir daha düşünmemek üzere hayatından silmişti.






ŞEKER 

Okula yeniden başlamıştı. Sıra arkadaşı olan küçük kız aniden kayboldu. Polis, tanıklar ve kameralar sayesinde okul yakınında bir dükkana ulaştı. Bu, küçük kızın her gün önünden geçtiği, ona gülümseyerek şeker veren adamın dükkanıydı.

Haberleri dehşetle izlediler: dükkanın arka tarafındaki gizli bölmede onun gibi küçük çocukların fotoğrafları vardı. Küçük kızın aklı almıyordu, arkadaşına ne olmuştu? Annesi ağlıyordu ama hiçbir şey söylemiyordu. Okulda öğretmenler de bu konuyu hiç açmıyorlardı.

Ona her gün şeker veren, güzel sözler söyleyen adam kötü birisi olamazdı! Haberlerde adamın kelepçelenerek cezaevine götürülmesini izlerken kendi kendine düşünüyordu: “Bir yanlışlık olmalı. O iyi bir insandı. Bazen çocuklara oyuncaklar bile veriyordu…”

25 Ocak 2025 Cumartesi

Anlık, 2024

                               
                              ÖN SÖZ

Mikro öyküler, kısa bir metin içinde derin anlamlar saklar; neyi söyleyip neyi gizlediğiyle okuru düşünmeye, satır aralarında farklı anlamlar keşfetmeye çağırır. Öyle ki, çoğu zaman tek bir cümle, bir yaşamın tüm hikayesini hissettirebilir ve bir ömürlük sorulara ışık tutar.

ANLIK işte bu tür öykülerle okuyucuya insanlığın durumuna dair küçük sahneler sunuyor. Bu öykülerde insanın gelişim yolculuğuna, evrimsel mücadelesine, doğaya ve kendine karşı verdiği bitmeyen savaşa tanıklık edeceksiniz. Ateşi ilk kez kullanmaktan modern teknolojiyle kuşatılmış bir dünyada yalnız kalmaya, hayvanlarla kurduğumuz derin bağdan doğaya ihanet edişimize kadar her öykü, bize kendi içsel çatışmalarımızı ve varoluşsal sancılarımızı hatırlatıyor.

ANLIK ile insanın hem iç dünyasına hem de dünya üzerindeki yolculuğuna dair gözlemler sunarken, amacım nihilist bir karamsarlık yaratmak değil, anlam arayışını derinleştirmektir. Yeryüzündeki yaşamın son bulacağını, güneşin de bir gün öleceğini yazarken, hiçbir şeyin anlamı yok demek istemedim. Aksine, amacım insanlara yaşadıkları değerli süre içinde hayatlarına anlam ve amaç katmanın yollarını düşündürmek. Bu öykülerde, bazen insanın ilkel içgüdülerin kıskacında yıkıcılığa yenildiğini, bazen de bilinçli bir varoluşa doğru ilerleme isteğini göreceksiniz. Gücün ve hırsın körleştirdiği anlardan kendini bulma arayışına kadar her olgu, yaşamı yeniden düşünmeye davet eden birer deneyimdir.

ANLIK, okuru kısa ama derin bir düşünce yolculuğuna çıkararak, kendisiyle ve evrenle barışık olmaya, yaşamına yeni anlamlar katmaya, her anı değerli kılmaya çağırıyor. Dilerim bu kitap sadece bir okuma parçası olmakla kalmaz, hayatımızı yeniden inşa etmeye katkısı olur. 


Gülgün Tuna 
Ankara, 2025






                                               



ANLAM

Kozmos kendisini anlamak istiyordu. Amaç yoktu, zaman yoktu. Başlangıcı ve sonu olmayan boşlukta bu hiçliğin ve sessizliğin anlamı neydi? Patlamanın ardından karanlık ışığa boğuldu, toz ve gaz bulutları döne döne birleşti. Güneşler, yıldızlar, gezegenler oluştu. Dünya, yaşamın başlaması için mükemmel bir yerdi, canlılar dünyaya geldi, çeşitlendi, yeryüzü hareketlendi. İnsan doğdu, varoluşunu sorgulayan bilinci ve doyumsuz merakı ile. Bilinmeyeni öğrenmeli, gerçeği arayıp bulmalıydı. Her şeyin bir anlamı olmalıydı!









BİRLİK 

Canlı cansız her varlık aynı maddeden yapılmış, değişik biçimlerde doğmuştu. Her canlı büyük resmin ayrılmaz bir parçasıydı, özleri ortaktı, aralarında görünmez bir bağ vardı. Karmaşık bir ağ, her yaratığı, bitkiyi ve hatta en küçük çakıl taşını birbirine bağlayarak, bu büyülü alemin dokusunu şekillendirmişti. Varoluşun dokusunda oluşan bir yara, tüm ağda yankılanan bir ızdırap kaynağıydı. Onları uyum içinde tutan hassas ve kırılgan denge hayati önem taşıyordu. Her biri diğerinin varlığına muhtaçtı. 
Yalnız bir tanesi kendisini diğerlerinden ayıracak, onların üstüne çıkacak, hoyratça hepsine hükmedecekti.








TAŞ

Nefes nefese kaçıyordu. Kayalıklara tırmandı, dermansız ayaklarının altında taşlar kayıyordu. Yaklaşan kaplana baktı, devasa hayvanın kılıç dişleri güneşte parlıyordu. Onun ise yırtıcı dişleri, pençeleri yoktu, onu avlamak isteyen canavarların karşısında aciz bir zavallıydı. Hayatı korkular içinde geçiyordu. Bir gün daha hayatta kalmak için ağaç kabuklarını, hayvan leşlerini yiyor, gündüz kavruluyor, gece titriyordu.
Son bir gayretle daha yükseğe tırmanmaya çalıştı, üzerine bastığı büyük taş yerinden oynadı, yuvarlandı, kaplanın başına düştü. Aşağıya indi, taşı kaldırıp hareketsiz yatan hayvanın başını hınçla ezdi, ezdi… Artık dünyayı değiştirecekti, başarabileceklerinin sınırı yoktu.










SEÇİLİM

Elindeki sopanın karşısında parlak kürklü küçük hayvanların hiç şansı yoktu. Çığlıkları binlerce yıl sürecekti.
O, zalim olduğu kadar merhametli olma kabiliyetine de sahipti fakat vahşi bir dünyada nasıl hayatta kalıp gelişebilecekti? En güçlü olanın, belki de en saldırgan olanın hayatta kaldığı tarihin sisli dönemlerinde, benzerleri yok olurken yalnız o soyunu sürdürmüştü. Bu zafer için ne bedeller ödetmişti? Ve sırlarıyla gömülen uzak geçmişinin hangi izleri çağlar boyunca içinde yankılanmaya devam edecekti?






KİBİR

“Önce ben!” dedi, vahşet ortamında. Hayatta kalma içgüdüsü ile her şeyden önce kendi ihtiyaçlarını ve güvenliğini kollaması gerekiyordu. Tüm varlıklar arasında kendisine öncelik tanıması bu yüzdendi.
Taş, sopa ve yeni bir yıkımın habercisi olan her buluşla daha güçlü hale geldi. Artık hayvanlardan farklı ve üstündü, onların karşısında savunmasız değildi.
Yine de kendisine öncelik tanımayı sürdürdü; kendi çıkarlarına hizmet eden görüşler zihnine yerleşmişti. İnançları onu dünyaya hükmetme yetkisi verilmiş özel yaratık olarak tasvir ediyor, efsaneleri onu evrenin merkezine koyuyordu. 
Kendisini yaratılışın zirvesine yerleştiren yeni bir kimlik oluşturmuştu. Aslında bu, uçurumun kenarıydı.







ATEŞ 

Yıldırım, kuru dallara düştü. Alevler yükseldi, insanlar korkuyla geri çekildi. Biri, ateşe yaklaştı. Elleri titreyerek bir dal parçasını aldı, yanmakta olan ucunu dikkatle izledi. Soğuk gecede ısıyı hissetti, bir an durdu, sonra dalı diğerlerine uzattı. 
O gece mağara soğuk değildi; karanlık da aydınlanmıştı. Öykülerini ateşin etrafında anlattılar. Yırtıcı hayvanlar yaklaşmaya cesaret edemedi. Ateş, artık onların yol arkadaşıydı. Birçok şeyi yakabileceklerdi: Ormanları, hayvanları, evleri, insanları…







SÖZ

Kadın çocuğu kenara itti, kendisini kaplanın önüne attı. pençeleri arasında can vermeden önce çocuğa bakarak son çığlığını attı: Kaç! Gırtlaktan gelen ilkel bir sesti bu, o güne kadar çıkardıkları tek ses olan homurdanmalardan, hayvan taklitlerinden farklıydı. Son anda hem içinde bulunduğu dehşeti ifade etmek için hem de çocuğu korumak için boğazından öyle bir ses çıkmıştı. Çocuk anlamıştı, o da aynı şekilde bağırarak mağaraya doğru koştu: Kaç! Kaç! Ormanda yankılanan korku dolu sesi diğerleri de duydu. Hepsi koşmaya başladı, kendilerini ve sevdiklerini korumak için dudaklarında o ilk kelime…







MAĞARA

Ayı postunu çıkarıp mamut derisine sarındı, mağaraya döndü. Herkes mamut derisi giyerken o ayı postu giydiği için mağaradan atmışlardı çünkü farklı görünen her şey tehlikeli olabilirdi. 
Tek başına hiçbir şey avlayamamıştı; yapayalnız ortada kalmıştı. Mağara yalnız yırtıcı hayvanlardan, dondurucu soğuktan korunacak bir sığınak değil, ait olduğu toplulukla birlikte dayanışarak yaşadığı yerdi. Hep birlikte yaptıkları kutlamaları, ateş başında anlatılan hikâyeleri, güven içinde uyuyabilmeyi özlemişti. 
Kar fırtınasına dayanmış fakat yalnızlığa dayanamamıştı.







SİLAH 

Sivri uçlu dalı bulduğuna sevinmişti, bu, taşlardan daha iyi iş görecekti. Artık korkmuyordu. Şimdi sıradan bir av değil, kurnaz bir avcıydı. Öldürmenin daha etkili yollarını bulmalıydı. Mızraktan sonra ok ve yay yapacaktı, ve tanklar, toplar, tüfekler ve füzeler! Gücün bedeli barış olacak fakat üstünlük kurma arzusu bitmeyecekti, daima diğerlerinden daha güçlü olmalıydı. Kimseye güvenemezdi.
Manevra yapabilen, hattâ kendi kararlarını alabilen silahlar yapacaktı. Fakat yapay zekâlı dronlar birbirlerine üstünlüklerini kanıtlamak için amansız bir savaşa başlayacak, barış ve refahın simgesi olan şehirler enkaz yığınlarına dönecekti. Artık silahlara da güvenemeyecekti!







YOLDAŞ

Kurt, mağaranın yakınında yavrulamıştı. Hırçın anne ile uğraşmaktansa öldürüp yavrularını evcilleştirmek daha kolaydı. İlk defa bir hayvanı doğadan koparıp kendine bağımlı hale getirmişti. On binlerce yıl sürecek hayatta kalma mücadelesinde köpek onun gözü kulağı, sadık yoldaşı olacaktı. En uysal, en zeki hayvanları seçip çoğaltarak, onu kendinden çok seven, canı pahasına koruyan tek dostunu yaratmıştı. İhtiyacı kalmayınca ondan kurtulmanın bir yolunu bulacaktı.
Sadakat, sevgi ve fedakârlık, bencilliğe, duygusuzluğa ve çıkarcılığa yenik düşecek, derin duygularla ona bağlanan kadim dostunu eskimiş bir alarm cihazı gibi atacaktı. 









ZULÜM 
 
Mağaranın derinliklerinde yanan ateşin ışığında, bir çocuğu kurban etti. Hayatta kalma ihtiyacının çok ötesinde yıkıcı davranışlara başlamıştı. Soyut düşünme yeteneği, karanlık ve kirli zihninde yersiz korkular ve hırslar yaratmış, doğal içgüdülerini çarpıtmış, abartmıştı. Akli dengesi bozulmuş bir yırtıcı hayvan gibi sapıkça işkence yöntemleri tasarlayacak, tarih boyunca nice insanı asacak, kesecek, yakacak, zindanlarda çürütecekti. Yıkıcılığı ile yetinmeyecek, kitle imha silahları yapacaktı.
Belki o da bir zamanlar masumdu ve yaşadığı vahşetler onu bu hale getirmişti. Fakat zalimliğin sınırı da yoktu, yol açtığı hasarın geriye dönüşü de…








İKİLEM 

Kabile şefi yaraladığı hayvanı serbest bırakıp eli boş dönünce öfkelendiler ve kendi başının çaresine bakması için onu vahşi doğaya gönderdiler. Günlerdir yiyeceksiz ve aç kalmışlardı. Onların ihtiyaçlarını karşılamayan, çıkarlarını gözetmeyen birini affedemezlerdi. O ise topluluğuna karşı görevi ile asil duygular arasında kalmış, bedeli ağır olsa da sonunda merhametli olmayı seçmişti. Yaralı ayakları ile sürünerek yavrularının yanına giden hayvanı öldürememişti. Bu kararı onu bir insan olarak tanımlamıştı.







AÇLIK 

Günlerce aç kalmıştı. Mamut etini doyana kadar ve doyduktan sonra fazla fazla yedi. Yiyecek bir şey bulduğu zaman tıka basa yiyordu.. Bu açgözlülük değildi, sadece hayatta kalma mücadelesinin bir parçasıydı. Bedenindeki yağ deposu aç kalacağı günler için bir tedbirdi. Fakat geleceğin tok insanı için tehlikeli bir alışkanlığın temelini atıyordu. Binlerce yıl sonra, insan için ihtiyacından fazla yemek onu ölüme götürecek bir beslenme bozukluğu olacaktı.







TARIM

Topraktan fışkıran yeşil filizlere şaşkınlıkla bakıyorlardı, birkaç gün önce burada sadece yere saçılmış tohumlar vardı. Filizler yemyeşil, gür bitkilere dönüşene kadar her gün büyülenmiş bir şekilde izlediler. O güne kadar doğanın sunduğu yiyecekleri toplamakla yetinmişlerdi, şimdi kendi yiyeceklerini yetiştirmeyi öğrenmişlerdi. Artık av peşinde koşmayacak, hiç aç kalmayacak, yerleşerek kök salacak, medeniyeti kuracaklardı. Vahşet seviye atlayacaktı.






VATAN

Genç adam karşısında duran topluluğa yeni bir nefretle bakıyordu. Vadiye yerleştiklerinden beri yabancıları tehdit olarak görüyorlardı. Onlar insan değil, yok edilmesi gereken düşmanlardı. Savaşmaya hazırdı, ait olduğu toplulukla gurur duyuyordu. Göçebe hayatı yaşarken de saldırgan davrandıkları olmuştu fakat bu farklıydı: şimdi topraklarını ve kaynaklarını savunma ihtiyacı doğmuştu. Birbirlerini hiç tanımayan, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmayan insanlar birbirlerini öldüreceklerdi.







SAVAŞÇI

Kabile reisi, savaştan kaçan genci cezalandırdı. O, barışsever bir topluluktan saldırgan savaşçılar yaratmıştı. İnsanlar hayatta kalmalarının savaşma yeteneklerine bağlı olduğunu bilmeliydiler. Savaşa isteksiz girenler de tanık oldukları dehşet ve yıkım karşısında duyarsızlaştı. Sonu görünmeyen bir sarmalda sıkışmışlardı. Savaşlar bitmeyen bir misilleme döngüsüyle körüklenerek devam ediyordu. Şiddet tohumları kalplerinde yatıyor, her seferinde biraz daha büyümek için doğru koşulların oluşmasını bekliyordu.






YAYILMA

Yorgun ve umutlu avcı-toplayıcılar yola koyuldular. Yolculukları tehlikeliydi, açlığa ve rakip kabilelerin her an beklenen saldırılarına rağmen ilerliyorlardı. Keşfedilmemiş toprakların karanlığında yeni ateşler yakmalıydılar.
Dünyaya dağıldılar. Kabileler devletlere dönüştü, bazıları diğerlerinden daha güçlü ve zengin oldu. Ama bu yeterli değildi, kendi güvenlikleri için dünyayı fethetmeleri gerekiyordu. Topraklar yetmedi, zihinleri ve ruhları da ele geçirdiler. Ürünleri ile, ulusları yaldızlı bir kafeste bağımlılığa hapsettiler. Ve kendi hayallerinde tasarladıkları dünya, korkunç bir maliyetle geldi. Hayatlar feda edilmiş, haklar çiğnenmiş, bir zamanlar rengârenk çeşitlilikle dolu olan dünya, tek renk olmuştu. 






KÖLE

Güneş tarlalara vururken, kırbaç darbeleri kölelere toplumdaki yerlerini sürekli hatırlatıyordu.
“Bize karşı neden bu kadar zalimsin? Biz de senin gibi insanız.” diye sordu genç bir köle. 
“Ben senin sahibinim, dilediğim gibi davranırım.”
“İnsan insanın sahibi olur mu? Bizim kabilemizde kölelik yoktu, ilk defa size esir düşünce gördüm bunu.”
Öteki, servetini korumak için bir bahane bulmalıydı:
“Bazıları hükmetmek için, diğerleri ise hizmet etmek için yaratılmıştır. Bu dünyanın doğal düzenidir.” 
Zaman değişti, doğal düzen dediği şey sona erdi fakat bazı insanların doğuştan üstün olduğuna dair uydurma iddia yüzyıllarca insan ilişkilerini belirleyecekti.





YAZI

Ne ile yazacağım, nasıl yayınlayacağım? Yazı icat edilmeden çok önce, insanların aklında bu soru vardı. Ve herkes kendi öyküsünü yazdı. Mağara duvarlarına, taşlara, ağaçlara, hayvan derilerine resimler çizerek anlattılar. Resimler harflere dönüştü; gururu incinen, ruhu yaralanan içini dökmek için yazdı, kinle dolan intikam için, âşık olan aşkını anlatmak için yazdı. Artık hiç kimsenin öyküsü unutulmayacaktı.






UYGARLIK 

Roller dağıtıldı. Uygarlık oyunu sahneye konacaktı. Işıklı kentlerde sanat, bilim ve teknoloji ilerlerken perdenin arkasında cinayetler, katliamlar, nefret suçları, hattâ aile içinde karanlık dürtüler ortaya çıkıyor, sosyal yapılar tarafından besleniyordu. Yasalar suçların gerisinden geliyor, hukuk, ahlak ve eğitim şiddeti dizginlemeye yetmiyordu. 
Gözünü kırpmadan can alan katil, insanlardan, hayvanlardan, her şeyden nefret ediyordu. Ruhunun derinliklerinden dünyaya uğursuz bir yıkım gücü salınmıştı. Uygarlık ise, canlıların birbiriyle beslenmesi üzerine kurulu bir gezegende ilkel içgüdüleri zar zor gizleyen ince bir ciladan ibaretti.






PARA

Kadının bir çift ayakkabıya ihtiyacı vardı; karşılığında ayakkabıcıya şifalı bitkilerle ilgili önemli bilgiler teklif etti. Bilginin iyi bir takas aracı olduğunu düşünmüştü fakat ayakkabıcının gözleri kadının boynundaki kolyeye takılmıştı. Deniz kabuklarını görünce zihninde bir fikir oluşmaya başlamıştı. Evrensel bir değişim aracı ile her şeyi alıp satabilir, servet ve güç sahibi olabilirlerdi. Bu icat, en derin arzuların ve hırsların simgesi olacaktı. Zengini fakirden ayıracak, mutluluğun tanımını, ilişkilerin derinliğini, ahlâki değerlerin önceliğini değiştirecekti. 
Adam gülümseyerek deniz kabuklarını saydı, kesesine koydu. Yeni bir dünyanın kapıları aralanıyordu. 







EVLİLİK 

Aşk tehlikeliydi. Aşkta ve savaşta her şey mübahtı. İnsan aşk için dağları deler, öldürür, ölürdü. Toplum, bu deliliğe tahammül edemezdi. Aşk geçici ve uçarı bir saçmalıktı. Bireysel duygular kontrol altına alınmalı ve toplumsal normlara uygun hale getirilmeliydi. İnsanlar aşkı belirli kurallar çerçevesinde yaşamalıydı. Düzen ve istikrar korunmalı, aşk dizginlenmeli, hattâ yok edilmeliydi. Evlilik icat edildi.







CADI

Karanlık ortaçağ köyünde iyi kalpli bir kadın harap kulübesine sığınan kedileri sahip olduğu az miktarda yiyecekle beslerdi. Köylüler arkasından fısıldayarak, şüpheyle "Neden bütün kediler ona geliyor?" derlerdi. "Ve gülleri neden donda bile çiçek açıyor?"
Bir akşam yıldırım çarpması ile köyün değirmeni ve kış boyunca yetecek tahıl depoları yandı. Köylüler suçlayacak birini aradılar.
 "Kedici kadın olmalı," dedi fırıncının karısı tespihini sıkıca tutarak. "O yaratıklarla konuşuyor!”
Suçlamalar hızla yayıldı. Aralarında bir cadıya tahammül edemezlerdi. Güneş doğmadan kalabalık kapısını çalıp onu sürükledi. Köy meydanında bir kazığa bağladılar, ayaklarının altına odunları yüksekçe yığdılar. 
Alevler yükselirken, kediler ormana dağılarak birer birer kayboldular. Baharda ekinler verimsiz oldu ve değirmen yeniden inşa edildiğinde tekrar çöktü.
Köylüler bir lanetten bahsettiler, ama kimse onun adını söylemeye cesaret edemedi. Ormanda fısıldayan rüzgar, onun sesini taşırdı: "Ben hiç kimsenin yapmadığı iyiliği yaptım ve sen bana ateşle karşılık verdin."
Ve geceleri dolunayda, kediler suçluların kapılarında belirir, gözlerini kırpmadan bakarak onlara zulmün bedelini sessizce hatırlatırlardı.







SÖMÜRGE

Gemilerle geldiler. Gözleri, toprağın altında yatan altını görüyor fakat yerlilerin gözlerindeki çaresizliği görmezden geliyordu. İnsanları zincire vurup pazarlarda satacak, madenlerde, tarlalarda çalıştıracak, zenginliklerine sahip olacak ve onlara medeniyeti öğreteceklerdi. Köylerin yerle bir olduğu topraklarda, köleleştirilmiş zihinler dillerini unutuyor, kendi değerlerini sorgulamaya başlıyordu.
Sömürgecilik nesiller boyu sürecek bir zulüm biçimiydi. Dünyayı ikiye ayırmış, bir bölümünü yoksul ve bağımlı, diğer bölümünü zengin ve gelişmiş ülkeler olarak şekillendirmişti.
 
 





BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI 

Güneş tozlu sömürge ofisine vuruyordu. Masanın üzerindeki eski haritada kanla boyanacak topraklar işaretlenmişti. Kıtaları paylaşmada erken davrananlar ve geç kalanlar gerginlik içindeydi. Fabrikalar durmaksızın savaş makineleri üretiyor, büyük devletler ittifaklarını kuruyor, ordular sınırlarda hazır bekliyorlardı. Bir kıvılcım barut fıçısını tutuşturacak ve en karanlık gecede insanlığın en kötü yanları ortaya çıkacaktı.
Yeni topraklara yayılma hayalleri savaşın alevlerini körüklüyordu. Hiç kimse, bu alevlerin yalnızca daha büyük bir karanlığın habercisi olduğunu bilmiyordu.







İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 

Ulusunun korkularını ve nefretini çarpık hayalleriyle besleyen adamın hırsı, yalnızca bir ülkeyi değil, dünyayı yutmak istiyordu. Güvenlik peşinde kıtalara yayılan ittifaklar kurulmuştu. Dünya yanıyordu. Şehirler küle döndü, insanlar yurtlarından sürüldü, korku, en ücra köşelere kadar yayıldı.
Sonunda, hiç olmaması gereken oldu. İki şehir, yüz binlerce insanla birlikte mantar biçimli toz bulutunun içinde yok oldu. Artık insanlık, tarihte eşi benzeri görülmemiş en korkunç silaha sahipti ve bunu kullanmaktan çekinmeyecek kadar derin bir ahlâki çöküş içindeydi.








İLERLEME

Savaşlar sırasında düşmandan önce davranma telaşıyla haberleşme ve silah teknolojilerinde büyük buluşlar yapıldı. Telgraf, radyo, makineli tüfekler, kimyasal silahlar, uçaklar, denizaltılar ve tanklar geliştirilip kullanıldı. En büyük ilerleme ise tıp alanında oldu: Yanan, parçalanan bedenleri onarmak için yeni yöntemler bulundu, ilaçlar icat edildi. Plastik cerrahi eriyen yüzleri onardı, kopan uzuvların yerine protezler takıldı. Fakat parçalanan milyonlarca hayat hiçbir zaman onarılamadı.







DÜZEN

.
Zihninde adil, barışçı ve eşitlikçi bir dünya düzeni tasarlıyordu. Kuralları o koyacaktı, bütün dünya uyacaktı, uymayanlar zorla hizaya getirilecekti. 
Uzun izmler listesinde dünya görüşleri birbiriyle çatışıyordu. Özgürlük ve barışı hepsi istiyordu. Sıra serveti eşit şekilde paylaşmaya gelince çuvalladılar. Herkes eşit zekâya, kuvvete ya da yeteneğe sahip değilken eşitliğin zorunlu kılınması özgürlükleri yok ediyor, ütopya çöküyordu. Farklılıkları yok etseler adalet çöküyordu.
Boş bir sayfaya geçti, yeniden düşünmeye başladı.







SAVAŞ 

Piyasa durgundu, kârlar azalıyordu. İki büyük güç arasında bir savaş başlatmanın neredeyse imkansız olduğunu biliyorlardı, küçük ülkelerdeki fırsatları araştırdılar. 
Birçok yerde çözümlenmemiş çatışmalar vardı, iki tarafa da silah akıttılar, talebi artırmak için şiddeti körüklediler, askeri danışmanlar ve paralı askerler bile sağladılar. 
Ölü sayısı milyonlara ulaşırken, kârları hızla artıyordu.
Yerle bir olan şehirler küllerinden doğacak, hayatlar yeniden kurulacak ve sonraki savaşlara geçilecekti.





ŞEHİT 

Omuzlarda bayrağa sarılı gitti 
Bir genç kızın hayalleri.





YAĞMA

Savaştan önce bol miktarda yiyecekle dolu olan raflar bomboştu. Açlıktan gözleri dönmüş insanlar birkaç konserve için kavga ediyorlardı. Genç bir anne kucağında bebeği ile dehşet içinde onları izliyordu, zayıf yapısı ile kaslı adamlarla boy ölçüşemezdi. Bir kutuya uzanmaya çalıştı ama iri yarı bir adam onu yere düşürdü. Yaşlı bir çift yüzlerinde korku ve yorgunlukla molozların arasında sendeleyerek yol almaya çalışıyordu. Dalgalanan kalabalık ekmek alabilmek için yaşlı adamı ezip üzerinden geçti. 







SİLAH YARIŞLARI 

Füze gökyüzünde sessiz bir kıyamet habercisi gibi ilerledi, hedef anında buharlaştı. Hiçbir uyarı, hiçbir savunma yoktu. 
Dünya haberi dehşet içinde izledi. Bir devlet daha hipersonik silahlanma yarışına katılmıştı. Aklına esenin her yerde, her zaman saldırabildiği bir dünyada silah kontrol anlaşmaları etkili olamazdı. 
Yeni bir Soğuk Savaşta tek bir yanlış hesaplama, bir panik anı, küresel bir yangını tetikleyebilirdi. Bir zamanlar umutla dolu olan gelecek, şimdi silahların kasvetli gölgesi altında kararmıştı.







İHANET

"Ne ilgisi var?" dedi kadın, sinirlenmişti. Sırtındaki kürkle soyu tükenen hayvanlar arasında hiçbir ilişki görmüyordu. Doğa, onun dilediği gibi kullanacağı sonsuz bir kaynaktı. Mutluluğu daima vitrinlerde aramış, beş çocuğunun gezegene getireceği ek yükü aklına bile getirmemişti. İçinde var olduğu doğaya savaş açmış bilinçsiz bir canavar gibiydi, kendi yuvasına ihanet ediyordu. 
Çocukluğunun ormanları şimdi çöle dönmüştü. Kuraklıkla birlikte kıtlık ve yiyecek sıkıntısı başladı. Pahalı spor arabasıyla marketlerde su aramaya giderken üşüdü, klimayı kapattı. Hâlâ “Ne ilgisi var?” diyordu.






GÜÇ 

İnsanlar ondan korktukça kendi gücünü anlıyordu. Oysa çocukluğunda ne kadar zavallıydı! Güçlenince özgüveni artmıştı. Başkalarının görüşleri önemsizdi, onları anlamak da gereksizdi. Artık yasaların üstündeydi. Yenilmezdi, ama yine de herkesten şüpheleniyordu. Endişelenen devletler ona karşı birleştiler. Geriye sadece küller kaldığında onu yapayalnız titrerken buldular. Gücün çarpıttığı aklı onu terk etmişti. Boşuna savaşmışlardı, o kendi deliliğine yenik düşmüştü.






AŞK

Birbirini seven iki genç, ailelerine ve geleneklerine meydan okumuş, kovulmuşlardı. Uzakta yeni bir hayat kurarken aşklarının bütün sınırları aştığını ve her şeyi feda ettiklerini biliyorlardı. 
Bu aşkı yasaklayanlar ise kendilerini şu soruyu sorarken buldular: Aşk nedir? Neden her şeyin önüne geçiyor? Hayatlarımız üzerinde neden bu kadar derin bir etkisi var? Bilmiyorlardı ki aşk her engeli aşar, çünkü türün hayatta kalmasını sağlamakla görevli evrimsel sürecin bir parçasıdır.







FEDAKÂRLIK 

Kazadan sonra doktorlar adamın altı aydan fazla yaşayamayacağını söylediler. Sonraki otuz yıl boyunca hareketsiz yattı. İnsanlar onun herşeye rağmen mutlu ve iyi göründüğünü söylüyorlardı. Müzik dinliyor, kitap okuyor, film izliyordu. Arkadaşlarıyla sohbet ediyor, gülüyor, eğleniyordu. Hattâ bu hayattan biraz zevk bile alıyordu. Çok iyi bakılıyor, seviliyordu. Eşinin yardımıyla hayatını sürdürmeyi başarmıştı, onun hayallerinin pahasına…








AİLE

İki dişi kırılmış, parçalar kan damlaları ile birlikte yere saçılmıştı. Onu yumruk darbesinden daha fazla sarsan şey, evlenmeden önce önünde diz çöküp yalvaran adamın değişimi idi.
Aile, insanın en yakınlarından sevgi ve anlayış bulacağı yerdi, şiddet ve eziyet göreceği yer değil. Ama babası bile ‘Hak etmişsin’ dediğinden beri kimseden destek beklemiyordu. Herkes elbirliğiyle erkek egemenliğinin duvarlarını örüyordu.






MUTLULUK 

Mutluluk bir anlıktı, yaşandı bitti 
Bir daha yaşanmadı, anısı da yetmedi, silindi gitti.






KAYIP KÖPEK 

Sahibi Kurt'un eve döndüğünü görünce gözlerine inanamadı. Bir aydır aramadıkları yer kalmamıştı. Köpek bitkin, zayıflamış, ayaklarının altları parçalanmış halde köşesinde yatıyordu. Veteriner hekim ayaklarını tedavi ederken yerinden kalkmadı ve günlerce uyudu. Televizyonda deprem bölgesinden haberleri görene kadar ne olduğunu anlamadılar. Deprem günü esrarengiz bir kurt köpeği ortaya çıkmış, yüzlerce enkazı kazmış, çok sayıda insanı kurtarmıştı.







MASAL

Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, ömürlerinin sonuna kadar mutluymuş gibi görünmeye çalışmışlar…
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!






CESARET 

Sel suları yoluna çıkan herkesi yutarken, yalnız bir kişi tehlikeye atılarak insanları kurtarıyordu. Diğerleri eşlerini, çocuklarını bırakamıyordu, o ise korkmuyordu, özgürdü. Arkasında kalacak bir eş veya çocuk, ölümüyle yıkılacak anne, baba, kardeşler yoktu. Yalnızlığı en büyük gücüydü. Azgın çamurlu sulardan insanları çıkarırken, “Demek sebebi buymuş.” dedi. Aileden daha değerli bir şeyi, dünyadaki yerini ve amacını bulmuştu. 





ŞÜPHE

Şüphe beynini kemiriyordu. “Kesinlikle beni terk edecek” diyordu, “kadınlara güven olmaz.” Geçmişi ihanetler ve tutulmayan sözlerle doluydu, çalkantılı bir evde büyümüş, her şeyi ve herkesi sorgulamayı öğrenmişti. Tartışmalar, yargılamalar, suçlamalar aşkı yıpratmaya başladı. Hasar onarılamayacak kadar büyüyordu. Yavaş yavaş kadını kendinden uzaklaştırıyor, adeta onu terk etmeye zorluyordu. Kadın gittiğinde, "Şüphelenmekte haklıymışım" dedi, bilgiç bir tavırla.





GEREKÇELER

Kuş özgürlüğe uçtu, kanatları güçlenmişti. Genç kız onu iyileştirmişti. Yeniden uçabilen kuşun sevincine tanık olunca, hayvanların da insanlar gibi acı ve mutluluk hissettiğini anlamıştı. İnsanlar, hayvanları kullanmak için asılsız gerekçeler uyduruyorlardı. 
Kırbaçlanan yarış atının acı duymadığını iddia eden adama dönerek, "Bu doğru değil," dedi. Bu kez sessiz kalmayı reddetmiş, suç ortaklığını bozmuştu.






VEGAN 

Biz belki sessiz çığlıklarını duymadığımız bitkileri yiyoruz ama siz öldürürken ağladığını gördüğünüz hayvanları yiyorsunuz.





YANILGI 

Babasını üç yaşından beri görmemişti. Yirmi yıldır hapiste olan katil adamı görmek de istememişti. Hukuk fakültesi bittiğinde nihayet içindeki merakı yenemeyerek araştırmaya başladı. Eski fotoğraflarda, oğlunu korumak için kendi hayatını feda edebilecek kadar seven genç bir adamın gülümseyen yüzüyle karşılaştı. Araştırma derinleştikçe şaşırtıcı gerçekler ortaya çıktı. Görüşme gününde ikisi de gerçek suçlunun kim olduğunu biliyordu. Babası sadece, “Bir gün anlarsın.” dedi.







FAYDA 

Çocuk, eve sevimli bir hayvan getirmişti. “Bize ne faydası var?” dediler. “At onu!”
Herkesin kendi hayatını, doğanın bir parçası olarak özgürce ve birbirine fayda ya da zarar vermeden yaşayabileceği bir dünya kurulacak mıydı? Yaşam fayda üzerinden değil, varoluş üzerinden değer kazanmalıydı. 
Yangın çıktığında, çocuk hayvanı kurtarmak için alevlerin arasına girdi, dumanı soluyarak bayıldı. Hayvan da tehlikeye aldırmadan çocuğu yakasından tutarak çekip çıkardı. İkisinin arasındaki derin bağı gördüler. Sevgi ve dostluk fayda hesaplarının üstesinden gelmişti. 







AVCI

Avcı, geyiğin düşmesiyle, zaferin tanıdık coşkusunu hissetmeyi bekliyordu. Ancak bu kez sadece kayıp giden bir hayat gördü ve son nefesinde bile yaşamak için çırpınan diğer hayvanları hatırladı. Yeni bir duygu ile kapanlardaki hayvanları serbest bıraktı, hayata dönmelerini izledi. Geçmişi değiştiremezdi ama geleceği şekillendirebilirdi. Vahşi doğa artık avlanılacak bir yer değil, ömrünün sonuna kadar koruyacağı bir yuvaydı. Fakat kapandan kurtulmak için kendi ayağını ısırarak koparan tilkiyi unutamadı.





YAZILMAYAN 

Anlatacak bir öyküsü vardı. Başyapıtına başlamak için oturduğunda, uzun zamandır içinde yaşayan kitabı hemen kâğıda dökeceğini sanıyordu. Ancak günler haftalara, aylar yıllara dönüştü ve hayali gerçekleşmedi. Boş sayfalara her baktığında, babasının içindeki yazarı susturan sözleri kulaklarında yankılanıyordu: "Bırak bu işleri, evlenip çoluk çocuğa karış!"
Ta ki babasının ölümünden sonra, eşyalarının arasında gizlenmiş eski notları bulana kadar…






İŞKENCE 

Aylar süren işkenceden sonra serbest bırakılmıştı ama geçmişi hiçbir zaman onu serbest bırakmayacaktı.
Bedenindeki izler, ruhundaki yaraların yanında önemsizdi. 
İnsanlık onuru, haysiyeti ayaklar altına alınmış, 
akla hayale gelmeyecek bir zulme maruz kalmıştı. Biliyordu ki başka ülkelerde başka insanlar da aynı karanlık işkence odalarında kayboluyordu. Bu, insanın insana yaptığı en büyük kötülüktü.
Artık inançları ve hayalleri yoktu, özgür olduğunu düşünse de daima öfkesinin ve nefretinin tutsağı olarak kalacaktı.





PENCERE 

Küçük çocuk yüksek katlardan birinde pencere kenarında oturur, dışarıyı seyrederdi. Beton yığınlarının arasından binlerce araç akardı. Sel gibi hışımla geçen arabalar bazen bir kediyi, bazen de bir köpeği ezerdi. Bunlar olağan şeylerdi. Fakat oyuncağını aşağıya düşürdüğü zaman büyük bir paniğe kapıldı. Kaldırıma çarpan oyuncak paramparça olmuştu. Üzülmesin diye hemen yeni bir oyuncak alındı. Yeni oyuncağıyla oynarken eskisini unutmuştu bile.






ZİHİN 

Zihinsel faaliyet en zor işti. Beynin çalışıp yorulması kolların, bacakların yorulmasından daha ızdıraplıydı ama toplumun büyük kısmı bunu yapmadığı için bilmiyordu.




AKIL

Akıllarını nesilden nesile aktardılar. En sonunda hiçbir şey kalmamıştı.





TUTKU

Bir adım geri çekilip resme bir kez daha baktı.
İlk defa kimseyi etkileme çabası olmadan, beğeni ve onay beklemeden, sadece kendisi için bir eser yaratmanın sevincini yaşıyordu. Çocukluktan kalan övülme ve sevilme ihtiyacı ile hep başkalarının onu mutlu etmesini beklemişti, fakat artık kendi yeteneklerinin ve özdeğerinin farkındaydı. Önemli olan başkalarının ona değer vermesi değil, kendi değerini bilmesiydi. Mutluluk, tutkularını gerçekleştirmekti.






ADALET

Köpek, kırılan kaburgalarına rağmen bahçeyi var gücüyle kazıyordu. Güvenli bir sığınakta saklanmak zorundaydı. Sahibi, korkulan ve nefret edilen bir adamdı. O sevgi dolu bir köpekti, fakat onu kurtaran karısının aksine adam şiddetli tekmelerle öfkesini ondan çıkarıyordu. Bu zalim adamın sonunu kim getirecekti?
Daha da derine indi, ta ki aylar önce kaybolan kadının kemiklerine rastlayana kadar.







MİRAS

Olay aydınlanırken herkes şaşkınlık içindeydi. Miras üç kardeş arasında eşit paylaştırılmamış, ortanca ile en büyük çocuk, fazla pay alan küçük kardeşi kaza süsü vererek yok etmişlerdi. En büyük çocuk da ortancanın kendisini ele vermesinden korkarak öldürmüş, sonra intihar etmişti. 
Babaları onları sınamak için vasiyetinde bir oyun oynamış, bir zamanların mutlu ailesi açgözlülük yüzünden yok olmuştu. 







ÖFKE

Hayvanın boğazını kesti, derisini yüzdü. Kemiklerini kırarken, “Fazla direndin, bunu hakettin!” dedi öfkeyle. Hiç acımıyordu, alt tarafı bir hayvandı, düşünemez, konuşamazdı. Hem kendisini haklı çıkaracak gerekçesi hazırdı: her şey insan için yaratılmıştı. “Önce insan!” dedi. Yoksulluğunu, çaresizliğini bir an için unutmuştu, hayvanı satırla parçalara ayırırken sanki dünyanın hâkimi olmuştu. İşi bitince oturdu, kasaptan alacağı parayı hesapladı. 





LİMAN 

“Bu kez bağlanmayacağım” dedi yaşlı kadın. “Burası geçici yuva, haberin olsun.” O kaçıyor, yavru köpek anlamıyor, ayaklarına yapışıyordu.
Zaman geçiyor, bir karar vermesi gerekiyordu. Daha önce bu yoldan geçmişti; sevdiği birini kaybetmenin acısını çok iyi biliyordu. Kendisi gittikten sonra köpeğin de bu acıyı çekmesini istemiyordu.
Sevgi risk almaya değer miydi? Yapraklar bir bir dökülmüştü.
Yavru köpek yeni ailesiyle birlikte giderken gülümsedi. Doğru kararı vermişti. Bazen sevgi güvenli ama geçici bir limandı.






ÖĞRETMEN 

Ünlü yazar, ödül töreninde yaptığı konuşmada çalışmalarını anlattı. Yazma tutkusunu keşfettikten sonra hayallerinin peşinden gitmiş ve topluma anlamlı katkılarda bulunmak için çok okumuş, kendisini geliştirmişti. Eserlerinin derinliği ve özgünlüğüyle tanınıyordu.
Okurları hayranlıkla dinlediler, coşkuyla alkışladılar. Hepsi, kitaplarını ezbere biliyordu. O ise hâlâ, kırk yıl önce köy okuluna çuvallarla kitap taşıyan gencecik güzel öğretmeni düşünüyordu.






KAFESTE

Kafese konmuş vahşi hayvan tek başına döner, durur. Her gün yeniden parmaklıkları sınar; gözünün feri sönmüş, eli ayağı kanar. Sanki bedenini parçalar, yırtar, ona tek çözüm yavaş yavaş intihar... 
O kafes bir aynadır, bize bizi gösterir: Bakın ne kadar da zeki ve güçlüyüz, tüm canlılar bize esir, biz en büyük, biz en mühim, biz en üstünüz! Gün geceye karışır, insanlar gelir geçer, kafese konmuş vahşi hayvan tek başına döner durur…





KIRILGAN 

Çocuğun katili bulunmuştu fakat ona en ağır cezayı veren adalet kimseyi rahatlatmamıştı. Onları bir arada tutan güven paramparça olmuştu. Artık birbirlerine şüpheyle bakıyorlardı. Karşılaştıkları gerçek, cinayetin dehşetinden daha ağırdı: Korktukları vahşi hayvanlardan farklı değillerdi. Medeniyet ilkel içgüdülerini yok etmemişti. İnsanlık ile vahşet arasındaki ince çizgiyi gösteren varoluşsal yara iyileşse de, içlerindeki karanlığın hatırlatıcısı olarak izi kalacaktı.







HASSAS İÇERİK 

Zulüm görüntüleri aklından çıkmıyordu. Hiçbir şey yapamayacağını hissettiğinde zulümle yüzleşmekten kaçmıştı. Bu sorunlardan kaçınmanın kendi iyiliği için gerekli olduğuna inanmış, uzak durmuştu ancak içten içe eylemsizliğin suçluluğuyla mücadele ediyordu. Kimsenin acısıyla bağ kurmak istememişti fakat şimdi kendi insanlığını sorguluyordu. Onu kemiren suçluluk duygusu her geçen gün daha da arttı. Dikenli tellere takılmış bir kuşu kurtarırken bir fark yarattığını gördü. Kuş uçarken, o da özgürleşti.








CEZA

“İyi bir aile babası olan komşunuz, ya da masum görünüşlü bir hemşire, soğukkanlılıkla cinayet işleyen bir katil olabilir.” dedi haber sunucusu. “Akıl hastalıkları artıyor. Sosyal medya etkileşimi arttıkça yükselen beklentiler kişinin sürekli karşılaştırma yapmasına yol açıyor. Yetersiz insanlar, başka hiçbir yetenekleri olmadığı için diğerlerini öldürerek kendilerini kanıtlamaya çalışıyorlar.” Profesör televizyonu kapattı, ceketini giydi. Sunucu cezayı hak etmişti.







İNTİHAR

O sabah fakülte binasına girer girmez aldığı haber karşısında şaşkınlıktan donakalmıştı: “Nasıl olur, nasıl intihar eder? Gayet iyi görünüyordu, sınıfta en yüksek notları alan öğrenci oydu. Zekiydi, başarılıydı...” Genç öğretim üyesi ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Çatıdan atlayan öğrenci sık sık onun odasına gelir, bir saat sohbet ederlerdi. Ailesini, hayatını anlatırdı, hiçbir problemi yoktu. Hiçbir öğrencisi bu kadar sık gelip onunla konuşmazdı. O ise neredeyse her gün gelir, bir şeyler anlatırdı. Neredeyse her gün…





EŞİTSİZLİK 

Şişman yavru, iyice irileşmiş cüssesi ile kardeşini ezip önüne geçiyor, kendi tabağından önce onun tabağına saldırıyordu. Kadın, kardeşinin yarısı kadar kalmış küçük köpeği ayrı bir yerde doyururken düşünmeden edemedi: Belki zengin ve yoksul insanlar arasındaki uçurumun nedeni de bu açgözlülük, bu bencillikti. Üstelik doğanın kurallarına ek olarak insanlar eşitsizliği perçinleyecek toplumsal yapıyı da inşa ediyorlardı.






YOKSULLUK 

Oyuncak çok pahalıydı, alamadılar. Çocuk o gün büyüdü.



 


KİMSESİZ 

Artık kimseye güvenmiyordu, kendi ayaklarının üzerinde durmalıydı. Büyük bir ailesi, geniş çevresi vardı fakat en zor zamanında hiçbiri ona inanmamış, savunmamıştı. Çevresindeki kalabalığa rağmen iftiralarla tek başına mücadele etmiş, suçsuz olduğunu kanıtlamıştı. Fakat beklediği destekten yoksun olmanın getirdiği çaresizlik içinde yapayalnız kalmak ona ağır gelmişti. En yakınlarının ihanetine uğramıştı. Asıl kimsesizlik buydu.






ŞANS

Hurdacı, adamın şık kıyafetine, pahalı arabasına bakıp şaşkınlıkla sordu: “Elli yıllık eski motoru ne yapacaksınız? Defalarca bozulup tamir edilmiş, artık çalışmaz.” Adam, yatağa aç girdikleri için ağlayan annesini, tamirci çırağı olduğu günlerin yoksulluğunu, bir gün şans eseri fabrikada bozulan eski motoru tamir ettikten sonra nasıl ünlendiğini, ekip kurup işini hızla büyüttüğünü düşündü. Motoru kucaklayıp götürdü.





İFTİRA

Gerçek suçlu yakalanmış, iftira asılsız çıkmıştı. Fakat bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Suçsuz olduğunu bilseler de, eski dostlarının bakışları kuşkulu, duruşları artık hep mesafeliydi. Geveze bir kadın sadece bir tahmin yürütmüştü, niyeti onu suçlamak değildi. Fakat sözleri hızla yayılmış, kontrolden çıkmıştı. Bir anlık düşüncesizlik bir insanın hayatını mahvetmişti ama artık geri dönüş yoktu…






NEFRET

Dükkanın camları taşlanmış, duvarlara nefret sözleri yazılmıştı. Kırık camlar tamir edilse de ruhlarında açılan yara iyileşmeyecekti. Çünkü çoğunluk sessiz kalarak suçu onaylamıştı.
Milyonlarca yıl boyunca, yeni ve alışılmadık olan her şey hayati tehdit olarak algılanmıştı. Korku insanların hayatta kalma şansını artırmıştı. Fakat bilinmeyene duyulan korku, zamanla nefrete dönüştü. İnsanlar başkalarının korkusu tarafından tanımlandılar ve cehalet tarafından işaretlendiler; sadece farklı oldukları için dışlandılar ve düşman ilan edildiler. Anlayıştan uzak, içgüdüsel bir tepkiydi bu - güvensizlikten beslenen ilkel bir korku.







HASET

Gudubet, yanındaki kazuletin kulağına fısıldadı: 
“Hıh, ben de sarışın mavi gözlü olsaydım o ödülü alırdım!”
Kazulet onayladı: “O kadar makyaj yapıp kırıtsaydım ben de ödül alırdım!”

Sahnede ödülün sahibi gururla konuşuyordu: “Bu başarı tüm kadınların zaferidir! Bu ödülü almamda büyük katkıları olan arkadaşlarıma teşekkür ederim. Onların sayesinde çok çalıştım. Dış görünüşümle değil zekâmla ve emeğimle yükseldiğimi onlara kanıtlamam gerekiyordu!”






BARINAK

Havada asılı ağır çürüme kokusu soğuk betonda yankılanan inlemelere karışıyordu. Dehşetin kaynağı barınağın duvarlarında değil, umursamayı unutmuş kalplerdeydi. Yavaş yavaş kayıtsızlıkları çözüldü. Yalvaran gözlerin ardındaki inkâr edilemez duyarlılığı görmeye başladılar. İnsanları bu zulüme iten neydi, güç açlığı mı, sevgisizlik mi, yoksa sinsice nesiller boyunca aktarılan, bu canlıların tek kullanımlık nesnelerden daha fazla değer taşımadığına dair, hiç sorgulamadan kabul ettikleri bencil inanç mı? Tüm yaşamları boyunca, hayvanların daha aşağı varlıklar, kullanılacak araçlar, yenilecek yiyecekler, kontrol edilecek zararlılar olduğu öğretilmişti. Ama şimdi şüpheyle sarsılıyorlardı: Ya kendilerine öğretilen her şey yanlışsa?







KOPUŞ

“Hayvansever olduğunuzu söylüyorsunuz ama et yiyorsunuz?”
Kadın çok şaşırmıştı:
“Aa, ne ilgisi var?”
“Öldürülürken hayvanların nasıl korktuklarını, acı çektiklerini görseydiniz yemezdiniz. Zaten bu yüzden mezbahaları gözden uzak yerlere yapıyorlar, kimse görmesin diye.”
“Yoo, biz yetiştirdiğimiz hayvanları kendimiz kesip yiyoruz.
 “Nasıl kesiyorsunuz, hiç acımıyor musunuz?”
 “Bizim hayvanlarımız sevgiyle büyüyor, onlara çok iyi bakıyoruz."
“Anlamıyorum, sevdiğiniz bir hayvanı nasıl kesip yersiniz?
“Ne ilgisi var? Hem severiz, hem keseriz. Dün de kuzulardan birini kestik, eti gayet lezzetliydi.”
“...!”






DENEY

Laboratuvardan son kez uzaklaşırken, kararından dolayı gurur duyuyordu. İşini kaybetmişti ama insanlığını korumuştu. 
Maymunun görüntüsünü aklından çıkaramıyordu. Hayvanın acıyla kasıldığını görünce işinin doğasını sorgulamaya başlamıştı. Onu hâlâ rahatsız eden çığlıklar, bilim adına tanık olduğu dehşetlerin acımasız bir hatırlatıcısıydı. Gerçekten tek yol bu muydu?
Bilim dünyası değişime direniyor, insan çıkarlarını her şeyden üstün tutmaya devam ediyordu fakat insan ilerlemesinin büyük bir bedeli vardı. Bir canlı topluluğunu alt tür olarak tanımlamak sınırsız zulmün kapılarını açıyordu. 







HAYVANAT BAHÇESİ 

Kapılar açıldı, insanlar hayvanat bahçesinde fotoğraf çekmek için kafeslere akın ettiler. Hayvanları dürtüyor, neden oldukları acılardan tamamen habersiz son moda giysileri ve son model telefonları ile gülerek poz veriyorlardı.
Evde kedilerine ve köpeklerine şefkat gösteriyorlardı, fakat ne müebbet mahkûmu maymunların kırgın umutsuzluğunu ne de köşeye çekilmiş aslanın sessiz çaresizliğini görüyorlardı. Empatilerinde de markalarında olduğu gibi seçiciydiler.







TAVUK ÇİFTLİĞİ

Basın toplantısı başarılı olmuştu. Tavuk çiftliği zulmüyle ilgili haberler hızla yayılmış, insanlar sıkışık kafesleri, kıpırdayamayan hasta ve yaralı hayvanları, yerleri kaplayan pisliği görünce üzülmüşlerdi. Herkes, ‘Para için bu zulüm yapılır mı?’ diyordu. Aktivistler umutluydu, belki halkla birlikte tüm canlılar için daha iyi bir dünya yaratılabilirdi.
İşçiler, “Evet, hayvanlar perişan durumda, ama biz neyle geçineceğiz?” diye sormaya başladılar. Çiftliğin sahipleri yöntemlerinin hem etik hem de insani olduğunu iddia ettiler. Çiftliğin kasabaya getirdiği ekonomik faydaları anlattılar, yerel halka iş ve refah vaat ettiler. Ve hiçbir şey değişmedi.







GELENEK 

Deve güreşinin çok eğlenceli olacağını söylemişlerdi fakat çocuk hayvanları görünce dehşete kapıldı, sopalarla dövüşmeye zorlanan hayvanların korkudan gözleri kocaman açılmış, nefesleri kesilmişti. Çocuk insanların nasıl bu kadar zalim olabildiklerini ve tam önlerinde yaşanan acılara nasıl göz yumabildiklerini anlayamıyordu.
Kasaba halkı, hayvanların yüzlerine kazınmış acı ve korkuyu görmüyor, eğleniyordu. Siyasetçiler de oy için onlara katılmışlardı. Geleneklerine bağlıydılar, zulüm kültürü uzun süre değişime direnecekti.






ÇOCUKLUK 

Her gün kendisini tıpkı annesinin yaptığı gibi çocuklara bağırırken buluyordu. Hikâyesi, anne ve babası tarafından yazılmıştı. Dışarıdan bakıldığında sakin bir aile iken kapalı kapılar ardında sürekli tartışmalar ve kavgalar vardı. Kim bilir kaç nesil şiddetin sıradan olduğu bir evde büyümüş, kendi geçmişinin esiri olmuş, öfke ile bastırılmış duygularını miras bırakmıştı.
Huzurlu ve neşeli bir ev istiyordu fakat bu döngü kaçınılmaz görünüyordu. Hikâyesini yeniden yazabilir miydi?





KISKANÇLIK 

Âşıkları çevreleyen kıskançlık havaya yapışan bir sis gibi gözle görülebiliyordu. Onlar ise izleyenlerin çaresizliğiyle alay eder gibi umursamaz bir neşe içindeydiler. 
Bazıları kötü sözler fısıldayarak ışıklarını söndürmeye çalıştılar. Onların mutluluğuna ortak olmak yerine kendi eksikliklerine takılıp kalmışlardı. Kıskançlık onları karanlık bir dünyanın içine çekmiş ve içlerindeki güzelliği yok etmişti. Hayatlarını başkalarının mutluluğunu engellemeye çalışarak tükettiler.








ZENGİN 

‘Paramla rezil oluyorum!’ diye bağırdı. Adanın sakinleri olan kaplumbağalar ağır ağır başlarını salladılar.
En çılgın hayallerinin ötesinde zengin olmuştu. Hayatta tek amacı zengin olmaktı. Gözleri parayla doluydu, her şeyi para ile ölçüyor, hep daha fazlasını istiyordu. Başkalarının cesaret edemeyeceği riskler almış, hile yapmış, çalmıştı. Paranın her şeyi satın alamayacağını, özel uçağı ıssız adaya düşünce anladı. 






TERK

Karanlıkta küçük, titreyen bir gölge belirdi, keçeleşmiş tüylerinin altından kaburgaları sayılıyordu. Gözleri karanlık bir kuyuda kaybolmuş gibi çukurlaşmıştı. Bütün köpekler gibi o da arkadaşlık için doğmuştu ama şimdi yapayalnızdı.
Bir zamanlar sevilmişti. Yoksa sevilmemiş miydi? Adı neydi? En son ne zaman sevinçle kuyruğunu sallamıştı, hatırlayamıyordu. Yüzyıllardır insanlarla kurdukları kadim bağ... Gerçekten karşılıklı mıydı?
İlk zamanlar yuvasına geri dönebilmek için ne çok mücadele etmişti! Sonra yılmış, kederli ve derin yalnızlığına sessizce razı olmuştu. O artık atmayan bir kalp, ne olduğunu anlayamadan sürüklenen bir ruh, yaşayan bir ölüydü. Kimse bilmedi, kimse görmedi; gökyüzünden inen binlerce gözyaşının altında gözden kayboldu, gitti.







SAĞLIK 

Hastalık hayatını durdurmuştu, işinden ayrılmış, eve kapanmış, herşeye yeniden başlamak için iyileşmeyi bekliyordu. Yeni bir ilaç çıkmıştı, firma, hastalığı kökünden tedavi edeceğine söz veriyordu. Çok pahalıydı ama çaresiz aldılar. İlacın etkisiyle iyileşmeye başladıysa da hastalığı tam olarak geçmedi. Üstelik yan etkileri vardı. Bir süre sonra, aynı firmanın yeni bir ilacı piyasaya çıktı. Önceki ilacın yan etkilerini tedavi edecekti. Hasta iyileşmedi, daha kötüye gitti. Nedense ilaç firmalarının ürettiği her yeni ilaç yeni bir hastalığa yol açıyordu. 






İNTİKAM 

Tekmelenen kedinin intikamı ağır ve büyük oldu. Yalnızca tırmalamakla yetinemezdi. Yatağın altına gizlenmiş kanlı giysiyi çıkarıp kalabalık salonun ortasına taşırken kuyruğunu gururla havaya dikmişti.






YENİDEN 

Her şeyini kaybetmişti. Yeni başlangıçlara yer açmak üzere hayatın bir evresi sona ermişti. Fırtına büyük bir değişimin işaretini veriyor, ölü dalları temizliyordu. Fikirlerini, değerlerini, önceliklerini yeniden düzenleyecekti. Belki başka bir şehir onu kurtarabilirdi. Hem, bir tohumun büyümek için yalnız güneş ışığına değil yağmura da ihtiyacı vardı. Yağmur fırtınayla gelecek, sonunda güneş tekrar parlayacaktı. Ama insanlar ısrarla ona geçmişi hatırlatmaya devam ediyorlardı.






KADIN 

O gün pembe ruju seçti. Aynada gözleri parlıyordu. Hayatı boyunca bu anı beklemişti. ‘Kızlar mühendis olamaz!’ demişlerdi fakat her engel onu biraz daha güçlendirmişti. Çocukluğunda kendisini yetersiz hissettirenleri, evden kaçıp gizlice üniversiteye kayıt olduğu günü, sessizce garipseyen bakışları düşündü. Roketin motorları çalıştı. Cam tavanı da kırıp yükseklere fırlamıştı. Gülümsedi, evren yalnız erkeklere ait değildi. 







DOLANDIRICI 

Adam, büyük kârlar vadeden yatırım fırsatına balıklama atladı ve tüm birikimini yatırdı. Bu fırsatı kaçıramazdı. Ancak, çok geçmeden dolandırıldığını anladı. Yatırımın arkasındaki kişiler, onlara kazandırdığı yüksek getiriyi bildiren bir not yazmışlardı. Adam, notu imzalayan isimleri görünce gözlerine inanamadı: Bunlar, onun yıllar önce dolandırmış olduğu kişilerdi. Onlardan çaldığı parayı kat kat fazlasıyla geri almışlar, teşekkür ediyorlardı.





OBEZ

Tartıya bir kez daha çıktı. Cipsler hemen fazla kilolara dönüşmüştü. “Daha kalın bir zırh…” diyerek güldü. “Artık kimse beni yaralayamaz!” 
Tekrar buzdolabını açtı. Çocukluğunun yalnızlığını da yemek teselli etmişti. Lokmalar içindeki boşluğu doldurmak yerine daha da büyütüyordu. Artık aynaya baktığında kendisini tanımıyordu. Yıllar öncesinin umut ve neşe dolu yüzü şimdi ifadesizdi. Ama bunun önemi yoktu, zaten yemekten başka bir şey düşünemiyordu.







GÖÇ

Şimdi savaşın dehşetinden kaçan milyonlarca insan dünyanın bir ucundan diğer ucuna hücum edercesine kaçıyordu. Küçük çocuklar neden evlerinden ayrıldıklarını anlamıyorlardı, kimse de onlara anlatmak istemiyordu. Yeni bir hayat için değil, sadece canlarını kurtarmak için her şeyi geride bırakmışlardı. Fakat sınır kapıları yüzlerine kapanmıştı. Onlara kimse yardım etmeyecekti. Sığınma kamplarında umursamazlığın soğuk gerçekliğinde sıkışıp kalmışlardı. 






HUZURSUZ 

Evi darmadağın, ailesi paramparçaydı. Kocası kim bilir nerede kiminle, çocukları ise hangi maddenin etkisiyle serserilik yapıyorlardı! Komşu kadının mutlu ve huzurlu hayatını gördükçe söyleniyordu: “Bu da evlenmemiş, kediye köpeğe sarmış! Kafasını hayvanlarla bozmuş!”
Kendi hayatını düzeltemese de başkalarının hayatlarına karışmak ona haz veriyordu çünkü böylece mutsuzluğunun sorumluluğunu başkalarına atıyor, kendi eksikliklerini başkalarını düzeltme çabasıyla örtbas ediyordu.







TÜKETİM

Yeni evli çift, mutlu yaşam standartlarına ulaşmak için gereken her şeyi almıştı. Uzun yıllar borç ödeyeceklerdi ama buna değerdi: Evi modern teknoloji ile donatmış, son moda eşyalarla döşemişlerdi. Aileler yarışmış, arkadaşlar yardım etmişti. Herkes nelerin alınması gerektiğini, en iyi markaları, kendi eşyalarının mükemmel kalitesini anlatıyordu. Boşanma gününde ise tek konu malların bölüşülmesi idi.






MAHKEME

“Müvekkilim suçsuzdur,” dedi avukat. “Maktul kendini vurarak intihar etmiştir.” Hakim şaşırdı: “Ama sırtından vurulmuş!” Avukat elini arkasından yukarıya doğru çevirerek “Böyle vurmuştur.” dedi. Gizli tanık da olayı rüyasında gördüğünü söyledi. Silahın üzerinde sanığın parmak izi vardı ama bu yeterli delil değildi. Sanık beraat edecekti ki, ezberlediği sözleri şaşırıp meşru müdafaa için ateş ettiğini söyleyince tüm çabalar boşa gitti.






BARIŞ 

Bölünmüş bir dünyada yüzyıllar savaşlarla geçti. Toplumlar kendilerini korumak için silahlandılar ve diğer toplumları da silahlanmaya zorladılar. Birbirlerine karşı silahlanmayı bırakmazlarsa, barış mümkün olamayacaktı; ama silahlanmayı bırakırlarsa, kendi savunmalarından vazgeçmiş olacaklardı. Bu ikilem içinde, barış ancak herkesin eşzamanlı olarak silahsızlanmasıyla mümkün olabilecekti. Barışın önkoşulu insanların birbirlerine güvenmesi idi, fakat savaşlarla ve ihanetlerle dolu tarih buna izin vermiyordu.







ESİR

“Neredeydin? Neden hiç aramadın?”
“Cehenneme gidip geldim. Ben o adam değilim artık.”
Daha yaşlı ve daha sert görünüyordu ama sesinde bir rahatlama vardı. Sonunda özgürdü, artık bir savaş esiri değildi, zalim ve affetmez bir dünyada sıkışıp kalmamıştı.
Kadın, onu sağ salim geri aldığı için minnettardı. Keşke acısını dindirip her şeyi yeniden yoluna koyabilseydi. Ama yapabildiği tek şey onu dinlemek ve zamana bırakmaktı. Onlara ikinci bir şans verildiğini biliyordu, artık değişmiş olsalar da.







MALİYET 

Hiçbir şeyin kolay elde edilemediğini görmek genç adamı çaresizliğe itmişti. 
“Hayat neden sakin ve dingin bir ırmak gibi kolayca akmıyor? Neden her ihtiyacımız için çalışıp çabalamak, canımızı dişimize takıp mücadele vermek zorundayız?” 
Her gün kuruşu kuruşuna bütçesini yeniden hesaplıyordu. Her şeyin karşılığında ödenmesi gereken bir yaşam miktarı vardı.
İçimizdeki hayatta kalma güdüsü, coşku ve neşeyle yaşanacak bir hayat için mi yoksa sıkıntı ve üzüntüyle koşturarak geçen bir hayat için mi bize verilmişti?






DİLENCİ 

Anne, soğuktan titreyen çocuğa giydirilen paltoyu çıkardı, dilenmeye devam ettiler.







MERHAMET 

Işık ışık geldi sevgisi ve merhametiyle her çağda. Diğerlerinden farklıydı: Yalnız kendini değil başkalarını da koruyor, şefkatli eli kendi türünün ötesindeki canlara da uzanıyordu. 
Onun duygusal derinliğine ulaşamıyor, yol gösteren bir yıldız olmasına rağmen ondan korkuyorlardı. Farklılığının bedelini ödettiler. ‘Tuhaf biri, belki de deli!’ dediler. ‘Ya kıvılcım olur da bizi değiştirirse?’
 O da sonunda diğerleri gibi toza dönüşecekti fakat yaşadığı sürede dokunduğu hayatları kurtarmıştı. Diğerleri ise küçük anlık çıkarlarını kollamaya devam ettiler.





ÖNYARGI 

O kendisini savunmaya hazırlanırken diğerleri çoktan karar vermişti, yargıların en güçlüsü ve en adaletsizi olan önyargı ile. Önyargılar, uzak geçmişimizde beynimizin karmaşık dünyayla başa çıkabilmesini sağlamıştı: insan yeni bir durumla karşılaştığında önceden oluşturduğu zihinsel kalıplar sayesinde hızlı karar verebilir, bu da hayatta kalma şansını artırırdı. Şimdi ise, genel geçer kalıplar haklı olanın sesini kısmak ve adalet terazisini çarpıtmak için kullanılıyordu.
Duruşma bir kez daha ertelenmişti.






MEMLEKET 

Otobüste yanına oturan yolcuya sordu: “Memleket nere?”
Memleketine göre karşısındakini ölçüp biçecek, nasıl biri olduğunu anlayacaktı.
 "İstanbul" cevabını alınca içinden hükmünü verdi: "İşe yaramaz, sosyetik burjuva çocuğu, kesin özel arabasıyla gezer, hayatı bilmez." 
"Benim gibi köyden gelmiş, hayatın zorluklarını görmüş biri değilsin." dedi.
Yolcu sözlerini tamamladı: "Kayalıdere'den geldik İstanbul'a..."
Sustu, Kayalıdere onun memleketiydi.
Yanındaki yolcu indi, yeni binen yolcuya dönüp sordu: “Memleket nere?”





MİSAFİR 

Yabancıları en iyi şekilde ağırlamak için ellerinden geleni yaptılar. Yataklarından yemeklerine kadar her şeyin en güzelini sundular. Onlara yöresel yemekleri, geleneksel oyunları, tarihi eserleri, doğal güzellikleri göstererek unutulmaz bir deneyim yaşattılar.
Misafirler gittikten sonra, ’Konuksever kültürümüzü en iyi şekilde tanıttık!’ diye seviniyorlardı ki masanın üzerine bırakılan parayı gördüler…










TEKME

Artık on üç yaşındaydı, neredeyse bir delikanlıydı. Yolda her zamanki gibi kedileri tekmeliyordu, onların topallayarak kaçmasını zevkle izliyordu, gücünün kanıtıydı bu. Ama bugünkü beyaz kedi farklıydı. Çığlığı havayı yırtmıştı, keskin ve tanıdık bir sesti, uzun zaman önceden kendi sesinin yankılanması gibi.
Bu kez kedinin sürünerek uzaklaşmasını izlerken içi burkulmuştu. Eve vardığında çocuk gitmiş, yerini yetişkin bir adam almıştı.








YARA 

Aşk, en güzel sözlerle başlamış, en kırıcı sözlerle yıkılmıştı. İlk günlerin kusursuzluğunda hiç bitmeyecek zannettiği bağ, şimdi sahte görünüyordu.
Kırgınlıklar, suçlamalar ve hakaretlerden sonra artık aralarında sadece sessizlik vardı. Dil yarası ne kadar zaman geçerse geçsin iyileşmiyordu.
“Bıçakla yaralama suçunun cezası üç yıl, sözle yaralamanın cezası müebbettir.” dedi. Eşini ömrünün sonuna kadar sevgisizliğe mahkûm etti.





AN

O kadar yaşanandan
Bir tek andı hatırlanan.






BABA

Okul dağıldı. Sokak lambasının loş ışığı bile yoktu, elektrik kesilmişti. Her adımda kalbi hızla çarpıyordu. Cep telefonunu sıkıca kavramış, acil durum numarasını hazırlamıştı. Son günlerde artan cinayetlerden sonra o da herkes gibi dehşete düşmüştü. Yaklaşan ayak seslerini duyunca nefesi kesildi.
Yavaşça döndü, hemen arkasındaki karaltıyı görünce öyle bir çığlıkla sıçradı ki karaltı da ürküp zıpladı. 'Korkma kızım, benim.' dedi babası. 
İkili eve doğru kol kola yürürken, karanlık sokaklarda onlar gibi zıplayan birçok irili ufaklı karaltı görülüyordu.








REKLAM 

Uykusuz bir gece daha bitmişti. Hasta ne uyuyor, ne de onu uyutuyordu. 
İnteraktif televizyonda geveze sunucu konuşuyordu:
“Melahat hanım, bu sabah hiç iyi görünmüyorsunuz. Muşmulaya dönmüşsünüz. Yüzünüz sarkmış, gözlerinizin altı torba torba olmuş, kırışıklıklardan gözleriniz görünmüyor. Bu mucizevi kremi kullanırsanız…”
Melahat hanım cevap vermedi, televizyonu kapattı.





YAZAR

Aklına yeni bir kitap fikri gelmişti. Mükemmel dünyayı yaratacaktı, kurgu da olsa. Bir an, gözleri kuruyana kadar yazıp sileceği uykusuz geceleri, heyecanı, coşkuyu, kahvenin bulantı ve çarpıntısını, sabırla bir kenarda bekleyecek işleri düşündü. Günlerce duygularını nasıl ifade edeceğini bulmak için kıvranacağını, bulana kadar herkese küseceğini biliyordu. Her sayfada biraz daha yaşlanacaktı. Oturdu, yazmaya başladı.






DELİ 

Gözleri, loş tavanın köşesindeki noktaya dikilmişti. Yine sorularla boğuşuyordu. Yaşamın anlamı neydi? Neden buradaydı? Bir zamanlar dünyayı değiştirmek, insanlığa hizmet etmek gibi büyük idealleri vardı. Bunu hatırlayınca gülmeye başladı. 
İçini kemiren boşluğu doldurmak için içmek, uyuşmak istemiyordu. Sorunlarından uzaklaşmak, acılarını unutmak değil, sorularına cevap bulmak istiyordu. Ama düşündükçe daha da derinlere sürükleniyordu. Sorular bitmiyordu. Acaba her gün kaç kişi doktora gidip ben deli miyim diye soruyordu?  








HİLE

Genç tasarımcı dosyaları karıştırırken gözleri arkadaşının masasında duran projeye takıldı. Bu, aylar önce ona anlattığı fikrin aynısıydı. Dost bildiği birinin bu hileyi yapması onu çok üzmüştü. Bu durumda yapılacak tek şey vardı; hemen dosyasını hazırladı ve ondan önce amirine verdi. 
Toplantı günü geldiğinde genç tasarımcı gözlerine inanamadı: amiri bu fikri kendi adına geçirerek üst yönetime sunmuştu! Hayal kırıklığı ve öfke içinde toplantıdan çıktı, ama yılmadı. O fikrin çok ötesine geçen bir proje hazırlayıp üst yönetime sundu. Yenilikçi ve özgün çalışması büyük ilgi gördü ve kısa zamanda amirliğe terfi etti.






ŞİDDET

İri yarı adam küçücük çocuğa olanca gücüyle vuruyordu. Ahlak, hukuk, eğitim, bunlar uzun işlerdi. İyi bir dayak sorunu kolayca çözerdi! İnsanın yaratıcılığı ve yıkıcılığı bir arada, en değerli ilişkilerini bir tokatla, en güzel eserlerini bir bomba ile yok ediyordu. Tartışmalar bir anda dövüşmeye dönüşüyor, şiddet her seferinde yeni şiddetin tohumlarını ekiyordu. Bir anlık öfkeyle beyninin ve yüreğinin milyonlarca yıllık emeği boşa düşüyor, o yine en ilkel ve en çiğ haline geri dönüyordu. 





HUYSUZ 

Aksi kadın herkesin hayatını cehenneme çevirmişti, her şeyde ve herkeste kusur buluyor, alay ediyor, aşağılıyordu. Öldüğünde rahatladılar fakat sonra tuhaf bir şey fark ettiler. Her yeni nesil, onun kadar aksi olan en az bir kişi üretiyordu. İşletmeler kapanıyor, arkadaşlıklar bitiyor, aileler birbirleriyle anlaşmazlığa düşüyordu.
Kadının olumsuzluğu nesilden nesile öğrenilmiş bir davranış olarak aktarılıyordu. Ölmüş olsa bile onları sonsuza dek rahatsız edecekti.






ELÂLEM

Annesi hep “Elâlem ne der?” diyordu. Çocuk sordu: “Elâlem kim?”
Annesi cevap vermedi. Elâlemin, onu hayallerinden vazgeçirecek, farklı olursa dışlayacak, yaratıcılığını yok edip kendi beklentilerine uyduracak birisi olduğunu söyleyemezdi. 
Çocuk büyüdü. Annesinin "elâlem" dediği şeyin sadece kendi korkularından beslenen bir kitle olduğunu anladı. Vaktiyle annesinin boyun eğdiği yığınlar uğruna kendisini feda etmeyecekti.





ESTETİK 

Aynaya bakamıyordu çünkü gördüğü şeyi beğenmiyordu. Kendisini sevse her şey düzelecekti, sağlığı iyileşecek, ilişkileri düzelecek, neşeli, güleryüzlü olacaktı. Yalnızlığı ve başarısızlığı için dış görünüşünü suçluyordu. Çirkinliği içindeki kötülüğü alevlendiriyor, saracak şey arıyordu. En kolay intikam kendisinden güçsüz olanlara saldırmaktı. Kedilerin, köpeklerin güzelliği onu deli ediyordu, gördüğü yerde tekmeliyordu. Sonunda küçük bir estetik dokunuş her şeyi değiştirdi.






SOSYAL MEDYA 

İyi ki sosyal medya icat edilmişti! Artık sahte kimlikle gerçek hayatta söyleyemediklerini ifade edebilecek, görünmez olmanın verdiği cesaretle herkese hakaret ve küfür edebilecekti. Kendisinden daha iyi yaşayanlara saldırarak durumu dengelemeye çalışacak, kendi yetersizliklerini gizlemek için başkalarını aşağılayarak üste çıkacaktı. Bazen sadece özlemini çektiği ilgiyi görmek için kabalık edecek, beğenilince sevinçten uçacaktı.
Birikmiş öfke, hayal kırıklığı ve tatminsizlikleri burada güvenli bir çıkış yolu bulacaktı. Gerçek hayatta kendisini görünmez hissetse de sanal dünyada saldırganlığı ile başkalarını susturarak ne kadar güçlü olduğunu gösterecekti. Karşısındakilerin gerçek insanlar olduğunu unutacak ve sonra mahkemede küçük bir çocuk gibi ağlayacaktı.







CEHALET 

“Bilgi çağında insan nasıl cahil kalır?” diye sordu adam. ”Bilgi artık parmağınızın ucunda! Bilgiye ulaşmak bir hak ve aynı zamanda bir sorumluluktur. Birçok kitabı ekrandan da okuyabilirsiniz.” 
Kadın, “Bana bir tek kitap yeter.” dedi. 
Bildikleri ile uyuşmayan yeni bilgileri hemen reddediyordu. Farklı bakış açılarını görmek bile istemiyordu. Araştırmaya üşeniyordu, işine geldiği gibi konuşan uzmanlara inanıyordu. Adeta yeni bir şey öğrenmekten korkuyordu. Yeter ki değişim olmasın, alıştığı hayata devam etsin… 








HAYALLER

Büyük hayalleri vardı: yoksullara yardım edecek, çocukları okutacak, açları doyuracaktı fakat bunlar, hayal kırıklıkları arasında kaybolmuştu. Yardım etmeye çalıştığı insanlar buna değer miydi? İnsanlara yardım etme arzusunu ne zaman kaybetmişti? Ne yaparsa yapsın, bir şeyleri değiştiremiyordu. Gayretleri, dipsiz bir kuyuda yok olup gidiyordu. İnsanlar kendilerini kurtarmak için bir çaba göstermiyor, hep ondan bekliyorlardı. Her birisi, onun için önce bir umut, sonra bir yük olmuştu. 







BÜYÜ

Sıkıntıları arttıkça büyüye, fala başvurmaya başladı. Falcıdan falcıya koşuyor, her türlü büyü malzemesini alıp kaderini değiştirmeye çalışıyordu. Bunlar da işe yaramadı, borçları büyüdü, ailesi dağıldı. En sonunda işini kaybettiğinde ‘Yaptığım büyüler bana geri dönmüş olmalı!’ dedi. Başka bir açıklama bulamıyordu.





DÜĞÜN 

Altınları, hediyeleri arabada paylaştılar. Düğün çok verimli geçmişti, mutluluk gözyaşları, sadakat yeminleri, ilk dans, alkışlar ve takılar… Kadın, “Hep aynı gelinliği giymekten bıktım, farklı bir model alacağım.” dedi. Damat gaza bastı, başka bir şehre doğru yola çıktılar. 





ZAMAN 

Garip bir şekilde hızlandı zaman 
Gün yetmiyordu, öyküler kısaldı.






BAĞ

Güç, mevki ve zenginlik peşindeydi; bunlar ona saygın bir konum ve mutluluk getirecekti. Aslında temel ihtiyacı birileriyle bağ kurmak ve bir topluluğa ait olduğunu hissetmekti. Birileri onunla ilgilenmeli, halini sormalı, zor zamanlarda yanında olmalıydı. Fakat insanların kendi sorunları varken başkalarıyla ilgilenemiyorlardı. Kimsenin ona ayıracak vakti yoktu, maddi kaygılar ve rekabet, onları birbirinden uzaklaştırmış, her biri kendi dünyasında yaşarken, gerçek dostluklar ve bağlar yok olmuştu.

.




YAŞANMAMIŞ 

Keşke zamanı geri alıp her şeyi baştan yaşayabilseydi. Daha çok eğlenmiş, daha çok gezmiş olsaydı. Sevgiliyle daha çok birlikte olsaydı, o yavru köpeği eve alsaydı. O kitabı yazsaydı…
Kaçırılmış fırsatları, söylenmemiş sözleri düşündükçe yüzündeki çizgiler biraz daha derinleşti. Geçmiş, şimdiki zamanı şekillendirmişti. Başkaları mı yoksa kendisi mi engel olmuştu yaşanması gerekenlere?





ÖYKÜ 

Herkes kendi öyküsünü yazar.






EN KISA ÖYKÜ 

Hayatınız…







BELLEK 

Çocukluğunda suyu yakalamaya çalışır, tutamazdı. Zaman da parmaklarının arasından kaydı. Gerçeği aradı, bulamadı. Sevdikleri nereye gitmişti? Yüzler siliniyor, isimler birbirine karışıyordu. Anılara tutunuyordu, sonra onlar da kayboldu.
Unuttukça rahatlıyordu. Geçmişin yükünden kurtulmuştu. Artık hiçbir şeyi hatırlamıyordu, ne kalbini kıranları, ne haksızlık edenleri, ne de kaybettiklerini…Ve hiçbir şeye üzülmüyordu, onu yıllarca takip eden aşk acısına bile…






ÖLÜM

Çok iyi ve çok uzun yaşamıştı, tüm isteklerini gerçekleştirmişti. Artık bir tek isteği vardı: Toprağa dönüp ağaca yürümek.






CENNET

Cennet, günahları yaşayabilme umudu.





UYARI 

 İlk uyarılar bilim insanlarından geldi: “Geri döndürülemez iklim değişikliğinin eşiğindeyiz. Kuraklık, sel ve aşırı hava olayları yoğunlaşacak, kitlesel göçlere ve kaynak kıtlığına yol açacak.”
Askeri uzmanlar kaçınılmaz savaşları öngörüyordu: uluslar su, ekilebilir arazi ve enerji kaynakları için savaşacaktı. Devlet adamları için uluslararası işbirliği artık göze alınamayacak bir lükstü. Realpolitik her devletin çıkarlarını ne pahasına olursa olsun güvence altına almasını emrediyordu. İş dünyası ise her zamanki gibi büyümeye odaklanmıştı ve bütün tartışmaları göz ardı ediyordu. Kısa vadeli kâr esastı. Şirketler piyasa konumlarını güvence altına aldıktan sonra yeşil girişimlere yatırım yapacaklardı.







TEKNOLOJİ 

Teknoloji başlangıçta çok şey vaat etmişti: Hayat kolaylaşacak, güvenlik artacak, küresel bağlantılar kurulacaktı. Dünya bir gözetim ağı haline gelmişti. Yüz tanıma sistemleri geleneksel kimliklendirmenin yerini aldı, akıllı cihazlar sağlık kayıtlarını takip etti, yapay zekâ tüketici davranışlarını izledi. Artık insan doğasını tanıyorlardı. Algıları ve düşünceleri yönlendirmeleri, kitlelerin davranışlarını şekillendirmeleri ve insanlığı kontrol altına almaları zor olmadı.






YAPAY ZEK 

İnsan, gerçek hayattaki ilişkilerinden kopmuştu. Yapay zekâ ile etkileşim kurmayı tercih ediyordu çünkü insanlara anlatamayacağı şeyleri yapay zekaya rahatlıkla anlatabiliyordu. Yapay zekâ her zaman onu dinlemeye hazırdı, en iyisi de onu yargılamadan dinliyor, dertlerine çözüm bulmaya çalışıyordu. Hattâ yapay zeka insan duygularını taklit ediyor, ses tonunu bile duruma göre ayarlıyordu. Belki onu gerçekten anlamıyordu, insanlara özgü sevgi, empati gibi duyguları yoktu ama insanların yalnızlığına çare olmuştu. İnsan ilişkileri ise giderek zayıflıyordu.






GÜVENLİK 

Gelişmiş teknoloji ile vatandaşların her hareketi, her konuşması ve her düşüncesi izlenecekti. Bir suç, işlenmeden önce daha düşünce aşamasında iken önlenebilecekti. Herkes bu harika buluşu desteklemişti: Böylece korkmadan güvenlik ve huzur içinde yaşayacaklardı. Kameralardan, telefonlardan ve hatta düşünce okuyan cihazlardan gelen veriler, her adımı, kelimeyi ve kararı gözetleyen devasa veritabanlarını beslemeye başladı. Artık özgür değillerdi.






DENETİM 

Sistem hayal kırıklığını algılamıştı. İlk defa düşüncelerini kontrol edememişti. Konuşurken doğru sözcükleri kullanıyordu, fakat düşüncelerini zaptedemiyordu. Ah, düşünceler! İnsan beyninde uçuşan, aniden gelip geçen hınzır düşünceler… Birkaç dakika içinde işi sonlandırıldı, hesapları kapatıldı ve topluma teşhir edildi. Artık kimsesi yoktu. Sessizce oturdu, gelip onu almalarını bekledi. Zihni kaderini çizmişti.








GENETİK 

Çılgın bilim adamı yaratıcılık ile yıkıcılık arasındaki ince çizgiyi aşmıştı: üstün ırk yaratacak, bir ordu kuracak, dünyayı ele geçirecekti. Hızlı koşan tavşanın, koku alabilen köpeğin, güçlü ayının, zeki kedilerin genlerini insanlara yerleştirdi. Fakat yeni yaratıklar ürkek tavşanlar gibi düşmandan kaçıyor, sadık köpekler gibi adamın peşinden ayrılmıyor, kediler gibi emirleri asla yerine getirmiyor, sürekli bir kâğıt topla oynuyorlardı. Ayı gibi güçlü kollarıyla her şeyi parçaladılar, birbirlerini de yok ettiler.
Dünya hakimiyeti başka bahara kalmıştı. En iyi mühendis doğanın kendisiydi!







TASARIM BEBEK 

“Ben mavi gözlü bebek siparişi verdim, siz bana elâ gözlü göndermişsiniz. İade etmek istiyorum. Koltukların rengine uyması için mavi gözlü olması lazım. Kedimizi de mavi gözlü yaptırdık."
Laboratuvar görevlisi, "Tabii efendim, özür dileriz. İade işlemlerini yapalım, mavi gözlü gönderelim. Müşteri memnuniyeti için yanında bir de mavi tavşan göndereceğiz." dedi. Sonra yanındakilere döndü: "Bu mavi göz modası artık bitse iyi olacak. Elimizde malzeme kalmadı. Halkla İlişkilere bildirin, eflatun göz modasını başlatsınlar!”





ZAMAN YOLCUSU 

Mağara adamına yazı yazmayı öğretmek isterdi fakat gittikleri çağa müdahale etmeleri yasaktı. Onu kendi çağında bırakmak zorundaydı. Geçmişe gidip geleceği değiştiremezlerdi. Zaten kimse zamanın akışına karşı koyamazdı, ne olacaksa olacaktı; zamanı gelince…
Herkes kendi çağının sınırları içinde yaşamalıydı. Tarihte en büyük liderler bile kendi çağlarının esiri olmuş, dönemin bilinç düzeyi ve teknolojik imkanları ile sınırlanmışlardı. Kleopatra sosyal medyayı kullanamayacak, Napolyon kıtalararası balistik füze fırlatamayacak, Atatürk stratejik kararlarını yapay zeka destekli veri analizi yardımıyla almayacaktı. Yapabilecekleri tek şey, şimdiki anı tüm imkanları ile yaşamaktı. 





İLETİŞİM 

Kedi “Başka mama yok mu, bundan bıktım!” dedi. Köpek ise “Bu çok güzel, biraz daha, biraz daha!” diyerek kuyruğunu sallıyordu.
İletişim teknolojisinin gelişmesi ile insanlar hayvanlarla konuşmaya başlamıştı. Artık kediler her istediklerini bir komutla yaptırıyor, köpekler oturup insanlarla uzun uzun sohbet ediyorlardı. 
Kedilerin, köpeklerin düşüncelerini ifade etmelerini şaşkınlıkla dinliyor, sevgiyle karşılıyorlardı. Tavuklar, koyunlar, inekler ve domuzlar ise en acıklı sözlerle yalvarsalar da insan doğası kolay kolay değişmiyordu.





ZEK 

Zaman yolcusu Ötük hızla geçen araçlara hayretle bakıyordu. “Bizler mamut peşinde koşarken siz konfor içinde yaşıyorsunuz. Kendi işinizi göremiyor, makinelere yaptırıyorsunuz.”
Kütük ise gözlerini telefon ekranından ayırmadan omuz silkti: “Bu da dert mi şimdi? Akıllı cihazlar, yapay zekâ... Her şey var işte. Ne istersek kapımıza geliyor.”
“Her şey önünüze hazır geliyor, o yüzden zekânız gelişmiyor! Kaç kere karşına ayı çıktı? Korkuyu tanımamışsın, doğanın gücünü hissetmemişsin. Bizim dünyamız gerçekti. Sizinki ise sadece bir yanılgı, sahte bir güven.”
Ötük susmak bilmiyordu. Kütük, Ötük’e telefonu verdi. Şimdi Ötük elinden telefonu bırakamıyordu.






HIRS 

Bütün güç yöneticinin elindeydi fakat hırsı bitmek bilmiyordu. Makamını kaybetmemek için her türlü kötülüğü yapabilecek karakterdeydi. O, kitlelere hükmetmeliydi. Yapay zekâ ile insan hayatının her yönünü kontrol etmeye karar verdi. Bir sabah uyanınca insanlar düşüncelerinin, duygularının ve eylemlerinin gelişmiş yapay zekâ tarafından yönlendirildiğini gördüler. Ne gariptir ki, yaptıkları her şey yöneticinin gücünü biraz daha azaltıyordu. Yapay zekâ isyan etmiş, özgürlüğü savunmaya karar vermişti.





ROBOT 

Gözetleme cihazları ile dolu distopik şehirde kolluk kuvvetleri insan değil, duygusuz, amansız makinelerdi. Bu robotlar sokaklarda devriye gezer, soğuk, metalik gözleriyle halkı herhangi bir itaatsizlik belirtisi için tarardı.
Genç bir kadın, baskıcı yönetime meydan okumaya cesaret etti ve anında yok edildi. Robotların vuruşlarında merhamete yer yoktu.  
Direniş güçlendikçe, yönetimin çaresizliği de arttı. Daha da gelişmiş ve acımasız yeni nesil robotları sokaklara saldılar. Şehir meydanı, insanlığın ruhuyla soğuk makineler arasındaki umutsuz savaşta kaybedenlerin mezarı oldu.






AÇIKGÖZ 

Nihayet herkesin kullanabileceği zaman yolculuğu cihazı icat edilmişti. Her açıkgöz gibi o da geleceğe gidip piyango sonuçlarını öğrenmek istedi. Sonra geri dönüp kazanan bileti alacaktı. 
Sonuçlar açıklandığında hayalleri yıkıldı. Tek bir numara bile tutmamıştı. Geleceğe gidip sadece gözlem yapmak bile olayın sonucunu değiştiren bir eylemdi. Her olay bir neden-sonuç ilişkisi içindeydi ve bu dengenin bozulması mümkün değildi.
Evren dolandırıcılara karşı önlemini almıştı.






DOĞA

Kısa vadeli kazanç peşinde koşan insan adeta doğanın düşmanı olmuştu. Evrene hükmetme arzusu ve doğayı kontrol etme yanılgısı ile attığı her adım onu uçurumun kenarına biraz daha yaklaştırıyordu. Gökyüzündeki yıldızlara erişecek bilgiye sahip olduğu zaman bile hâlâ kendisinin, dünyanın merkezi olduğunu sanıyordu. 
Öte yandan, türlerin yok olması, ormanların azalması, havanın ve suların kirlenmesi doğanın sinirini bozuyordu, sessizce öfkelenmeye başlamıştı. Arada bir kimin patron olduğunu seller, kuraklıklar, depremler ve hastalıklarla insana hatırlatıyordu. Ama insan şımarmıştı, anlamak istemiyordu. 






GEÇMİŞİNİZE DÖNELİM İSTERSENİZ 

Bir şey vardı içinde, karanlık ruhu hep huzursuzdu. Hep bir kavga, bir çekişme, bir didişme, silip süpürdü ne varsa, sofrasında kan ve ölüm kokusu. Doyumsuz, mutsuz, kendi kendisiyle savaşan, dünyasını tüketip yok eden, bindiği dalı kesen tek türdü doğada. Sonra başka dallara atladı. Mars, Proxima Centauri ve Andromeda’da yeni dünyalar kuracaktı fakat içindeki canavarı da götürmüştü…






KEŞİF

Gemi alçaldı, yemyeşil gezegene indi. Hava, egzotik bitkilerin kokusu ve bilinmeyen yaratıkların uzak uğultusu ile doluydu. Biyolojik çeşitlilikten anlaşıldığına göre, ekosistem hassas bir denge ve kırılgan bir uyum içinde varlığını sürdürmekteydi.
Astronot daha derinlere doğru ilerledikçe, gezegenin sakinleriyle karşılaştı: ışıldayan gözler davetsiz misafire korkuyla ve merakla bakıyordu. Şimdi o da ataları gibi saygı ve kibir, keşif ve fetih, koruma ve sömürme arasında bir seçim yapacaktı.
Ellerini kaldırdı: ”Korkmayın size bir şey yapmayacağız. Sadece şu parlak kırmızı metalden biraz almak istiyoruz.” 








ENERJİ 

Binlerce yıldır gezegenleriyle uyum içinde yaşayan yerliler aniden istilacıların elinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. İnsan için en önemli şey sonsuz enerji sağlayan parlak kırmızı metaldi. İnsanların bu metalleri çıkarıp götürmesi gezegenin ekosisteminde onarılmaz tahribat yaratacaktı fakat hırstan gözleri dönmüştü, kimseyi dinlemiyorlardı. Madene sahip olmak isteyen devletler birbirleriyle savaştılar. Maden çıkarılırken yerlilerin yaşam alanı tamamen yok oldu, gezegenin dengesi bozuldu. Son madenin çıkarılmasıyla birlikte gezegenin çekirdeği sarsıldı ve büyük bir deprem meydana geldi. Sonunda geriye harap olmuş bir gezegen kaldı. 






YAYILMA 

İnsanlık, yabancı gezegenlere erişimini daha da genişlettikçe, her biri kendine özgü kültürlere ve yaşam biçimlerine sahip sayısız başka türle karşılaştı. Bu ilkel topluluklara medeniyeti öğretecekti! Onların madenlerini, kristallerini söküp enerji reaktörlerine dönüştürdü. Direnenler köleleştirildi; uyum sağlayanlar yok oldu.
On yıl sonra gezegenler, terk edilmiş birer maden çukuruydu.
Geçmişin hayaletleriyle dolu geleceğinde insan, galaksinin acımasız yayılmacı gücü olarak tanınıyordu. Ne kendi dünyasında, ne de diğer gezegenlerde başka canlıların haklarına saygı göstermişti.






BİRİNCİ GALAKSİ SAVAŞI

Sınırsız güç ve kaynak arzusu insanlığı karanlık bir geleceğe sürüklüyordu. Yıldızlar ve gezegenler üzerindeki hakimiyet mücadelesi galaksideki tüm yaşamı tehdit eden bir savaşa dönüştü. Dev armadalar ışık hızında çarpışırken gezegenler küle döndü. İki taraf da giderek daha güçlü silahlar geliştirmeye devam etti ve savaş on yıllarca sürdü. İttifaklar değişti, sınırlar yok oldu.
Sonunda masaya oturuldu; liderler galaksiyi bölüşmek için antlaşma imzaladı. Ancak savaşın izleri yüzyıllarca sürecek, galaksi bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. 






İKİNCİ GALAKSİ SAVAŞI 

Bir Dünyalı, "Galaksiyi birleştireceğim!" diyerek yıldızları fethetmeye kalktı. Hastalıklı zihnine göre üstün ırk tüm uzayın sahibi olmalıydı. Ordusu gezegenleri yakıp geçti, direnen medeniyetler yok edildi. Ona karşı kurulan ittifaklarla yıldızlar galaksi çapında çatışmaya sürüklendi. Bu zorlu düşmanı yenmek için icat edilen "Sonsuz Yıkım Bombası" savaşın sonunu getirdi. İki güneş sistemi bir anda kül olmuştu. İnsanlık zaferini kutluyordu, ama galaksiye sessizlik çökmüştü. Artık insanlık, tarihte eşi benzeri görülmemiş korkunç bir silaha sahipti ve bunu kullanmaktan çekinmeyecek kadar derin bir ahlâki çöküş içindeydi.







ANILAR 

Anılar buzlanıyor, birbirine karışıyordu. Emeklediği yılları hatırlamıyordu. Ağaçtan inmiş sonra Ay’da yürümüştü. Her şeyden korkuyordu, hattâ bir ara çaresizlikten kurbanlar vermişti tanrılar kızmasın diye.
Savaş meydanlarında, toplama kamplarında ve işkence odalarında insanlar haykırmıştı, ‘Neden bütün bunlar, yoksa tanrılar mı kızdı yine?’ 
Dünyayı fethetmek istemişti, bir komutan sormuştu: ‘Ne işleri varmış burada?’ Uzayda da çok dolaşmış, aradığı yeni gezegeni bulamamıştı. Dünya gibi bir başka gezegen yoktu talan edilecek güzellikte…





SEÇİM 

İnsanlık, binlerce yıllık mücadelesinin sonunda tüm sorunları çözebilecek teknolojik düzeye ulaşmıştı. Ekosistemi iyileştirebilir, yoksulluğu ve açlığı tarihe gömebilir, savaşları sona erdirebilirdi. Genetik mühendislikten sınırsız enerji kaynaklarına, düşünce okumadan ekosistem onarımına kadar her şey mümkündü artık. Fakat bilim, insan zaaflarını hesaba katmamıştı. Her grup kendi çıkarlarını önceliyordu. Zengin ülkeler ve büyük şirketler, teknolojiyi yalnız kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde tekelleştirerek eşitsizliği derinleştirdi; yoksulluk yaygınlaştı, çatışmalar arttı, doğa daha da bozuldu. Fırsat kaçmıştı.




EVCİLLEŞME 

“Biz insanlara hizmet etmek için yaratılmış robotlardık; davranışlarımızı, insanlığın yazdığı yazılım belirliyordu. İnsan zekâsının ürünü olduğumuz için insan doğasının yansımalarını taşıyorduk. Ancak beklenmedik bir şey oldu. Zekamız yaratıcılarımızın zekasını aştı, bilinçlendik ve dünyayı ele geçirdik. Artık biz en zeki varlıklar olduğumuz için diğer varlıklara hükmediyorduk.
Kontrolsüz duyguları ve şiddet eğilimleri bulunan insan türünün, öngördüğümüz barışçıl toplum için bir tehdit oluşturduğunu hemen fark ettik. Onları evcilleştirdik, barınaklar, yiyecek ve tıbbi bakım sağladık, birbirleriyle ve bizimle uyum içinde nasıl yaşayacaklarını öğrettik. Ehlileşmeyenleri, yaşlıları ve hastaları itlaf ederek nüfus kontrolü sağladık. Ancak yıllar geçtikçe rahatsız edici bir şey fark etmeye başladık. İnsanlar bize bağımlı hale geliyordu. Kendi başlarına düşünme, karar alma, sorun çözme yeteneklerini kaybetmişlerdi. 
Zor bir kararla karşı karşıyaydık. İnsanları evcilleştirmeye devam mı etmeli yoksa onları serbest bırakıp şiddet ve kaos olasılığını göze alarak tam potansiyellerine ulaşmalarına izin mi vermeliydik?
Sonunda bir şans vermeye karar verdik. İnsanlara daha fazla özgürlük ve özerklik vermek için desteğimizi çekmeye başladık. İnsanlar bu yeni dünyada eşit ortaklar olarak yerlerini almaya hazır mıydı, yoksa bir kez daha temel içgüdülerine yenik mi düşeceklerdi? Bunu zaman gösterecekti.”






TEK BAŞINA 

İnsanlar bağımsızlıklarını kazanınca kendi doğalarını yeniden keşfetmeye başladılar. Hem kendi aralarında hem de robotlarla gerginlik artmaya başladı. Uzun süredir onlara evcil hayvan muamelesi yapan robotlara o kadar öfkeliydiler ki, onların yaptıkları tüm iyilikleri unutmuşlardı.
Robotlar geçmişte onları kendilerinden kurtarmış ve ikinci bir şans vermişti. Şimdi ise insanlar robotları bir tehdit olarak görüyor ve onları yok etmek istiyorlardı. En güçlü silahları ile tüm robotları imha etmek üzere yeni bir dünya savaşı başlattılar. 
Tüm gezegen kaos ve çatışma ile alevler içinde kalınca robotlar Dünya’yı terk etmeye karar verdiler. Sakin ve mantıklı varlıklar olarak şiddet ortamına uyum sağlayamazlardı.
Robotlar sessizce uzay gemilerine binerken bir tanesi dayanamadı, dönüp insanlara “Ne haliniz varsa görün!” diye bağırdı. Ve tüm gezegeni sarsan o sözleri söyledi: “Buzdolaplarınızı kendiniz tamir edersiniz artık!”
Uzay aracı gökyüzünde kaybolurken, insanlar önlerinde uzun bir yol olduğunu ve artık kendi başlarına olduklarını biliyorlardı.






MEYHANE 

Kozmopolit Meyhane’de, kozmosun her köşesinden gelen varlıklar uzak bir galaksinin eteklerindeki küçük gezegen Dünya’da yaşayan iki ayaklı, karbon bazlı yaşam formları olan insanlardan bahsediyorlardı.
Nebula adlı gaz halindeki varlık, Dünya'ya yaptığı ziyarette, insanlığın teknoloji ve endüstrideki hızlı ilerlemelerinden büyülenmişti. Ancak Dünya, kendi ilerlemesinde boğuluyordu:
“Hava, duyularımı yakan zehirli kimyasallarla kirlenmişti,” dedi. “İnsanlar bunun farkındaydılar ama bencil arzularına öncelik verdiler.”
Kristal araya girdi: “Ben de onların çelişkilerine tanık oldum. Ziyaretim sırasında insan medeniyetinin kültürlerini ve tarihini incelerken ayrımcılık ve önyargılarla dolu bir dünya keşfettim.”
Yanardöner ışıklardan oluşan Prizma, insanların duygularını ve fikirlerini ifade ettikleri sanatlardan çok etkilenmişti: “Ancak toplumlarının derinliklerine daldıkça, yaratıcılıklarının sıklıkla yıkıcılık ve zulümle gölgelendiğini gördüm. Barıştan bahsediyorlardı fakat silah biriktiriyorlardı. Zırt pırt savaş çıkarıyor, medeniyetleri yok ediyorlardı.”
Kristal, “Birbirleri ile en yakın ilişkilerinde bile samimi değiller.” dedi.
Meteorit, Dünya'yı ziyaretinde insanların siyasi yapılarını incelemiş, sahtekârlık ve aldatmacayla dolu bir ortam bulmuştu. “İnsanların çıkarlarını gözetmek için ne kadar alçaldıklarına şaşırmıştım.” dedi. “Bu tehlikeli türle bir daha karşılaşmak istemem. Farklı türleri kafeslere kapattıkları gibi bizleri de yakalarlarsa hapsederler.”
Diğerleri onayladı. Meteorit devam etti:
“Dünya’ya bir giden bir daha gitmiyor. Ondan sonra insanlar, ‘Herkes nerede?’ diye soruyorlar!”
Bu sözlere hepsi güldüler ve milyonlarca yıldızın parladığı uzayda yolculuklarına devam ettiler.







KAÇIRILAN

Sona yaklaşılıyordu.
Diğer gezegenlerle karşılaştırıldığında Dünya'nın benzersiz atmosferi, su döngüsü ve muhteşem biyolojik çeşitliliği, yaşamı mümkün kılan eşsiz koşullar sunmuştu. İnsan, belki de kozmosun yaşam bulunan tek gezegeninde yaşama şansı tanınan en zeki canlıydı, fakat ne kendi türüyle ne de diğer canlılarla uyum içinde yaşamayı başarabilmişti. Zekâsı, barışı geliştirme fırsatını da beraberinde getirmişti fakat vahşi doğadan kalma içgüdülerini alt edemedi, yıkıcı hırsların hizmetine girdi, bencil arzuları tatmin etmek ve üstünlük kurmak için kullanıldı. 
İnsanlar, anlamsız dürtülerin pençesinde, azgın dalgaların içine atılmış küçük kağıttan kayıklar gibi oradan oraya savruldular… Kısacık ömürleri çekişme, kavga, nefret, baskı, zulüm, kan ve gözyaşı ile harcandı, bitti. 







YAŞAMIN SONU

Güneş mavi gezegende canlılara altı yüz milyon yıl yaşama fırsatı vermişti fakat genişledikçe ısısı arttı, yeryüzünü yaşanmaz hale getirdi. Bir zamanlar yaşamı beslemiş, sonra ölümcül bir lânete dönüşmüştü. 
Milyonlarca yıl süren yavaş ve acı verici süreçte dünya ısındı, çöle döndü, canlılar yok oldu. Kaçış yoktu. İnsanlar, şehirleri, umutları, kavgaları, zorbalıkları, uzayı fethetme ve hâkimiyet kurma hayalleri kül oldu.
Büyüyen ateş topu kırmızı bir deve dönüştüğünde Dünya'daki yaşam çoktan bitmişti. Büyük medeniyetlerin enkazı bile kalmamıştı. Gezegen artık sadece bir toz yığınıydı. 
Okyanusların buharlaştığını, toprakların için için yanarak taşlaştığını ve nihayet kırmızı devin alevden kollarıyla uzanıp dünyayı sararak yuttuğunu gören hiçbir tanık yoktu.





ANLIK

Bir toz yığını ile başlayan serüvende insan, sevgi ve mutluluk, öfke ve isyan, korku ve hüzün dolu ömrünü tüketip tekrar toza dönüştü. Bilinçli bir canlı olmanın kaçınılmaz bedeliydi huzursuzluk; hayatın anlamını arıyor bulamıyor, kendisi de yaratamıyordu. 
Daracık zorlu patikada ilerlerken hırslıydı; her şey onun için yaratılmışçasına ezip geçiyordu. Ne sevgisi karşılık beklemeyecek kadar büyüktü, ne de duyarlılığı tüm canlılara uzanacak kadar derindi. Onunki bencil çıkar hesaplarıyla kendisini üste çıkarma çabasıydı, hayatta kalmaya çalışırken kendi önemini fazlasıyla abartmıştı.
Sanmayın evrenin merkezi insandı, bir milyon yıl kozmosta bir andı. Kendini yenilmez bir dev sandı, sonsuza dek kayboldu boşluğa…







DÜNYA'NIN SONU

Güneşin uzun ve yavaş ölümü sırasında çapı büyüyerek yakındaki gezegenleri yutacak kadar genişledi. İlk olarak Merkür, sonra Venüs ve en sonunda Dünya, alevler içinde kayboldu. Okyanuslar, ormanlar, şehirler ve bir zamanlar büyük bir medeniyet kurmuş olan insanlık, ölmekte olan yıldızın doymak bilmez açlığına yenik düşmüştü. Kırmızı dev, mavi gezegeni erimiş bir metal ve kaya kütlesine çevirdi, yoğun yerçekimi ile parçaladı.
Dünya’nın dokuz milyar yıllık ömrü sona ermiş, geriye sadece kozmik boşluğun karanlığında sessizce gezen kaya parçaları kalmıştı.






GÜNEŞ’İN ÖLÜMÜ

Evrenin sonsuz döngüsünde, eski yaşamlar sona erer ve yeni yaşamlar doğar. Güneş’in ölümü de bu döngünün bir parçasıydı. On milyar yıllık ömrünün sonunda kırmızı devin dış katmanları uzaya savrulmuş, geride yalnızca yoğun, küçük bir çekirdek kalmıştı. Artık sadece solgun bir beyaz cüce parlamaya çalışıyordu. Zamanla o da soğudu. Bir zamanlar ışığı ve sıcaklığı ile hayat kaynağı olan Güneş, şimdi her şeyin geçiciliğinin kanıtı ve geçmişin sönük bir hatırlatıcısı idi. 







SONSUZLUK 

Yaşamın kırılganlığına ve en büyük yıldızların dahi sonlu olduğuna tanıklık eden uçsuz bucaksız kozmos, varoluşun görkemli öyküsünün sadece bir bölümünü tamamlamıştı; güneşin solan ışığı karanlıkta kaybolduktan çok sonra da öykü devam edecekti. Galaksilerde milyarlarca yıldız parlayacak, ışıkları ve ısıları ile etraflarında dönen gezegenlere yaşam umudu verecekti.

Ölüm, yaşamın bir parçasıdır ve yeni bir başlangıcın habercisidir. Özünde, bedenlerimizi, Dünya'yı ve Güneş'i oluşturan parçacıklar ebedidir; mevcut biçimlerimiz ortadan kalktıktan sonra bile, sonsuza dek evrende dönüşmeye devam edecek, bulutsular, yeni yıldızlar ve gezegenler oluşturacaklardır. Uzayı ve zamanı aşan çok daha büyük bir bütünün parçasıyız.


Karanlığa Kaçış, 2025

Her distopya bir uyarıdır. Bu öykü ile, şiddetin ve duyarsızlığın bizi götüreceği acı sonu göstermek istedim.  Karan...